Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığmızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır. -Arthur C. Clarke |
|
||||||||||
|
AÇ KURT 8 OSMAN Osman kar fırtınası içinde güçlükle ilerlemekteydi, buralar ne zordur kışın, ne çekilmez ve ne acımasız, asit gibi eritir insanın umutlarını ve içindeki iyiliği ve güzelliği, doğa şartları işte. Akşam indi mi kışın kabus gibi inerdi. O perişan eden giyotin öyle düşerdi ki, köy evinin hayatla bütün bağlantısını koparır, onu adeta gömerdi zift gibi karanlığa ve bu insanı korkuturdu. Öyle ama, insanın umutlarını ve yaşam sevincini gül gibi patlatan ve püskürten şeyler de vardı burada, kuzenini içinde (fırın) pişen ekmeğin kokusu, onu tereyağlı yemek, ahırın önünde havlayan köpek, ahırda doğumu yaklaşan ineğin acılı inleyişi, bir örümceğin sabır ve umutla ağında bir sinek bekleyişi. Küçücük şeylerde kozmos vardır, evrenin gülümsemesi, ilahi gücün yenilmez kılıcı, şu kısa yolu bir an önce tüketip geri dönmeliydi. Aslında sabaha kadar bekleyebilirdi. Geçen sene köyde hamile kadının biri hastalanmıştı, sabahı beklemişler ve kadın sabah ölü bulunmuştu yatakta, aynı şeyi başıma gelir korkusuyla yola çıkmıştı. Aniden uzaktan ir yerden silik bir kurt uluması duydu, arkasında bir noktadan gelmişti uğultu, nicedir kurtların sesini duymamıştı, en son 2 yıl önce duymuştu ulumalarını, kurtlar hayalet gibiydi, ne görünüyorlar ne de sesleri geliyordu, çok iyi saklanıyorlardı, buralarda genelde çakal ve tilki olurdu. Bir kurt sürüsüyle bir kar fırtınasında karşılaşma olasılığı parladı kafasında, tüfeği ve mermisi vardı; ama bu sürü açlıktan gözü dönmüşse, içini bir korku kapladı, çok eski ataların anlattığı kurt sürüsünün parçaladığı köylülerin hikayesi döndü kafasında, o çocukken babasının ve köylü çocukların anlattığı hikayeler. Kurtlar çok zeki hayvanlardı, pusu kurarlardı, plan yaparlardı, arkadan yaklaşırlardı ve hepsiz bir avı yakalamak için organize hareket ederdi, her şeyi hesap ederlerdi, avlarının peşinde gece gündüz delice bir sabırla giderlerdi. Kurtlar bir tür seri katil gibi hareket ederlerdi. Ve çok aç olduklarında kaybedecekleri hiçbir şey yoktu, bütün bir sürü birden hücum ederdi, o esnada zifiri karanlıkta hangisine ateş edebilirdi, tamam el feneri vardı ama dört bir yandan saldırırlarsa; (kurtlar askeri tim gibi hareket ederler, devrimci gerillalar misali, bu yazarın uydurduğu bir şey değildir.) işini çok çabuk bitirirlerdi. Ama 45 yaşındaydı, 45 yaşına dek hayalinden geçtiği gibi bir manzaranın merkezinden olmamıştı, ava çıkmayı severdi, Başta boğazına et girebilmesi için ava çıkardı, sonra bu işe alıştı e buralarda et bulunan en zor şeydi. Bekardı o zamanlar, 18 yaşındaydı. Avcılığa yeni başlamıştı. Dedesinden kalma eski tüfekle. İnsan 18 yaşındayken hayat bambaşkadır gözünde, Yapamayacağı devrim oktur, aşamayacağı engel tanımaz, bir amaç uğruna, onu fethetmek uğruna gecesi gündüze karışsa