Geçmişten kalan izler, anılar, bazen zihinde bir tablo gibi. Hiç silinmeyen görüntüler ve sesler. Bunlardan biri çok sık söğüt ağaçları ile etrafı sarılmış Çubuk çayının kenarında ilk gençlik yıllarımdaki gezintilerimdir. Bu gün eğer kafamdakileri size açabilsem bir film gibi otuz yıl önceki halini olduğu gibi görürdünüz.
Yürüyoruz, yemyeşil, nemli söğüt gölgelerinin altında. Birkaç arkadaşız. Çayın kenarları hafiften sararmış tonlarda yeşil yosunlarla kaplı, şırıl şırıl akan sular. Su öylesine dingin akıyor ki, içinden elini suya sokmak, suyun sesini hissederek içinde yürümek geliyor. Her taraf siyahlı beyazlı çay taşları ile dolu. Biraz ilerde derince bir gölet var. Sular orada hafif girdap yapıyor, yarım bir daire şeklinde dönüyor ve sonra tekrar yoluna devam ediyor.
Söğüt dalları dereye sarkıyor. Dere yatağına yakın söğütlerin kökleri görünüyor. Söğüt dallarının arasından ışık huzmeleri sulara kadar geliyor. Ağaçlar hafif rüzgarda sallanırken ışık suyla temas ediyor. Sudan yansıyan güneş ışığı gözümüzü kamaştırıyor.
Biz yürüdükçe bir bir kurbağalar suya atlıyor. Etrafta en çok sığırcık kuşları var. Serçeler, saka kuşları hep etraftalar. Yürüyoruz, derken en arkadan gelen arkadaşım bir türkü tutturuyor.
Gesi bağlarında dolanıyorum
Yitirdim yarimi aranıyorum
Bir çift selamına güveniyorum…
İşte ben aynı yerde, kurumuş bir derenin başında, etrafı inşaat hafriyatları doldurulmuş o boşluğun ortasında, kulağımda çınlayan aynı türküyü mırıldanırken ve kafamdaki resme dalmışken şaşkın şaşkın bana bakan kepçe operatörüne ne diyebilirim.