"Her Şeyin Yok Olduğu Anda Bile Umut Vardır"

Roberto Bolano, sürgün yazarlar üzerine bir denemesinde, insanoğlu cennetten kovulduğuna göre herkesin sürgün insanlar olduğunu dile getirip; sürgün yazarlar diye bir sınıflandırmanın anlamsızlığından dem vurmuştu.

yazı resimYZ

Roberto Bolano, sürgün yazarlar üzerine bir denemesinde, insanoğlu cennetten kovulduğuna göre herkesin sürgün insanlar olduğunu dile getirip; sürgün yazarlar diye bir sınıflandırmanın anlamsızlığından dem vurmuştu.

Dünya ülkelerini adım adım dolaşan kişiler ile ilgili romanlar yazan Bolanonun tezini doğru kabul etsek bile gerçek sürgünler ile ilgili konuşmanın bir sakıncası olmayacaktır herhalde. Ovidden, Danteye, Nabokovdan, Mahmud Dervişe, Refik Halidden Halikarnas Balıkçısına varıncaya kadar baya uzun bir isim listesinden söz ediyorum. Söz konusu yazarların kimi ülkesinden, kimi özgürlükleri kısıtlandığından, kimi dilinden, kimi de yazılarından ve düşüncelerinden dolayı sürülmüşlerdir.. Türkiyede Osmanlı döneminden bugüne kadar sadece Maltaya sürülmüş olan yazar, çizer, asker ve gazetecilerin hayatlarını Malta Sürgünleri kitabından okumak mümkün Öte taraftan Batı Medeniyeti ise gelişimini, büyümesini, işte bu sürgün yemiş yazarların fikirleriyle şekillendirmeyi bilmiştir. İslam dünyasında ise âlimler sürgünü bir çeşit Hicret gibi görmüş ve hayatlarına sürüldükleri yerlerde devam etmişlerdir.. Bir de sürülen insanların gönüllü olarak sürgüne gitmesi vardır ki bu durum sürgüne giden için hiç bir zaman hafifletici bir sebep olmamıştır. Tarihe baktığımız da gönüllü olarak sürgüne gidenlerin hayatları, düşünceleri, yaşamları daha zor şartlar altında gerçekleşmiştir.

Beri taraftan bazı yazarlar sürgünde düşüncelerinde, fikirlerinde derinleşip yeniden doğarken, bazıları ise gayya kuyularına düşerek hayatlarına son vermeyi tercih etmişlerdir.

George Prochnikin bir zamanlar çok konuşulan kitabı örneğin bunlara birer cevap yazıları ile doludur. Evet, Prochnik, anı, gezi, biyografi karışımı garip kitabında Stefan Zweigın sürgün yıllarının izini sürmüştür.

Yani nasıl oluyor da yıllarca sürgüne katlanmış sonra, işler tam rayına oturdu, iyiye gitmeye başlamışken Zweig ve karısı Lotte aşırı dozda Veronal içerek intihar etmeyi seçmişlerdir?

1881 yılında doğan Stefan Zweig, üstad Said Nursinin tabiriyle; ihtiyar kuşaktan bir yazar Böyle demesinin sebebi de Zweigin I. Dünya Savaşını görmesidir kuşkusuz. Zweig çok zengin bir aileden gelmiş, ilk gençlik yıllarını Viyanada paha biçilemez elyazması kitaplar arasında ve edebiyat konuşulan kahvelerde geçirmiştir. Yazma hayatına ilk olarak şiirle başlayan sonra; denemeci, tarihçi ve biyografi yazarı olarak devam eden ve birçok eserin çevrilmesine katkıda bulunmuştur. Onun unutulmaz biyografileri arasında yer alan: Erasmus, Balzac, Fouchéyi unutmak elbette mümkün değil. 1934 yılında Nazilerin baskısından bir şekilde kurtulup soluğu İngilterenin Londra şehrinde almıştı. Daha sonra Atlantikin öte yakasında yer alan Brezilyada ise son bulmuştu. Zweig sürgünün zor geçen ilk yıllarından sonra, kitapları baskı üstüne baskı yaparken, adeta bir film yıldızı gibi ünlüyken aniden intihar etmeyi seçmesi bana biraz umutla ilgili bir sorun gibi geldi. Zweig yaşamı boyunca hep iki şeye inanıyordu: Avrupa fikrine ve sanatın, kitapların kurtarıcılığına
Zweig sağlam karakterli bir yazar olmasına, hatta ve hatta yaşadığı çağda Avrupa gözleri önünde kendi kendini yok ederken yazıya sığınmıştır. Naziler tüm kitaplarını yırtıp, yakarken ülkesi hakkında bir tek çirkin, kötü, kem söz söylememiş, yazmamıştır.

Zweig; Asla karşıtlarınızın entelektüel seviyesine inmeyi kendinize yakıştırmayın diyerek nasıl karakter sahibi bir yazar olduğunu ortaya koymuştur. Yine Prochnikin kitabından öğreniyoruz ki piyano tuşlarına dokunur gibi sırtlarını okşadığı kitaplarından uzak kalmak Zweig için yıkımı hızlandıran en büyük etkenler arasında yer almış

Efendim, sürgün dediğimiz olay mesafeyle ölçülmez bilirsiniz. Yani insan evinde de sürgün olur. Yuvayı kaybetme duygusudur sürgün ve gerçekten çok acıdır! Edward Saidin ifadesiyle; kış ruhudur. İslam dini bu yüzden iki temel üzerine kurulmuştur. Korku ve Ümit! Yani bir insandan umut gidince inanç da yitip gidiyor ve sonrası çıkmaz bir sokak olabiliyor Zweigın intihar haberini aldığında kendisi de sürgünde olan Thomas Mannın gibi öfkelenmek, meslektaşının intihar etmesini düşmanlarını sevindirmesine yoran yazarlar lazım dünyaya. Mann; İstedikleri tam da buydu diyerek umudu bir görev saymıştır.
Bu dünyaya Stefan Zweig gibi kırılgan değil, metanetli Thomas Mann gibi duruşu olan hakikat ehli insanlar lazım. Umudu korumak, güzel günlerin geleceğine inanmak bir sorumluluktur herkese çünkü. Zira ümitsiz yaşanmıyor. Ya da Thalesin ifade ettiği gibi: Her şeyin yok olduğu anda bile umut vardır. demek ve böyle düşünmek insanı eserleriyle, yapıtlarıyla pekala ölümsüz kılabilir diye düşünüyorum.

Kalın sağlıcakla

Başa Dön