fark etmez, ne büyük saflık merak heyecan ve umutlar hissederdi Osman. Dedesinin artık tüfek senin dediğini gün, gözleri parlıyordu. Bu sen artık adam oldun demek gibi bir şeydi. Dedesi tüfeğe kimsenin ellemesine izin vermezdi, yeşil gözlerinin soluğu vardı bu tüfekte, nice güzel anısı. Tüfek onun ciğerinin parçası gibi bir şeydi. Tüfek karısı gibi bir şeydi, onu neden versin ki torununa, ama torun başkaydı. Bahar ayıydı, Osman yazın gelmesini, sonra kışın gelmesini deli gibi bekliyordu, kış gelsin ki ava çıkabileyim, ve sonra yaz geldi, ekinler kaldırıldı tarlalardan, daha önceden hiç dikkat etmediği ya da umursamadığı bir şey oluyordu, boş tarlalarda, güvercin sürüleri akın akın gelip otların arasına düşen ekin tanelerini topluyordu, yüzlerce güvercin göğün bir noktasında süratle gelip dalga dalga yayılıyordu tarlalara, Osman elinde tüfek varmış gibi nişan alıp ateş ediyordu. Köyü o zamanlar daha çok köylü gibi hareket ediyordu ve köylü olmak o zamanlar için çok kazançlıydı. Buğdayın mısırın genetiğiyle oynanmamış zamanlardı. Bereket vardı, çevre kirliliği oktu, her şeyin saflığını koruduğu zamanlardı insan ilişkilerinin… o gün Osman basından dayak yemişti, çok kızmıştı kırılmıştı ama sakin kafala düşününce hak etmişti bu dayağı. Köyün asi gençleriyle oturup içmişti, sabaha karşı gitmişti eve. Kurdukları tek bir hayal vardı, yaz muhteşem yaz gecesinde, tarlanın kenarında çimene uzanmış, ellerini ensesinde birleştirmiş yıldızlara dikmişti gözünü, derenin sesi geliyordu kuşlaklarına, şıngır mıngır akıyordu, sarhoş kafayla bir de şeftali bahçesine dalıp gelmişlerdi ateşin başına. Gülerken korkuyla atıyordu kalpleri, oysa buradaki kimseler olmazdı, şeftali bahçesinde bir hayvan, bir şey görmüşlerdi; ama ne olduğunu anlayamamışlardı ya kurt ya çakal… ya ayı…neydi o diyorlardı koruyla, derede kurbağalar vıraklıyordu, bir Ağustos böceği ötüyordu kararlılıkla, bir baykuş öttü. Ateşe çalı attı dört gençten biri. En küçükleri oydu, 14 yaşındaydı. Ama en boylu poslu olanı da oydu. Mehmet, Ahmet, Veysel ve Osman. Dörtlü bir çete oluşturmuşlardı, köydeki hayat belliydi, okumak kendini kurtarmak; ama hiçbirisi liseyi bitirememişti. Tarlada bağda bahçelerde çalışıyorlar, sığırlara ya da koyunlara çobanlık ediyorlar, kasabanın mezbahanesinde çalışıyorlardı. Köyde hayat belliydi, askere gidersin, gelirsin, ailenin seçtiği kızla evlenirsin, hiçbirisi bu hayatı istemiyordu, köyün kızlarını beğenmiyorlardı ki. Köyün kızları da onları. Köyün zenginlerinden olsa iş başkaydı tabi. Çalıştıkları bütün paraya aileleri el koyuyordu, ses çıkaramıyorlardı. Osman bir tarak almıştı kendine, bir çakı, çıkarıp bunları gösterdi. Mehmet tarağı aldı ve saçını taramaya başladı, yapma dedi kızdı, o pis kafana sürme, Mehmet çok kızdı ve onu bacak arasına sürüp verdi, herkes gülmeye başladı, bit ne gezer bende, tarağın kadar konuş namussuz, Osman da gülüyordu, özür diledi. Ahmet söze