Ben bir dünya yurttaşıyım. -Sokrates |
|
||||||||||
|
(Acemi Dergisi'ne söyleşi için teşekkürler.) -Leyla Ülker ‘’Leyla olmak ‘’ şiirinde ‘’Varya!.. Leyla olmak, kolay bilirdim ben, mecnunu sevmeden’’ der. Şiir ve Leyla kolay oldu mu? Hem sahi şiir için Leyla şart mıydı? Şu yalnız kelimeler aç mı yatardı? -Ersin hocam ilkin, soruları okuyunca, bu sorular bizzat bir şair tarafından hazırlanmış olsa gerek, dedim . Çünkü ancak şairler varlığı bu denli ihata eden sorular hazırlayabilir. Bu soruda hedefe bir ok çekmişim de tam 12’den vurabilecek miyim telaşıyla ellerim titremekte. Şair çok yerinde söylemiş, mecnunu sevmeden gerçek manada Leyla olunmaz. Leyla iseniz, ismiyle müsemma olmak için yana yakıla mecnuna yönelmeniz gerekir, yoksa surette Leyla, fakat sirette yalancı olursunuz. Benliğiniz uzun ve karanlık bir geceye dönüşmedikçe, saçlarınız ve bahtınız gece kadar siyah olmadıkça ve kavuran çölde bir başınıza kalmadıkça Leyla olmayı bilmek muhaldir. Asıl bundan sonradır ki Leyla kimdir, Mecnun kim? Leyla aşık mıdır, yoksa maşuk mu biline. Şiir için illa Leyla olmak şart değildir de, bir Leyla’ya vurgun olmak şarttır belki. Bu yolla asıl Leyla’nın kim veya ne olduğunu hiç olmazsa sezmek gerekir, belki Leyla görülmese de onun uyandırıcı sesini işitmek mühimdir. Yeryüzü, gökyüzü ve ikisi arasındakiler Leyla’nın güzelliğinin gölgeleridir, bunu görüp de Leyla olmamak mümkün mü? Bir arkadaşım, “Hem Leyla’sın, Hem Karaca’sın. İşin zor demişti.” Uzun uzun düşünmüştüm bunun üzerine. Şiir ve Leyla kolay olamaz , kolay olsa o ne şiir olabilir ne de Leyla. -Bir yazınızda ‘’Yabancılaşmanın devamı, bütünlüğün parçası olduğu bilincine erişememek, kendi varlığını korumaya almak ve daha ilerisi ayrılık ve ötekine tahammülsüzlüğü getirir’’ diyorsunuz. Sizce günümüz şiiri toplum için ötekileşmekte mi? -Türk şiirinin ötekileşeceğini sanmıyorum, şiir bizim mayamızda var, ona yabancılaşamayız. Ancak ne zaman ki bir şair, şiirini sevgiyle yoğurmuyor ve onu kendine bir kafes gibi örüyorsa onu ister istemez öteki kılıyordur zaten. Şiir, yapısı gereği kendi varlığını korumaya alamaz, tam tersi kendini tüm zamanlara mümkün olduğunca açar, evrensel yapısı gereğidir bu. Şiir, ayrılık değil, bütünleşmedir, bu bütünleşme ne kadar tamamlanmışsa o denli yoğun bir birleşmeyi ifade eder. Kendisi dışındakine tahammülü olmayan, o bütünden kopuk, bencilce bir egonun anlaşılmaz bir biçimde resmedildiği şiirler görüyorum, ki aslında bu yönüyle bunlara şiir demek imkansız, toplumun belleğinin uzağında kalmaya mahkumdur. İyimser bir bakışla bu tarz girişimlerin azınlıkta olduğunu düşünüyorum. Toplumun hafızasında eriyemeyen, sert, bükülmez şiirler şairine de fayda sağlamıyor, tez zamanda günışığının değmediği bir yerlerde yitiriliyor. Samimiyet, içtenlik, vefa…Şiir ve toplum arasındaki yıkılmaz köprüler…Bunlar olmadığı zaman yaptığınız ne olursa olsun kalıcı olmaktan uzak olacaktır. Şiir insanın üst dili ise toplumun hafızasından silinmeyecektir. -Bir çok bilim adamı, kaşif, edebiyatçı ve daha pek çok insan, çalışmakla birlikte hayal güçlerinin sizi silkelediği günümüz şairleri kimler ola ki? -Fizik biliminden resim sanatına kadar pek çok alanla ilgiliyim. Böyle olunca etkilendiğiniz isimler de çoğalıyor, kısaca söylemem