Bilmek kadar kuşku duymaktan da zevk alıyorum. -Dante |
|
||||||||||
|
Elbette hangi gün yazmaya başladığımı tam hatırlayamıyorum ancak 26 mart 2012 de henüz 55 sayfa olan dosyayı gmail adresime kaydetmişim. Bu dosyada henüz göğsündeki gökyüzü ifadesi yok. Bu dosyayı Keşşaf adıyla kaydetmişim. Bu tarihe göre düşünürsem yazmaya mart başı gibi başlamış olmalıyım o zaman. Havalar daha ısınmamışken ama yalancı bir güneşin cama vurduğu bir gün Safran’a telefon açtığımı hatırlıyorum. Kitaptaki adıyla Safran tabii. Ona daha henüz birkaç sayfa yazmışken telefon açıp, ‘ Müsaade varsa sizi yazmak istiyorum.’ dediğimi çok net hatırlıyorum. Ve onun ‘Yaz ama adımı verme…’ dediğini de. Ardından benim için çetin süreç başlamış oluyor. Bir romanın yazılış aşamalarını anlatmak bir zifafı anlatmak kadar zor. İşin en zor tarafı mistik bir eser kaleme alırken o mahrem duyguların neresinde, nasıl duracağını bilememek…Ya haddi aşan bir kelam edersem endişesiyle kalemin ucunun titreyip durması. İşte o kalemin ucunun titreyip durduğu yerde yardım istemek…Ve asıl o gelen yardımın romanın ta kendisi olduğunu anlamak. Bahsettiğim 55.sayfadan sonra bir müddet yazamadım. Çünkü bu işin benim boyumu aştığını düşünmeye başlamıştım. Ta ki çok emin olduğum bir işaretler silsilesi başlayıncaya dek…’Yaz!’ işaretleri peşpeşe gelmeye başlayınca benim için bir akış da başlamış oldu. Kendimi aradan çıkardığım ölçüde akış güçleniyor ve büyüleyici bir şekilde beni esir alıyordu. Hem canımı yakıyor, hem can bağışlıyordu. İlerleyen zamanlarda bu akışın yönü defalarca değişti; bu berrak su kah kıyıya çarptı, kah okyanusa açıldı…Kendi olağan yönünü bulması için çok çalkalanması gerekti. Kendisi çalkalanırken beni de çalkaladı. Her seferinde dengem bozuldu, her yön buluşta duruldum. Biraz daha ilerleyince bazı konularda derinlemesine araştırma yapmam gerekti. Bu araştırmalar beni akıştan koparıp rasyonel düşünceye davet ediyordu. Anlatımı besliyor, zenginleştiriyor, içeriğin farklı katmanlarını sağlamlaştırıyordu. O aradaki süre boyunca bir ara ALES’e girmek için durdum. Bir ay kadar bu akıştan görünüşte tamamen koptum. Oysa aklım fikrim hep ondaydı…ALES ilkbaharın yapıldığı 13 Mayıs’tan sonra sabrı tükenmiş bir aşık gibi romana geri döndüm. Yine aynı akışın içinde buldum kendimi ancak bu kez su çok daha derin ve şiddetliydi. Günün belli saatlerinde yazıyor, belirlediğim bazı diğer saatlerde farklı kitaplar okuyordum. O sıralarda bilişimdeki işimden ayrıldığım için kendimi tamamen bu işe verebiliyordum. A4 formatında yazıyordum ve sayfalar ilerledikçe, ‘Bu iyi…Daha ikiyüzüncü sayfadayım...” diyerek nerede olduğumu kontrol edip rahatlıyordum. Oysa roman formatı A5 formatıydı ve benim A4 formatında yazdığım 282 sayfa, A5 yani roman formatında 511 sayfaya denk geliyordu. Sizin anlayacağınız oldukça kapsamlı bir çalışma yapıyordum, ancak henüz farkında değildim. Kendimi nasıl bu kadar kaptırdığıma sonradan ben de şaşırdım! Konuyla ilgili araştırmalar yapmaya devam ettiğimi, uzun uzun sayfaları taradığımı, hatta Youtübe’da işime yarayacak türden önemli savaş sahnelerini izlediğimi dahi hatırlıyorum. Ondan önce günlerce cirit okuduğumu, durmadan cirit izlediğimi…Ondan da önce bir iki hafta boyunca nasıl iyi at binilir konusunu araştırdığımı ve ardından bununla yetinmeyip küçük bir çiftlikte defalarca at bindiğimi söylemeliyim size. Sonra