başladı, lan biz niye bu köyde fakir olarak doğduk ki, başak bir ülkede zengin bir adamın oğlu olarak doğmadık ki.. babamın gülümseyen gözlerinden çok sert yumruklarını hatırlıyorum, sizce bu garip değil mi… herkes gülmeye başladı. Herkes şehirde nasıl bir hayat kuracağından söz ediyordu. Hatta birlikte gitmeyi planlıyorlardı, yaz biter bitmez bavullarını alıp köyü terk etmek, eh tabi gizlice. Bu sürekli konuştukları, tasarısını yaptıkları bir hayaldi. Hep burada gelip konuşurlardı bunu, ne iş yapacaklar filan. İnşaat işi. Tabi. Anlamadıkları iş de değildi. Kasabada yapılan kimi binalarda çalışmışlardı. Amelelik yani. Osman o günün sabahına kadar yapılan p planlara, kurulan o hayallere sonuna dek bağlıydı, ölümüne, ama akşam iş değişmişti ve bunu kimseye söylemiyordu, sırt üstü uzanıp yıldızlara bakmasının perde arkasında bambaşka şey vardı, ötekiler onun şehirdeki yaşantıyı hayal ettiğini sanıyordu, oysa ilgisi yok, Osman o günün akşamı çeteyi terk etmişti aslında. Köyde bir düğüne gitmişti. Muhtarın kızı evleniyordu, muhtarın kızı karşı köye gelin gidiyordu, evin bahçesinde ufak bir düğün oluyordu işte. Osman’ın gözleri kızlardan birine takıldı, kızlar ayrı bir bölümde eğlence yapıyordu, kız dışarı çıkınca onunla göz göze gelmişti. Ufak tefek, saf bakışları olan meleksi bir kızdı bu, o sırada içerden Mehmet’in bekliyordu, Mehmet muhtarın amcasıydı, kim bu kız dedi, damadın en küçük kız kardeşi. Osman’ın içinden bir alev akıp gitti, çarpıştı, onu o an tam anlayamadı ama saatler sonra farkına vardı, çarpılmıştı, evleneceği kız oydu. Ve çetenin hayallerinin saçma sapan ve asla gerçekleşemeyecek olduğunu düşünüyordu şimdi. İpe sapa gelmez hayaller…hepsi… evlenip onunla bu köyde yaşamak. İlk kez bu köyle derin bir bağlantı kurduğunu hissetti. Tıpkı çocukluğundan olduğu gibi. Dedesinin hediye ettiği tüfeği düşündü, kışın gelmesini delice arızalandı, şehirde yaşasa orada avlanma imkanı olmazdı ki. Para sorunu olursa ya kasabada bir işe girerdi ya da gurbete çıkardı, çiftçi olarak neden geçinemesin ki. Ötekiler hep böyle ocak olmamış mıydı, isyan edip gidenler hakkında hiç iyi şeyler duymamış, işleri rast gitmemiş, şans adeta onları terk etmişti. Babaya isyan hiç iyi sonuçlar vermemişti, böyle hikayeler duymuştu köyde. Basıp gidenlerden üçü hapse düşmüştü. Biri takıldığı kadını öldürmüş, diğeri ev sahibini, diğeri ise borçlu olduğunu birini. Üçlü şehirde yaşama hayallerini süsleyip püsleyip birbirlerine anlatmış, Osman tek kelime etmemişti, can sıkıcı; hatta şeytani bir sessizlik ortamı sallıyordu, Osman en sessiz olandı şöyle deyiverdi bağırarak: Çocuklar siz martı değilsiniz, kanatlarınız yok, uçurumlardan düşüp ölürsünüz. Az akyalarınız yere bassın. Anca konuşup duruyorsunuz. Bence bunların aslı astarı yok. Askere gidin. Dayak yiyin. Aklınız başınıza gelir. Babam böyle der. Anne sesini duymasanız bir hafta dünya başınıza yıkılır. Hepsi gülmeye başladı. Ya kardeş