gerekirse, ömürlerini yılmayan bir arayış içinde geçirenler beni çok etkilemiştir. Giordano Bruno’dan, Plotinos’a; Oktay Sinanoğlu’dan Salvador Dali’ye; Seyrani’den Filibeli Ahmet Hilmi’ye ; Herman Hesse’den Oscar Wilde’a kadar çok farklı isimler beni etkisi altına almıştır. Günümüz şairlerinden örnek verecek olursam, Sezai Karakoç, Sefa Kaplan, Cevdet Karal, Hilmi Yavuz, Vural Bahadır Bayrıl, Haydar Ergülen, Süleyman Çobanoğlu ve şimdi sayamadığım pek çok isim var. Aslına bakarsanız bir şair beyni zonk zonk zonklayan her insandan etkilenir, isimler bu yüzden çok da önemli olmamalı. Eserler önemlidir, siz eserden etkilenirsiniz, onu yazan kişiyle zaten direk bağ kurmazsınız. Onun yazmış olduğu eserdir sizi yörüngesine çeken. Bu da o eserin evrendeki frekansı ne kadar yakalamış olduğuyla ilgilidir. Yazar , şair veya ressam esere bir nevi oluk görevi görür, büyüleyici bir ışık ondan akar. Bu ışığın aktığı oluğun çok abartılmaması gerektiğini düşünürüm çünkü bazen öyle olur ki, eser kendisi bir vücuda kavuşur, Necip Fazıl’ın eserleri benim için capcanlıdır, nefes alıp verirler, yaşayan birer organizmadır. İvan Gonçarov ismini zorlukla hatırlarım her defasında ama Oblomov hiç aklımdan çıkmaz. -‘’Işığın asamdır/çöllerime selsebiller yürüten/yıldızlar yağar hecelerinden/bir geceye duruşun bekasıdır varlığın.’’ Dizelerini besleyen sebil nedir? -Zülf-i yare dokunan bir soru. Yani yarin o güzel saçlarına dokunmuş olacağız bunu cevaplayınca. Ama biline ki, o yar saçlarına kolay kolay elletmez. O öyle bir selsebildir ki, onu ne kadar anlatmaya kalksam hep eksik söylemiş olacağım. Tüm hayatımı bir çırpıda engin sularına salıvermeye gönüllü olduğum bir okyanus gibidir o. Bu yüzden ne dile gelir, ne de sorulduğunda görülür olur. Yalnız kendi istediği an, cemalini gösterir. Bazen mısralarda, bazen öyküde görünür de benim gibi bir acizin buna en ufak bir dahli söz konusu olamaz. Elime kalemi verirse o verir, yaz derse eğer, kalemi o yazdırır. O ne isterse yazılacak olan odur. O öyle bir sebildir ki, durmadan berrak sularını akıtır gönüllere, ancak, elini uzatacak olsan onun güzelliğinden ürkersin. Anlatmaya kalksan ne tarif edebilirsin, susayım desen onun hiç durmadan anlattığını görürsün. Sen sebilin akıp giden hayat suyunda ancak kaybolabilirsin, buna mazhar olursan geride bir sen de kalmaz. Gözlerimi alan ışığına dayanıp da düşe kalka yürüdüğüm bitmez tükenmez bir aşktır o. Ne başı vardır ne sonu. Herşeyde her an görünürken yine de gizli kalabilen bir dilberdir. Sesini her an can kulağınıza dayamıştır amma ne söylediğini anlamak için ben’inizi bir kenara bırakmanızı ister. O’dan başka mevcut yoktur, buna şahit olmanız için. O’ndan başkasına bakmanıza müsaade etmez, yanlışlıkla gözünüz kayıverdi diyelim, bunun için günler geceler boyunca af dilemeniz gerekir, artık durumunuz O’nun yüce insafına kalmıştır. O’ndan başka maşuk yoktur. Yarin zülfüne dokunmak ne zordur…. -‘’Kırk derece söylenen’’ şiirinizde ‘’sularda geziniyorum, otağımı hangi ırmağa sersem aynı soluksuz ağrı’’ ne ki; şiir dindirir mi, azdırır mı ağrıyı? -O şiiri yazdığımda gerçekten ateşim 40’a çıkıyordu, ağır bir grip geçiriyordum. Hasta yatağımda, alnımda ıslak bezler varken kağıtlara karaladığım sözler onlar. O ateşler içindeki hali