İÇİM BOŞALIYOR SANKİ…
“içim boşalıyor sanki…”
Kuru ama derin bir cümleyi kanattı yılgın sesi.
“içim boşalıyor sanki…”
Hissedememenin, koluna takıp getirdiği, pervasızlık dolaşıyor, yüzünün, çelişen anlamlarla yüklü çizgilerinde…
Derin bir nefes alıyorum…
Yabancı değil bu anlamsızlık dehlizi bana…
Kendime bile yabancı bir sesle, doğruluğuna kendimin bile inanmadığı birkaç harfi, heceyi, kelimeyi birleştirip, birkaç tane bile olamayan anlamsız, ‘hiç’, (bir yığın) cümle kuruyorum…
“olur bazen…”
“hayat işte…”
“…pek çok neden olabilir, psikolojik, sosyolojik…”
o birkaç harf, birkaç hece, birkaç kelime, bir yığın ‘hiç’ cümle duyulmaz oluyor…
Sese dönüşüyorlar durmadan ama ‘hiç’likten kurtulamıyorlar bir türlü…
Ses…
Sürüyor…
Anlamıyoruz…
Tedirginiz…
Anlaşılamamanın ve anlayamamanın çığlığı tam ortamızda…
“içim boşalıyor sanki…”
“hepimize olur…” diyorum yine ve yine bu ses benim mi diye düşünmekten alıkoyamayarak kendimi…
Çaresiz…
Çaresizim…
“Belki” de diyorum, “öyle çabuk ve yoğun aldın ki hayattan istediklerini….”
Duruyorum çok ama çok kısa bir an…
Ne demek istiyorum ben? Düşüncelerim kendime yabancı…
Ne demek yani hayattan istediklerini aldın?
Bu koca bir yalan…
Hiç kimse, o bile alamıyor hayattan istediklerini…
Ama susmuyorum… susamıyorum…
Bir yığın ‘hiç’ cümlenin yankısı ‘hiç’likten öte olmaz…
Biliyorum…
Devam ediyorum yine de…
“ve artık hayattan isteyecek pek bir şeyin kalmadığı için…”
Susuyorum…
Bakıyor…
Aynı yılgınlık-pervasızlık…
Kanıyorum…
Kanıyor…
“bazı şeyler anlatılamıyor” diyor…
“tanıyorum” diyorum…“ben öyle çok yaşadım ki dost…”
“biliyorum” diyor… “susalım…”
“susalım” diyorum bu defa benim olan sesin, benim olan gerçekliğiyle…
Bazen susmak gerekirmiş…
Bazen susarken akılırmış, dostun yüreğine, beyin hücrelerine…
Sustu…
Sustum…
“anlattı…”
“anladım…”