sesi. İçlerinde bir dermansızlık, karanlık çöktü. Bir yandan uyanır gibi oldular. İçlerinden dine en yakın olan Ahmet dedi ki: en iyisi neyse o olsun, canım. En iyisi neyse o olsun, canımızı yaksa bile. Canım. Muhakkak ki Allah’ın bizim için özel bir planı vardır, harcanmamızı istemez, kimsenin harcanmasın istemez. Şamata kesir gibi oldu ama düğün hakkında sohbet dedikodu başladı bu kez, düğüne gelen kızlar hakkında. Osman yıldızlara bakıp dalıyor, içinde bambaşka bir sızı, hayatında ilk kez duyuyor, bir çığlık kopuyor yüreğinden, sonra yenisi çıkıyor, dalga dalga, kıyasıya onu düşünmek istiyordu. Evet, ilk kez canıyla kanıyla sevdiği, uğruna ölebileceği dostlarıyla ararında bir ayrılık belirmişti, daha önceleri kavga erler, kırılırlar ama çok geçmeden barışırlardı, çok iyi biliyordu ki; bu muhabbetler zaman gelip bıçakla kesilir gibi kesilecek, herkes kendi yoluna gidecekti, herkes kaderinin yolunda olacaktı, artık o neyse. Bu dostluğun sonsuza dek süreceğine inanırdı, sürmeyeceğini anlaması kalbini kırmıştı, gözlerinden yaşlar düştü, ne için ağlıyordu, aşık olduğu için mi dostlarıyla bütün güzel günlerin tükeneceğini görmesinden midir. Sordular, o da dedi ki: “Bu günleri çok ararsını dostlar. Çok.” Ertesi gün tarlada babasına yardım ediyordu, tuvalete gidiyorum deyip kaçtı, evden oltasını yiyeceğini alıp ormana gitti. balık tutayım dedi; ama balık yoktu, o da sevdiği kızı düşünerek şarkı mırıldanarak ormanda ilerlemeye başladı. O kadar çok yol gitti ki; şimdiye kadar hiç ayak basmadığı bir yer keşfetti ormanda, burada küçük bir göl vardı, rüya gibi güzel bir yerde burası, soyup suya girdi, sonra kenardaki kayının üstüne uzandı, ağların gölgesi altındaydı, ağlamaya başladı, mutluluktan. Ben burada yaşamayım dedi kedine, ne olursa olsun. Osman kafasındaki düşüncelerden sıyrıldı, kar fırtınası aynı şiddetle devam ediyordu ve yol bu gidişle gidilmesi imkansız hale gelecekti adımlarını hızlandırdı. Şimdiye kadar gelmiş olması lazımdı, peki nerdeydi bu çiftlik evi. Durdu, bir an kafası karıştı, bir an bir kabusta mı yoksa gerçekte mi olduğunu anlayamadı, kendini kaybolmuş gibi hissetti. İleri baktı, ışık mışık hiçbir şey yoktu, zifiri bir karanlıktan başka hiçbir şey yoktu. ZULÜM VE BASKI ADAM ÖLDÜRMEKTEN DAHA AĞIRDIR, Osman inşaatta, sona koy bunu. Metnin sonuna o uygun hikayenin sonuna. Zulüm ve baskı ölmekten ya da öldürmekten daha ağırdır. AÇ KURT SÜRÜSÜ Siyah kurt durdu, başını arkasına çevirdi, onları görmedi, nasıl görsün zifiri karanlıktı; kulakların kabartmıştı, ayak seslerini duydu, kara bata çıkan ilerleyen sürüsü, nefes alıp vermeleri, sımsıcak, ateş gibi sımsıcak nefesleri. Sürü ona çok yaklaşmıştı, hareketlendi, midesinden gelen açlık feryadını duydu, öfke hissetti, öfke ise içindeki, derinlerde yatan güç duygusunu harekete geçirdi, kendisini çin değil, sürüsü için, iyi bir lider sürüsünü heba etmez, ki heba oldular çoktan. Canı sıkılıyordu