Yılların gölgesi omuzlarıma çökmüş, yorgunluğun ve küskünlüğün taşlarıyla örülmüş bir iç sur gibi beni çevrelemiş. Ne bir mekâna ne bir zamana ait hissediyorum kendimi; hiçbir yer, hiçbir şey beni kucaklamıyor, ben de hiçbir şeyi kucaklayamıyorum.
Bir pasajda okumuştum: “Şehirlere sığamıyorum” diyordu. O zaman sormuştum kendime: “İnsan nasıl sığmaz ki bir şehre?” Oysa şimdi biliyorum; sığılmıyormuş. Bazen insan kendi içine bile sığamazken, betonların, kalabalıkların, tabelaların arasına nasıl sığsın?
Her sokakta bir yankı, her duvarda bir suskunluk var; ve ben o yankıların, o suskunlukların arasında bir hayalet gibi dolaşıyorum. Ne sesim birine değiyor ne bakışım birine konuyor. Şehir büyüyor, kalabalık çoğalıyor ama ben küçülüyorum, eksiliyorum, kayboluyorum.
Bir vakitler inandığım aidiyet duygusu, şimdi rüzgâra bırakılmış bir mendil gibi uçup gitti benden. Geriye sadece şehirlere sığamayan bir ruhun kırık dökük hikâyesi kaldı.