EHL-i SÜNNET
Hz. Peygamber ile ashabın dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler anlamında bir tabir.Sözlükte mânevî alanda çizilen yolu benimseyenler anlamına gelen ehl-i sünnet (ehlüs-sünne) tamlaması ehlüs-sünne vel-cemâa (ehl-i sünnet vel-cemâat) ifadesinin kısaltılmış şeklidir. Buradaki sünnetten maksat, dini tebliğ ve beyan etmekle görevli bulunan Hz. Peygamberin İslâmın temel konularını anlama ve benimseme tarzıdır. Cemaat kavramı, her devirdeki müslümanların büyük ekseriyeti (sevâd-ı azam) ve müctehid âlimler gibi farklı şekillerde yorumlanmışsa da vahyin ilk muhatapları olup inanç, ibadet, hukuk ve ahlâk cepheleriyle İslâmı bir bütün olarak sonraki nesillere aktaran ashap cemaati anlamına geldiği yolundaki görüş tercih edilmiştir (Şâtıbî, II, 258-265). Aslında bu anlayış diğer yorumların da temelini oluşturmaktadır. Buna göre Ehl-i sünneti, Hz. Peygamber ile ashap cemaatinin dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler diye tarif etmek mümkündür. Bu tarifte yer alan dinin temel konularından, İslâmdan olduğu kesinlikle bilinen ve usûlüd-dîn diye de adlandırılan hususlar kastedilmektedir (aş. bk.)
Sünnet kelimesi daha çok, ilâhî tebligatı yalanladıkları için geçmiş peygamberlerin ümmetlerine uygulanan ve âdet-i ilâhiyye haline gelen dünyevî azap mânasında Kurân-ı Kerîmde geçmekteyse de (M. F. Abdülbâkī, el-Mucem, sünnet md.) ehl-i sünnet tabiri Kuranda yer almamıştır. O gün nice ağaran yüzler vardır (Âl-i İmrân 3/106) meâlindeki âyetle Ehl-i sünnetin kastedildiği tarzındaki bir yorum İbn Abbasa nisbet edilirse de (İbn Teymiyye, Minhâcüs-sünne, V, 134) âyetin devamı dikkate alındığı takdirde burada genel anlamda müminlerden bahsedildiği açıkça görülür.
Erken dönem hadis kaynaklarında da ehl-i sünnet tabiri görülmemekte, buna karşılık sünnet ve cemaat kelimelerine rastlanmaktadır.İlgili rivayetlerde belirtildiğine göre Hz. Peygamber ümmetinin yetmiş iki veya yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan biri dışındaki bütün fırkaların cehenneme, cemaat fırkasının ise cennete gireceğini söylemiş (İbn Mâce, Fiten, 17; İbn Ebû Âsım, I, 30-31, 39); Allahın rahmet elinin cemaat üzerinde olduğunu, cennetin ortasına girmek isteyenlerin topluluktan ayrılmamaları gerektiğini (Tirmizî, Fiten, 7), cemaatten az da olsa ayrılanların İslâmdan çıkmış sayılacaklarını ve Câhiliye ölümüyle öleceklerini belirtmiştir (Buhârî, Fiten, 2; Müslim, İmâre, 53, 54). Ayrıca ihtilâf halinde büyük çoğunluğa uyulmasını emretmiş (İbn Mâce, Fiten, 8), vefatından sonra, yaşayanların pek çok ayrılığa şahit olacaklarını söylemiş, bunlara yetişecek olan o dönemdeki müminlerin kendi sünnetiyle Hulefâ-yi Râşidînin sünnetine sımsıkı sarılmasını öğütlemiştir (Dârimî, Muķaddime, 16). Bu nakillerden yetmiş üç fırka rivayeti isnad açısından zayıf görülmüştür (İbn Hazm, III, 292).
Hulefâ-yi Râşidînin sünnetiyle ilgili rivayetler ise İslâm tarihinde vuku bulan bazı olayların seyriyle bağdaşmayan unsurlar ihtiva etmektedir. Çünkü Hz. Peygamberin vefatından sonra halifenin belirlenmesi konusunda ashabın ihtilâfa düştüğü ve her halife seçiminde nassın bulunmayışından doğan belirsizliğin devam ettiği ilk kaynaklarda zikredilmektedir. Eğer Resûl-i Ekrem râşid halifelerle ilgili bir tavsiyede bulunmuş olsaydı ihtilâf ve belirsizlik ortaya çıkmazdı. Ayrıca bu rivayetler, Şîanın öne sürdüğü sekaleyn hadisine alternatif olarak ortaya konulduğu izlenimini de vermektedir.
Bazı geç dönem eserlerinde Hz.Peygambere nisbet edilmiş olarak ehl-i sünnet tabirine rastlanmaktadır. Ebû Abdullah el-Halîmînin kaydettiği rivayete göre Resûl-i Ekrem her emîrin arkasında namaz kılmayı, her halifenin idaresinde cihad yapmayı ve ehl-i kıbleden olup vefat eden herkesin cenaze namazını kılmayı Ehl-i sünnetin üç esası olarak göstermiştir (el-Minhâc, III, 180). Şehristânînin yer verdiği rivayete göre ise Hz. Peygamber, yetmiş üç fırkaya ayrılacak olan ümmeti içinde yalnız kendisinin ve ashabının yolunu takip eden Ehl-i sünnet vel-cemâatin kurtuluşa ereceğini söylemiştir (el-Milel, I, 14). Ana hadis kaynaklarında yer almayan bu rivayetlerin sıhhati şüphe ile karşılanmaktadır.
Ehl-i sünnete bağlı olanlara sağlam ve doğru inancı benimseyenler anlamında Sünnî adı verilir. M. Watt, sünnî teriminin ilk defa IV. (X.) yüzyılda kullanıldığını ileri sürmüşse de (İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 338) tâbiînden Saîd b. Cübeyre (ö. 95/713) nisbet edilen bir rivayetten anlaşıldığına göre kelime I. yüzyılın sonuna doğru (VIII. yüzyılın başları) ortaya çıkmış olmalıdır (Fığlalı, s. 54). Ehl-i sünnet tabiri ise Dârimîde yer alan bir rivayete bakılırsa (Muķaddime, 23) ilk defa Hasan-ı Basrî tarafından kullanılmıştır. Ehl-i sünnet mensupları, ehl kelimesine hadis, cemaa, istikame, hak, iman, isbat kelimeleri eklenerek oluşturulan terkiplerle ve sıfâtiyye (ilâhî sıfatları benimseyenler), fırka-i nâciye (kurtuluşa eren zümre) ve sevâd-ı azam (büyük çoğunluk) tabirleriyle de anılır; kaynaklarda ise Cebriyye, Mücevvire, Nâsıbe, Nâbite, Müşebbihe, Haşviyye gibi isimlerle ifade edilmek istenir.DİA-EHLİ SÜNNET MADDESİ 30/11/2018
Ehl-i sünnete yönelttikleri eleştirilere gelince, Sünnî âlimlerinin nasları yorumlarken hataya düşmediklerini söylemek elbette mümkün değildir. Nitekim aynı konularda az da olsa ihtilâf etmeleri bunu göstermektedir. Ancak bu tür meseleler İslâm akaidinin genel çerçevesiyle ilgili olmayıp ayrıntı sayılabilecek bazı noktalara münhasırdır. Mutezilenin Ehl-i sünneti teşbih ve cebir görüşlerini ihdas etmekle suçlaması isabetli değildir. Çünkü ilâhî sıfatları ispat eden sadece Sünnîler olmayıp Mutezilîler de belli bir çerçevede sıfatları kabul etmektedir. Kader ve kulların fiilleri konusundaki eleştiriler de Ehl-i sünnetin hatalı olduğunu kanıtlayıcı bir kesinlik taşımaz. Zira bütün olayların ilâhî ilim çerçevesinde meydana geldiğini, bunun yanında kulun fiil yapma gücü ve iradesine sahip bulunduğunu her iki taraf da kabul etmektedir. Ehl-i sünnet sadecesıfatların yetkinliğinden hareketle fiilin meydana gelişinde ilâhî iradeye de yer vermek istemektedir. Mutezilenin müslümanlar içinde azınlık durumunda bulunmakla övünüp çoğunluğu temsil etmesinden ötürü Ehl-i sünneti eleştirmesi de haklı değildir. Çünkü Kurandan getirdikleri deliller kâfir - mümin ayırımıyla ilgilidir. Eğer insanlar içinde azınlıkta kalmak mânevî açıdan bir avantaj ise Ehl-i sünnet kâfirlere nisbetle yine azınlıktadır. Şîanın, hilâfeti kastederek, rey ile hükmettiği ve bazı rivayetleri dikkate almadığı gerekçesiyle Ehl-i sünnete yönelttiği tenkitler aynen kendileri için de söz konusudur. Hakkında nas bulunmayan hususları ihtiyaca göre insanların anlayışına terkedip reye başvurmalarını câiz görmesi İslâmın evrensel ve mükemmel bir din oluşunun tabii bir neticesidir.Yusuf Şevki Yavuz Dia)30/11/2018