az çok bilir herkes. Hem korkunç üşürsünüz hem de delice yanar kavrulursunuz, üşüdükçe ürperdikçe ateş de artar. Orada üşümek ateşin habercisidir. Ortada görünen alev yoktur belki ama siz feci halde yanmaktasınızdır. Ağır ateşliyken tuhaf rüyalar görürsünüz ve bunlar genellikle suyla ilgili olur. Ateşler içindeyseniz o harareti giderecek olan yalnızca su’dur çünkü. Bir ırmaktan bir ırmağa serersiniz otağınızı, hepsinde aynı ağrıyı duyarsınız. Ateş dinmedikçe hep aynı ağrıdır hissettiğiniz, hangi ırmak olduğu çok da önemli değildir. Yaşamın bir minyatürüdür o sahne sanki. Yaşam da böyle değil midir çoğu kez? Şiire gelelim…Şiir, yaşam ağrısını hiç olmazsa bir nebze dindirirken hakikat ağrınızı arttırır ve bir yerden sonra üstadı hatırlarsınız. “Kaçır beni ahenk, al beni birlik. Artık barınamam gölge varlıkta. Ver cüceye onun olsun şairlik. Şimdi gözüm büyük sanatkarlıkta!” Derdimiz şair olmak değildir, şairlik ağır ve ağrılı bir sevda nişanı gibi belirir omuzlarda. Şiir, dünya yükünü omuzlamışken ağzımıza çalınan bir parmak bal gibidir. Mühim olan insanın kendi yolculuğunda menzile varabilmesidir. Bu yolculukta söylenen türküler gibidir şiir. Yol arkadaşı gibi dert dinler. İnsanı ferahlatır. Elinizi tutar karanlıkta, ben buradayım korkma, der. Kelimelerden bir eviniz olur artık, her yağmurda, fırtınada sığınırsınız. Şiirin sesi o evin güzelliğidir. -‘’Oysa sana kurulmuştu hep zaman’’ diyorsunuz ‘’Hezar ile Andelip’’te. Sizce ne zaman çalar zamanın zili? -Zamanın zili duyan için her an çalmaktadır da, o keskin sesini belki en çok ölümle duyar insanoğlu. “Oysa sana kurulmuştu hep zaman / ve adın dilime dolanmışken böylece/ önünde diz çökmüştü zamanın tüm dişlileri/ hattat neden böyle çekip uzatıyordu çizgiyi çehrelerde./” Zaman da mekan da hep sevgilinin sesine ayarlıdır, tüm saatler onun için kurulmuştur, her an, her saniye onu tavaf edercesine döner de döner etrafınızda. Uçsuz bucaksız evrenler, güneşin etrafında dönerken kendi etrafında dönen gezegenler hep aynı şeyi fısıldarlar duyabilene. Atomun içinde hem çekirdeğin etrafında hem de kendi eksenlerinde dönen elektronlar gibi. Tüm bunlar da sevgiliye ayarlıdır. Hepsi aynı aşkı meşk etmektedirler. Bu böyleyken zaman nasıl ayrı kalabilir bu düzenden? Güneşi düşünün… İçine tamı tamına bir milyon dünya sığan güneş bir kalp gibi atmaktadır. Hiç durmadan atan bir kalp…Tüm kalpler de sevgiliye ayarlıdır. Zerrelerin titreşimi, tüm frekanslar gibi….Zamanın zili, seven için her an çalmaktadır, hiç susmadan konuşur o. Amma herkes için ortak zamanlar var, işte o zaman, zamanın zili farklı bir çağrı için çalacak. Hesap zamanını kastediyorum. Zamanın zilini her an duyanlar belki o zil sesinde fazla ürkmeyecekler. -’Ruh Yanaşmaları’’nda: ‘’ey yüzümü çizen yüce ressam, o seslenişin olmasa ne anlamı kalırdı varlığın’’ diyen Şair Leyla hangi manevi iklimde soluklanmaktadır? -Şüphesiz yaratılan her şeyde var mükemmellik ancak insan yüzü hayret verici bir şekilde mükemmeldir bana göre, kusursuzdur. Biliyorsunuz evrende pek çok şeyde altın oran mevcuttur, yüzde de vardır bu altın oran. Parmaklarımızda hatta günebakan çiçeğinde…Yalnız yüzde tanımlayamadığım başka şeyler de var, sizde olan ışığın, o ruhani yapının açığa çıkması gibi bir şey. O yüce kalem