duymak, görmek ve koku alemlerini anlatırken, görmenin, duymanın ve koklamanın bilimsel anlamda nasıl olup bittiğini uzun uzun araştırdım; renkleri ve ışığı da. Fotoğraf sanatıyla ilgili en az 8-10 kitap inceledim. O kitapları okurken fotoğraf sanatı beni o kadar etkiledi ki üniversitede fotoğrafçılık okumayı bile düşündüm. Bazı günler yazarken saatlerin nasıl geçtiğini ve günün nasıl olup da bitiverdiğini hiç fark etmedim. Etrafımda bu süre boyunca duyduğum tek ses dışarıdan gelen ve durmadan öten horozun harika sesiydi. Ne tuhaf ki romanın bittiği günlerde sahibi bu horozu kesmiş. Buna üzüldüm gerçekten…İşin tuhaf tarafı ben yazarken ortam müsaitse müziğin sesini sonuna dek açarım. Ama bu gürültüde o horozun muhteşem sesini içten içe seçiyordum. Farkındaysanız aslında romanın o mahrem macerasına hiç girmeden yani suya sabuna dokunmadan anlattım bazı şeyleri. Elbette daha derinlerde en azından benim açımdan olağanüstü şeyler var, ancak dile gelmiyor. Mesela romanın neden yazıldığı konusu var. Bu bir çekim galiba, durduramadım. 16 temmuz 2012’de dosyayı 185 sayfa olarak gmail’ime kaydetmişim. Dosyanın adı halen Keşşaf. İtiraf etmeliyim ki romanın bazı bölümlerini yazarken yemek içmek dahi aklıma gelmedi. Ana karakterin adını uzun süre düşündüm. Hatta birkaç kere ismini değiştirdim, en sonunda rüyamda duydum ismini. Uyandığımda mutlu oldum, isim gerçekten güzeldi: Dilruba! Sanırım bilinçaltım bana bu karakter için en uygun ismi söylüyordu! Ramazan ayına geldiğimde iftar ve sahur arasında savaş ve çöl sahnelerini yazdığımı hatırlıyorum. Ancak iftar ve sahur arasındaki o süre bana yetmiyordu nedense. İftardan sonra hemen sahur oluyor gibi geliyordu. Ramazan benim için başka açılardan da zor bir aydı! Ramazan bayramının ilk günü roman tamamen bitmişti. Bazı yerlerin üzerinden geçip kontrol ediyor ve genel anlamda kurgunun ne kadar içten ve doğal olduğuna bakıyordum. 19 Ağustos 2012’ymiş Ramazan bayramı... Bugün 19 şubat 2013...Romanın baskıya girdiği dakikalar... Yalnız belirtmeliyim ki, bana acı veren süreç romanın bittiği tarihten sonra başladı. Ramazan bayramının o ilk günü içime bir acı çöreklendi. Ben çok farkında değildim ama o günden sonra (yani 19 Ağustos 2012’den sonra ) Kasım ayına kadar dikey bir düşüş yaşadım. Bir anda boşluğa düşmüş, yahut terk edilmiş gibi olmuştum. Sonra her şey yavaş yavaş normale dönmeye başladı… Bu satırları yazdığıma göre rutine dönmüş olmalıyım. Tüm bu ilginç zaman dilimi boyunca yaşadıklarım için tüm kalbimle şükrediyorum. Romanı merak edenler için kısacık bir ipucu…., 'Dilruba’nın yolu bir ermişle kesiştiğinde ermiş ondan göğsündeki gökyüzünün fotoğrafını çekmesini ister. Ama önce Dilruba’yı farklı ve fantastik alemlere götürecektir: Duymak, görmek ve koku alemleri. Burada Dilruba’nın kendini yeniden keşfetmesini isteyen ermiş ona duyularla ilgili uzun dersler de verir. Sıra koku alemine geldiğinde Dilruba Tuğrul’la tanışır ve onun kokusunu duymaya başlar. Bunun sırrına kendi göğünün fotoğrafını çekmeden önce koku aleminde yaklaşacaktır.' Kitabı kısa bir süre sonra kitapnehri.com’dan (daha ucuza) temin edebilirsiniz. (Leyla Karaca-Göğsündeki Gökyüzü) Ayrıca 16 Mart 2013’de Ankara AKM’de (Eski Hipodrom) imza günümüz var. Tüm Ankara davetlidir.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © leyla karaca, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |