Baba, Sevgili ve Resimler

İnsanın çocukluğunda beynine ve yüreğine ne doldurursanız yaşamının tüm geri kalanını onlar belirler ama her zaman sizin beklediğiniz biçimde değil....

yazı resim

Her küçük kızın ilk aşkı babasıymış bu işten anlayanlara göre. Ama benimki değildi işte. Kimbilir nedense benim ilk aşkım Atatürk olmuştu, hem de daha minik bir kızken. Yok öyle vatanı kurtardığı için ya da bizi bu güzel günlere kavuşturduğu için filan değil. Yalnızca gözüme çok güzel göründüğü için. Hani kızlar film artistlerine, şarkıcılara filan aşık olur ya öyle de değil, çünkü milli eğitimimizin vatansever çabaları sayesinde Atatürk’ün öldüğü konusunda derin kuşkular taşıyor olsam bile yine de sahneye çıkmadığını biliyordum. Aslında belki de şu insan ruhunu inceleyenler yine de haklıydılar. Yine aynı vatansever çabalar sonucunda adamın benim gerçek babam olduğunu düşünmüş de olabilirim. Her neyse ama sonuçta Atatürk’e aşık olmuştum işte. Yüreğimde bu aşkı ilk hissettiğimde onunla evlenme düşleri kuramayacak kadar büyümüştüm, sanırım ilkokul ikinci sınıfta filandım. Ama hani yaşadığı konusunda biraz daha israr edecek olsalardı evlenmeyi de düşünebilirdim eminim. Her şeyiyle beni büyülüyordu. Hele bir 10 kasımda Atatürk’le ilgili bir ödev verdikleri zaman aşkım daha da depreşmişti. Bulduğum her türlü Atatürk resmini kesip bir deftere yapıştırmıştım, ikide bir defterimi açıp bu resimlere bakarak hayallere dalıyordum. Tabi bu arada hiçbir 10 kasımda ağlamadığımı da söylemem gerekiyor. O kadar küçük yaşta bir de sevgilisinin öldüğünü kabul edip ağlamasını bekleyemez kimse bir kızdan. Zaten dedim ya öğretmenlerimiz de böyle bir şeyin aslında olmadığına bizi inandırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı, bir tek 10 kasımlarda nedense birdenbire onun öldüğüne karar veriyor ve yanıp yakılıyorlardı o kadar.

Neyse sözü uzatmanın alemi yok. Elbette zaman içinde büyüdüm ve işin gerçeğini öğrendim. Ama ilk aşk ilk aşktır. Bütün yaşama damgasını vurmazsa olmaz. Ortaokulda ilk sevdiğim çocuğun gözleri masmaviydi. Ardından yeni bir tanesi çıktı, onun da tıpkı Atatürk gibi bir burnu vardı. Ama bir türlü tam kafamdaki gibi bir tane çıkmıyordu karşıma. Bu yüzden bütün bu aşklarımı biraz daha yakından inceleyince onlardan iş çıkmayacağına karar verip ikinci adımı atmadan vazgeçiyor, arayışlarımı sürdürüyordum. Sonunda bir gün beklediğim çıktı karşıma. Gözleri mavi değildi ama biraz çalı gibi kaşlarının altından Atatürk gibi bakıyordu. Çevresinde yani bizlerde ilginç bir sevgi ve saygı uyandırıyordu üstelik. Kendine güvenli, dürüst, açık sözlü, enerjik, iyi yürekli türünden bir yığın tanıma da uyuyordu ve en önemlisi de çok cesurdu. Aradığımı bulmuş olmanın rahatlığıyla ben de sırılsıklam aşık oluverdim elbette. Liseli aşkının kurusu olmaz zaten. Arada bir gözüm sınıfta tahtanın üzerine asılı Atatürk resmine kaydığında oradan onun da tıpkı çocukluğumuzda ezberlediğimiz şiirdeki gibi bana baktığını ve kendime doğru sevgiliyi seçtiğim için beni sevecen bir baba gibi onayladığını hissediyordum. Aman ne güzel.

Ne yazık ki yaptığım seçimi onaylayan bir tek o olmuştu. Başkaları, ailem, büyüklerim sevgilimde benim gördüğüm şeylerden başka şeyler görüyorlardı ve bu gördükleri şeyler kızları için düşündükleri damat adayına uygun düşmüyordu. Sevgilim çalışkan değildi, ailemin değer verdiği kariyer, toplumda iyi bir yere gelme türünden bir takım şeyleri o hiç önemsemiyordu bile. Ortada kalıvermiştim bir anda. Seçimimi sınıftaki resimden başka kimse onaylamıyordu, bir de üstüne üstlük beni vazgeçmeye zorluyor, aklımı başıma toplamam için bir yığın öğüt veriyorlardı. Sözü uzatmaya ne gerek var. Sınıftaki resim yenik düştü. Artık yukardan bana üzgün gözlerle bakar olmuştu, ama ben de kendimi savunuyordum, aslında eski sevgilimin ağzı hiç onun ağzına benzemiyordu ki... Hem zaten Atatürk de ölmemiş miydi... 10 Kasımda acıklı şiirler okuyup ağlayan arkadaşlarım hep öyle demiyor muydu... Benim yaşayan bir babam vardı, bugün neyin doğru neyin yanlış olduğunu herhalde o kırk yıl önce ölmüş bir adamdan daha iyi bilirdi.