hem yüzümüzü çizmiştir, hem de o yüzü bize gösteren berrak bir gözü. Al bak ne kadar güzelsin, kendin gör, demek ister gibidir. Bu aslında “Ben ne kadar güzelim, kendimi sende seyretmek istedim” demekle eşdeğerdir. Yani o ressamın bize mükemmel bir yüz çizmesi bize seslenmesidir de aynı zamanda. “Sana kendi güzelliğimden dayanabileceğin kadarını bahşediyorum, bilesin güzellik benim ve bendendir.” demiş oluyor. Hangi manevi iklimi soluklandığıma gelince… Adı üstünde manevi iklim, onu maddi birkaç kelimeyle anlatmak namümkündür. Şu kadarını söyleyebilirim, insanın kalbi de beyni gibi düşünebilir. Mevlana, “Akıl akıl olsaydı, adı gönül olurdu.” demiş. Şu dış dünyada ne çok şey görüyor gözümüz, ucu bucağı yok. İşte buradan kıyas edersek, insanın iç alemi şu gördüğümüz evrenden belki büyüktür, dolaş dolaş bitiremezsin. İşte gerek dış, gerekse iç aleminde insanoğlu hep o yüce ressamın sesini işitir. Zaten o ses olmasa varlığın anlamı da olmazdı. Öznesiz cümle ne işe yarar? -‘’Irmağın Oğlu’nda ‘’yazmak zorundayız okunmamış kırıntılarını yanılgıların’’ derken bahsettiğiniz konuda zorunda kalmayı şiiriniz kabullenir mi? -Kelimeler iletişimin sakat çocuğudur, şiirde alet edevatımız görünürde kelimeler bile olsa. Bazen şiir kelimelerden de sıyrılmak ister, her kelime kendi kabuğundan arınmak, erimek ister. Kelimenin olmadığı bir dünyayı arzular şiir. Sesin hiçbir engele takılmadan kanatlandığı bir alemi. Zorunda kalmak ifadesi, yazmaktan başka bir yol olmadığı, bize biçilen görevde yazmanın bir sıtma misali bizi sardığıdır. Burada kastedilen budur. Duygular haritasına bir işaret bırakıyoruz yazarak ama bunu kendiliğimizden yapmıyoruz. Şiirim, öykü ve denemelerim hasılı elimde bir kalem oynuyorsa hakikatin, erdemin hür kölesidir. O, bir oluk gibi durmak zorundadır aşk’ın gerçekliği karşısında, kıpırdamadan,dimdik. İçinden hayat pınarı akan bir yol düşünün, o artık bir oluk olmak zorundadır, seçme şansı yoktur, ben biraz da şurada ağaç olayım, diyemez. Onun çekilişi veya yönelimi hep aşkadır, aşka dairdir, ne yapsın? Benim anladığım zorunluluk budur. Oluk suya mecburdur, onun suyla ilişkisi, ‘Ben sana mecburum bilemezsin’, der gibidir. Aşık sevdiğine aşık olmak zorundadır artık, onu delicesine düşünmekten başka yapacağı bir şey kalmaz. Başka yol yoktur onun için, emir demiri keser çünkü. -‘’Mansur’da ‘’nar çiçeğim, kalma cefasız, açıver gitsin’’ dediniz. Cefasız olmayı istemek hayatın özünde bizden istenene aykırı mıdır? - Sorular öylesine diri ki, ne desem de az gelecek. Sanki burada yaşamı, varoluşu tanımlıyor gibiyim. Bu, cefayı nasıl tanımladığınızla ilgili. Şems, Makalat adlı eserinde Mevlana için, “O, içinin temizliğinden sarhoştu.” diyor. Şimdi bunca sarhoş olan biri için cefa nedir? Aşk acısı olsa gerektir ama aşk acısı da bal kadar tatlıdır bir yerde. Biz normal insanlar üzerinden gidelim. Kendi adıma selamet istemekten yanayım, çünkü güçsüzüm. Tüm insanlar için de selamet istiyorum çünkü insanlar da güçsüz. Amma velakin, yaşam yolculuğunda başımıza gelecek olan gelecektir. O mısrada ölümü kastediyordum aslında, nar çiçeğim kalma cefasız, ölüver gitsin’di demek istediğim. Nar çiçeği o harikulade çiçeğini açar ve sonra meyve verir. Elmalar meyve vermeden önce müthiş güzel çiçek açar, domatesler