yine. bir an önce yiyecek bulmalıydı, şansa önlerine bir av çıksa; ama bu boş bir ayaldi, boş hayallere yer yoktu, ama bu sıkıntılı anda kafasını oyalıyordu işte bu saçma sapan düşünce, burada, doğada kazanmak için delice, ölümüne çarpışmak, diğer deyişle gayret etmek lazımdı, gayretkeşlik, sonuna dek, avı yakalayamasan bile, hı, her av de kurtulmak için canla başka yani delice mücadele eder, Açlığın baskısı ve zulmü, kar fırtınasının baskısı ve zulmü. Zulüm ve baskı ölmekten ya da öldürmekten daha ağırdır. Siyah kurdun eski sürüsü (ataları) aklına geldi, büyükleri sürekli dolanırdı, gece gündüz, bazen günlerce gelmezdi mağaraya, o ve diğer bebek kurtlar onları beklerdi, bakıcı kurtlarla. Onların nerelerden gezdiğini merak ederdi, onlarla takılmak isterdi ama bakıcılar izin vermezdi. Büyüdükten sonra onlarla takılmaya başladı ve avlanmanın ne büyük sıkıntılı ve tehlikeli olduğunu gördü, arka planda kalmaya, işi diğer kurtların bitirmesini istiyor, bekliyordu, pasifti ama bu kez de yemek sırasında sona düşüyordu. Kim ne kadar emek harcarsa avı tuzağa düşürmek için yemekte o kadar öncelikliydi. O da sona düşmemek için önde olmaya, cesur davranmaya başladı, böylece genç kurtlar arasında sivrildi, saygı ve itibar görme başladı, diğer genç kurtlar ondan korkardı, siyah kurt büyüklerinin de takdiri topluyor, herkes bu kurt büyük işler başaracak dedirtiyordu; ama diğer kurtlar birlikte üstüne atak yaptığında da fazla ses çıkaramıyor bu sırada sürünün liderleri araya girip onları azarlayıp sakinleştirip kendi köşelerine gitmelerini sağlıyorlardı. Sürüde iç çekişmelere, kapışmalara göz yumulmazdı. Diğer genç kurtlar yemek sonrası oyun oynardı, sonra kıvrıldıkları yerde uyurdu, siyah kurt ise hemen temizliğe başladı, her yerini yakalayıp tertemiz ederdi, oyunla uğraşmazdı, oyun oynamayı sevmezdi, sürünün lider ve sözün geçen güçlü kurtlarını izlemeye alırdı, onların hareketlerini tavırlarını sözlerini ölüp biçerdi. Sürünün en yaşlı dişisinin yanında oturur onun hikayelerini dinlerdi, yaşlı kurt en zorlu yıllardan sağ çımayı başarmıştı, ona öğütler verir, kimseye vermediği bilgileri aktarırdı. Diğer genç kurtlar çocukça takıldığı için onları yanında kovardı, hırlayıp korkutup kaçırırdı; ama siyah kurda ilişmezdi. Çünkü siyah kurt dinlemeyi severdi. Çok saygılıydı. Yaşlı kurt onda bir parıltı görmüştü, deha, eğer o kumaşı ilenirse onda birçok yetenek gelişebilirdi ve şansı varsa, nice kurdun çok basit hatalarla ölüp gittiğine tanık olmuştu, siyah kurt da bunlardan biri olabilirdi ve bu düşünceyi hiç unutmuyordu; çünkü o da küçük bir hatası yüzünden ölürse ardından üzülmek İstemiyordu, hayatı boyunca yoldaş bildiği çok kurdu kaybetmiş ve onları kaybetmenin derin acısı ruhunu sarsmıştı, enkaz olmuştu ve yaşlılığın güzel döneminde yenden eskisi gibi kahrolmak istemiyordu, zaten bazı hastalıkları vardı, çok yaşamazdı, son zamanlarını kimse için üzülerek geçirmek istemiyordu. Ona evlat diyordu. Siyah kurt da ona baba diye sesleniyordu, bazen hiç ses etmiyorlar, bakışarak konuşuyorlardı. Bütün kurtlar arsında böyle bir ilişki, anlaşma vardı ama bu iki kurt arasındaki iletişim, bağlılık bambaşkaydı. Genç kurtlar uzaktan sürü liderlerinin avlanmasını izliyorlardı, saklandıkları yerden. 