Bu defteri böylece kapattıktan sonra çevremde Atatürk’ü aramaya bir son verdim. Zaman içersinde başka pek fazla bir şey de aramaz olmuştum. Bir gün geldi yaşamının en büyük amacı toplumda kendine büyük bir yer edinmek olan bir adamla evlendim. Atatürk’e hiç mi hiç benzemeyen bir adamla. Ama evdekiler bu kez yaptığım seçimden çok memnunlardı. Ne yaptığını bilen birisiydi kocam. Amaçları vardı, ciddiydi, saygıdeğer birisi olacaktı kesinlikle yıllar içinde. Nitekim oldu da. Geçen yıllar sırasında elbette insan zaman zaman gençlik günlerini hatırlıyor. Belli günlerde, belli yerlerde (ama kesinlikle 10 kasımlarda değil) ilk aşkımın depreştiği oluyordu. Bazen bir şarkı, bazen bir resim bana ilk aşkımı bütün sıcaklığıyla geri getiriyordu. Kafamda ilk aşkımın kişiliği birazcık bulanmaya başlamıştı aslında. Bunun Atatürk mü yoksa o, gözleri mavi olmasa da Atatürk gibi bakan çocuk mu olduğunu karıştırır olmuştum. Bir de oğlum vardı. Oğlumun gözlerine bakar, onlarda bu bakışın olup olmadığını araştırırdım. Ve gariptir ki vardı da. Ee ne de olsa babam sayılmaz mıydı Atatürk, elbette torunu da kendisine çekecekti. Ama kocam hiç benzemiyordu, olsun, bu onun sorunuydu. Zaten kocam da bir süre sonra benim kocam olmaktan bıkmıştı. Kendisine daha uygun, kariyerine daha yakışır bir başka eş bulduğu zaman hiç üzülmedim diyemem. Ne de olsa epeydir onun yanında olmaya alışmıştım. Ama artık yanımda olmayışına daha da hızlı alışıverdim. Üstelik de çocukluğumdan beri ilk kez yaşamda kendi başıma kalmanın verdiği rahatlık beni alıp gerisin geri götürüverdi. Yeniden çocukluk günlerime dönmüştüm. Ben aslında Atatürk’e aşıktım başından beri. Peki tamam öldü kabul ediyorum ama ya ilk aşkım, o da mı öldü yani...

Onu bulmak hiç zor olmadı. Yaşıyordu. Yani soluk alıp vermeyi sürdürüyordu, yürüyordu, konuşuyordu filan. Ama Atatürk bile daha canlıydı ondan aslında. Yine de çıkmadık canda umut vardır deyip incelemeyi sürdürdüm. Tamam vatanı filan kurtarmamıştı. Aslında kendisini bile kurtaramamıştı. Zaten kurtarmayı da pek istemiş gibi bir hali yoktu. Acaba niye... Bir süre bunu anlamaya çalıştım ama bulduğum cevaplardan bazılarında beni suçlayan bir şeyler olduğunu görünce daha fazla deşmekten vazgeçmeyi akıllıca buldum. Aslında yavaş yavaş değişmeyen bir şeyler kalmış olduğunu da görmeye başlamıştım. Hani şu mavi olmadığı halde Atatürk gibi bakan gözleri vardı ya, hala öyle bakıyorlardı nedense. Üstelik hala dürüsttü, iyi kalpliydi ve eğer savaşmak zorunda kalsa eskisi kadar cesur davranacağını da hissediyordum. Ama enerji sözcüğünü onunla birlikte düşünmek bile olanaksızdı. Anlamıştım, yorulmuştu. Çevresinde büyük bir hızla hareket eden, bir o yana bir bu yana koşuşturup bir şeylerin peşinde koşan insanlara bakan gözlerinde Atatürk’ün gözlerinde olmayan bir yorgunluk vardı. Kendisine bu dünyanın içinde bir yer bulmaktan umudunu yitirmiş gibiydi. Ama yine de Atatürk’e benziyordu işte... Ne yapacağımı şaşırmıştım. Bir şeyleri bulmuş muydum yoksa herşey yitip gitmiş miydi... Bunlarla uğraşmak gözüme çok zor görünüyordu. Kurtarılacak bir şeyler vardıysa bile bunları kurtarmak bana mı düşmüştü sanki. Zaten benim kendi işlerim vardı. Hangi işlerim... Bilmem, vardır herhalde bir işlerim benim de, herkesin işi olmaz mı... Mesela biraz para kazanmak hiç fena olmaz. Şöyle güzel bir tatile çıkmak, eve bir iki yeni eşya almak, ne bileyim koltukları yenilemek filan gibi şeyler her zaman iyidir.

Bir gün sokakta mobilyacı vitrinlerine bakarak yürürken bir fotoğrafçının vitrininden bana bakan Atatürk’ün gözleriyle karşılaştım. Güzel bir resimdi, hani şu son zamanlarda giderek artan güzel resimlerden biri. Orta yaşlı bir Atatürk resimden dosdoğru bana bakıyordu. Bir şey demeye çalıştığını hissediyordum ama çıkaramıyordum. Bakışlarında o eski sıcaklığı pek bulamadım sanki, bir şeylere kafası takılmış bir çözüm arar gibiydi. Bir de nedense benden bir şeyler bekler gibiydi. Ne beklediğini bulmaya çalışıyorum hala...

Başa Dön