hatta salatalık bile. Burada bir mesaj olmalı, her meyve önce çiçek açıyor. Sonra çiçeği yavaş yavaş solarken meyveye duruyor. Bir elmayı alıp düşünmeden yiyoruz, onun çiçeğini çoğunlukla görmediğimiz için belki de. Doğadan uzak yaşamanın en büyük dezavantajı bu. Ben doğanın içinde bir yaşam seçtim, bakın bu bir yönüyle cefadır, bir yönüyle de nimettir. Yani sizin nasıl baktığınıza göre şekillenir. Şehirde yaşamaya alışık birini doğaya bırakın, bu onun için bir travma sebebi olabilir. Köyünü özleyen bir şehirli içinse bir ödüldür bu. Elbette herkesin acı diyerek tanımladığı durumlar var. Heybeden acizliğimizi çıkarıp, ben çok acizim, kaldıramam, yetiremem, demek bizden istenene aykırı değildir, neden olsun ki? Bizden istenen bellidir. Özelde her bireyden istenen farklı bir şeyler var ve eğer o sizin için cefa oluyorsa, “Her zorlukta bir kolaylık vardır”. Nar çiçeği açınca meyveye duracaktır, onun için belki de zordur bu, hiç nar çiçeği olmadım ama sonuçta bir dönüşüm, değişim sözkonusu. Nar çiçeğinin meyve olması onun için bir cefa olabilir sonuçta ölüyor ama bir nimettir de meyve olarak yeniden doğuyor. -‘’Çıkrığı, kaderin en uzağına daldırmak mıdır’’ şiir? -Kesinlikle odur. Bakın size Seyrani’den bahsedeyim. O gerçek bir şairdir bana göre, bir halk ozanıdır. Seyrani bir şiirinde “mini mini ayaklar üzerimde gezecek”, diyor. Ölümünden sonra bir müddet mezarı bulunamıyor. Daha sonra bir ilkokulun altında medfun olduğu anlaşılıyor. Seyrani kaderin en uzağına daldırmıştır çıkrığını. Ölümden sonrasını haber veriyor. Bunu da çaktırmadan yapıyor. Mahremiyete toz kondurmuyor kısaca, buna özen gösteriyor. Kaderin en uzağı herkes için farklıdır, şair gerçekte kaderini sezebilen, bunun için kendisine ruhsat verilmiş kimselerdir. Bu nasıl oluyor bilmiyorum, bilsem de söylemezdim. Bilen söylemez, söyleyen bilmez demişler. Bu o ilham denilen şeyden çok farklı olarak tanrısal bir şey, çoğunlukla da dünyaya değer vermemekten geçiyor. Evrenle kurduğu ilişki öylesine derin ve anlamlı ki, şaire bilgi kapıları açıktır. Onun üst bilinci, yakaladığı o frekans çok farklıdır, bu elbette aşktan geçen bir yol. Seyrani’den açtık ondan devam edelim. Bir üstada olsam çırak / Bir olurdu yakın ırak / Kemiğimi yapsam tarak / yar saçının tellerine /…./ Vakit kalmadı dermağın / Kaldır Seyrani parmağın /Deryaya akan ırmağın / Katre olsam sellerine ….Yakını ve ırağı bir eden devasa bir aşk olsa gerek. Yoksa insan niye böyle yanar ki? Yüzünü hakikate ve erdeme çeviren alçakgönüllü, kibirden uzak kimsedir şair. Eğer kibirli iseniz bu yolda çok ama çok geride kaldınız demektir. Gönül aynasını silebilen yiğitler kaderin en uzağına salarlar çıkrığı ve ne geldiğine bakarlar. Ne gelirse ‘eyvallah’ derler. Bazen cefa gelir çıkrığın ucuna, bazen de sefa. Onlar için birdir, sevgiliden gelmesi önemli. Ne gelirse, yar yine yakmış mektubun ucunu, derler. Bir öncekiyle soruyla da bağlantı kurmuş olduk böylece. Çok zevkli bir söyleşiydi çok teşekkür ederim. Bu vesileyle Acemi dergisi herkese hayırlı olsun, ömrü uzun bahtı açık olsun. Yaşamak ustalığında hep acemi kalmak dileğiyle. Acemi Dergisi - 1. sayı
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © leyla karaca, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |