Ne çok hikaye saklıdır şehir otogarlarında. O hikayelerin ağırlığını bastırmak istercesine hep kalabalık hep gürültülü olur otogarlar.
Bir telaş hakimdir herkesin bakışına; yetiştim mi? Çok beklettim mi? Kaçırdım mı? Bagajım kondu mu? Doğru araçta mıyım? endişelerinden örülü zihin kıymıklarıyla bulanık sisli ve ağır kokan havaları vardır bu veda veya buluşma noktalarının.
Araçlardan inenler… Tedirgin bakışlarla yüzleri inceleyip Nerede? Sorusuyla bakan gözler ve sonunda aradığını bulmanın verdiği keyifle gevşeyen kaslar, yüzlere oturan sırıtışlar… Kucaklaşmalar, tokalaşmalar, el öpmeler.
Yada bulamamış olmanın verdiği tedirginlikle ortaya çıkarılıp çevrilen cep telefonları.
Araçlara binenler … Nereye gidilir olursa olsun buğulu gözlerle çıkılır yollara geride bir el sallanacak var ise eğer o an o peronda. Araçtan işaret ederek anlatılır son kelamlar, “İnince ararım” der eller telefon gibi kulağa götürülerek. Öpücükler konulup avuçlara üflenir hızlıca aşağıdan bakan gözlere doğru. Boyunlar biraz eğiktir duygunun ağırlığıyla kalkmaz sanki dimdik yukarıya doğru. Eller sallanır tekerleklerin hareketiyle birlikte, hedef gözden kaybolana kadar.
Hep birileri gider.. Geride yeni gelen araçlar, onların yolcuları ve onları karşılayan bedenler kalır gene her otogarda. Pis zeminlerine tükürülmüştür defalarca. Gözyaşları akıtılıp sigaralar bastırılmıştır orta yerine. Ama hep oradadır gidenler ve gelenler. Her saniye yeni bir hikaye vücut bulur o ağır ve puslu tavanın altında.
Herkesin hikayesi kendi kalbinde gizlenmiştir ancak. Deşsen de ulaşamazsın, çıkarıp ortaya sayfa sayfa okuyamazsın. Tek okuyanı yaşayan ve yaşarken de yazan bedendir o hikayeyi ve ancak tabloya bakarken hissettiğin kadarını görüp; gelmiş ve geçmişi tahmin edebilirsin işte o kadar…
11Mayıs2008