Bizim bunalımımız, yalnızca bize ait bir bunalım değil. Avrupa’nın yarı yolda bırakılmış aklı, Ortadoğu’nun kanayan yaralarıyla birleşti; ortaya, insanın kendini tükettiği dev bir tarihsel boşluk çıktı. Bir zamanlar dünyanın dengesi olan Osmanlı yıkıldığında, yalnızca bir devlet yıkılmadı; insanlığın terazisi de devrildi. O günden sonra Avrupa’nın aklı da karardı, Doğu’nun vicdanı da.
Bugün hâlâ bu gölgelerin içinde yaşıyoruz. Avrupa bizi kenara itti; fakat kendisi de kendi yalnızlığına gömüldü. Ortadoğu ise bu ikisinin arasında, bir sınır olmaktan çıkıp bir yangın yerine döndü.
Sorulması gereken soru şu: Bunca acının, bunca kanın sonunda insan hâlâ insana inanabilecek mi? Yoksa umudu tümden terk mi edeceğiz? Bu soruya “hayır” demek, insanlığın toplu intiharıdır. O yüzden “evet” demekten başka seçeneğimiz yok: Yaşamak, var olmak, yeniden insana kavuşmak için.
Her bunalım, insanın değerlerini unuttuğu için başlar. İnsanlığın değerlerini yeniden aydınlığa çıkarmadıkça, kan yalnızca bedenlerden değil, insanlığın kalbinden akmaya devam edecek. Çünkü öldürülen her insanla birlikte, aslında insanlığın bir damarı daha kesiliyor.
Sartre’ın “Sinekler”indeki o büyüyen sinekler—akılsızlığın, körlüğün, bencilliğin simgesi değil mi zaten? Bizim çağımızda onlar daha da büyüdü; ekranlara, bombalara, fabrikalara, sokaklara sindi. Ama sinekler büyüdükçe, biz de insanlığın aklını büyütmek zorundayız. Çünkü başka türlü o kesif kokudan kurtuluş yok.
Tarih, sürekli bir uyarıdır. Kutsal kitapların dediği gibi, “Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır.” Bizim haberimiz de açık: Ya insana tutunacağız, ya da insanlığın kanı sonsuza kadar akmaya devam edecek.