Türk hikâye sanatı en yakın Sami Paşazade Sezaiye kadar uzanır. Ama hikâye denince Ömer Seyfettin ve Ahmed Hikmet Müftüoğlunu hatırlarım.
İsmini zikrettiğim bu iki kıymetli hikâyecimiz ülkenin en karanlık dönemlerinde yaşamış olmalarına rağmen, milli kimliklerini saklayarak kalem oynatmayı akıllarının ucundan bile geçirmediler. İşte bu duruşları yüzünden hikâye denince aklıma ilk bu iki isim gelir. Zira onların hikayelerini ne zaman okursam okuyayım, her zaman derin derin düşüncelere dalmışımdır.
Her sanatkâr gibi hikayeciler de toplumun dertleriyle ilgilenmiş, ilgilenmek zorunda kalmış, hiçbir zaman sıradan insanlar gibi yaşamamışlardır. Duygu dünyaları, yaşam biçimleri, hayat felsefeleri öylesine hassastır ki normal insanların umursamadıkları çoğu meseleler onları derinden yaralamıştır. Bu yüce kalemler hangi şartlar olursa olsun sanatlarını milletimizin fabrika ayarlarına getirmek için kullanmışlardır. Her ne kadar Kan Kardeşi, Kaşağı gibi insan kalbinin attığı hikâyeler daha çok bilinse de, ben daha çok Ömer Seyfettini Pembe İncili Kaftan, Başını Vermeyen Şehit gibi milli meselelerle yoğrulmuş hikâyelerinden, Müftüoğlunu da Çağlayanlarından hatırlıyorum. Daha sonraki dönemlerde hikâye dünyamızda Memduh Şevketi, romancılığıyla ünlü olmakla beraber Refik Haliti, Sait Faiki, Sabahaddin Aliyi, Tarık Buğrayı ve benzerlerini okuduk. Bunların bazıları sanatlarını ideolojilerinin emrinde, bazıları da hayat anlayışlarında kullandılar. İki dünya savaşı arasında Sovyetler Birliği kapalı kutuydu. Ancak en karanlık dehlizlerde dahi bir propaganda makinesi gibi iş tutmuştur. Ülkece yaşadığımız ekonomik buhranlar ve yaşanılan fakirlik yüzünden Rusyanın propagandası insanlarımız üzerinde etkisini arttırmıştı. Bu dönem hikâyecilerimizin bazıları Batıda esen rüzgâra kapılarak kendilerince bir yol seçtiler. İkinci Dünya Savaşının bombaları Avrupaya düşmeye başladıktan sonra, fakirleşen, yalnızlaşan Avrupa insanının rehabilitasyona ihtiyacı vardı. Bunun için o dönemin kalemşörlerinin, hayatın saçmalığını bol bol işlediğine şahit oluyoruz. Halbuki biz o yıllarda Batının yaşadığı acıları yaşamamıştık. Derinlerden gelen başka dertlerimiz vardı. Savaşlarda tükenmiştik, fakirdik ve farklı bir medeniyetin çocuklarıydık. Üstelik bir kültür muhacirine dönüşmüştük. Var olabilmemiz ancak hayatı ciddiye almamızla mümkündü.
Günümüzde yaşayan, gelecekte ise kendisinden söz ettirecek günümüz yazarları arasında Mustafa Kutlunun eserlerini çok önemsiyorum. Her şeyden önce Kutlu, bu milletin, bu toprağın çocuğu olduğunun şuurunda bir yazarımızdır. İnsanın olduğu yerde mutlaka dert vardır; dertsiz sadece bazı delilerdir. Anlayabildiğim kadarıyla Kutlunun telakkisine göre dışardan reçeteler almamıza gerek yok. İnsanımıza sorumluluğunu duyurur, onu vicdanının sesini dinler hale getirir, sağlam bir ahlâk sahibi yapar, bir de onu çağın idrakiyle buluşturursak, o insan bütün dertlerini çözebilir. Dertler bizden kaynaklandığından, merhemi de yine bizdedir. O yıllarca önce yayınladığı Ya Tahammül, Ya Sefer, Yoksulluk İçimizde, Yokuşa Akan Sular ve diğer kitaplarında insanımızı bu anlayışla ele almıştı. Kutluyu bu eserlerinde ne bir vaiz, ne bir toplum mühendisi olarak görürüz. Onu sadece ve sadece bir sanatkâr kaygısıyla sahip olduğumuz hazineleri duyurmaya çalışan bir yerli olarak tanırız.
Bu Böyledir, Uzun Hikâye, Beyhude Ömrüm, Mavi Kuş, Tufandan Önce, Uzun Hikaye kitaplarının hepsini okudum. Kitaplar bitince kendi kendime konuşmaya başladım. Değerlerimiz ki, bizi biz eden o değerleri uzun uzun düşünme ve tefekkür etme fırsatı verdi. Kutlunun hikayelerini her okuduğumda içerlendiğimi, iç geçirdiğimi, hüzünlendiğimi bazen de gözyaşı döktüğümü itiraf etmeliyim. Diğer bütün kitaplarını severek, hayatın nabzını duyarak sindire sindire okudum. Eserlerindeki lezzet, sadece hikâye tekniğini çok iyi bilmesinden değil, doğunun çizgilerini, sembollerini muhteşem kullanmasından kaynaklanıyor. Böylece o kitabı okuyup bitirdiğinizde, hasretini duyduğunuz atmosferi teneffüs etmeye başlıyorsunuz. Kutlu, insanı yalnızca biyolojik bir varlık sığlığında almamış, bir bütün olarak ele alarak onun ruh dünyasını, metafizik derinliğini de hiç ihmal etmemiş. Onun için kahramanları, kuklaları, plastikleri andırmıyor; canlı, kanlı, ruhlu insanlar olarak karşımıza çıkıyor.
Evet, dün gece sabaha kadar Tufandan Önce kitabını okudum. Demokrasinin hayatımıza getirdiği eğlenceli durumu gözlemesi, keskin zekâsı ve hiç de göstermediği hiciv yeteneğiyle ele almış. Hayattan kopuk geniş kitlelerin cahilliğini istismar ederek yaptığı kara mizahı, kitap bitince ayağa kalkıp kendimce alkışladım. Politikacılarımızı, bürokratlarımızı, hatta halkımızı dikkat çekici bir şekilde resmetmesi gerçekten takdire şayan Kurulacak bir tesisin etrafında dönen fırıldaklar Herkesin o tesisi kendisine mal etmeye çalışması Millet ekmek, politikacı ve bürokratların hesap peşinde oluşu ve bunun günümüzde bile hâlâ aynı oluşu hem acıklı, hem de komik gelmeye başladı.
Kutlunun sade, duru anlatımı kesinlikle basit veya alelade değil, şiirle iç içe girerek kıvamını bulmuş bir eser olarak karşımızda duruyor. Yazarın Tufandan Önce eserinde başkaca kitaplarda görmediğim o edebiyat kaygısını aşmış olmasına da ayrıca sevindim. Hatta üstadın bilerek, isteyerek hikâye sanatına yenilik, çeşitlilik, zenginlik getirdiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Kendisini sanatın bu alanında ortaya koyduğu eserle Ben de varım demesinden büyük bir keyif aldım, haz duydum
Kalın sağlıcakla