15 kurt domuz sürüsünü kıstırmaya çalışıyordu, açık arazide yakaladıkları domuz sürü ormana kaçmaya çalıyordu, kurtlar onlar çembere almıştı, kış yaklaşmıştı ve sabahtan beri yağmur yağıyordu, domuz sürüsü uzun otların arasına kayıp kayboldu ve hayalet oldu bir anda. Kurtların kafasın karıştı, bellediler ve ses vermelerini beklediler, sağanak yağmur domuzların sesini gizliyordu. Sonra domuzlardan birkaçı genç kurtların önünde belirdi. Siyah fır en iri olanını kapmak için fırladı, büyüklerinin avı nasıl yakaladıklarını, neler ettiklerini çok iyi biliyordu, şimdi iş ondaydı, kalbi heyecanla çarpıyordu ve öfkeliydi de, onları görür görmez öfke hissetmişti. Diğer kurtlar saklandıkları yerde korkup başları biraz daha eğdi aşağı. Siyah kurt ise mermi gibi fırlamıştı. Dört ayağıyla koşuyordu ama aslında kalbi fırlayıp gitmişti ve ayakları arkadan geliyordu, ruhu aslında fırlayıp gitmişti, akyalar çok gerideydi, akıl alamaz bir arzu onu ok gibi fırlatmıştı ileri. Hiç olmadı kadar hızlı, hiç olmadığı kadar çevikti, bütün kaslarını hissediyordu, ıslak otlar, çamur içinde er yer kayarak ilerliyordu, gözleri en iri domuza kilitlenmişti, çünkü iri domuz sürüyü doyururdu, domuza çok yaklaşmıştı, büyüklerinin yaptığı gibi tam arkasında hücum edecekti, evet, atam arkadan, adımlarını hesaplıyordu, uçarcasına gidiyordu, arkadan yaklaşacak, bir pençesiyle ayaklarından birine vuracak, domuz yuvarlanacak ve o esnada gırtlağını kapacaktı, domuz arkadaki üç yavrusuna ve eşine baktı, erkek domuz korku çığlığı attı, kaçın sinyalini vermişti. Karısı ve üç bebeği karışıp bir anda gözden kayboldu, siyah kurt bunu beklemiyordu, erkek domuz ona dönmüş bekliyordu, siyah kurt böyle olmaması gerekiyordu diye düşündü, ama cayacak değildi, korkuyordu ama onun gırtlağını yakalayacaktı, o korkunç öfkeyi hissetti, genlerindeki öldürme güdüsü, saplantısı. Sanki bir robot gibiydi ve sanki hipnotize olmuş gibiydi. Ayağı kaydı ve yuvarlanmaya başladı, ağaç vardı, bu gidişle ağaca çarpacaktı ve domuz da ona doğru geçiyordu, evet geliyordu, o da kurt da doğru koşmaya başladı. Daha önce bir domuzun bir kurda neler edebileceğini hiç görmemişti, tek gördüğü kaçan domuz sürüsü ve onları kovalayan büyükleriydi. İçinden bir ses, burada bir yanlışlık var, dur, gitme, toparlan, burada bir yanlışlık var diyordu kurt sezisi. Onun kaçması gerekiyordu neden kaçmıyor e bana doğru geliyor. Az sonra çok kötü bir şey olacak, ya bana ya ona. Domuzların çok kuvvetli çeneleri vardır sırtlanlarınki gibi. Kemiği parçalar. Siyah kurt bunu bilmiyordu. Siyah kurt yuvalandı, ağaca çarpacaktı, dört ayağıyla ağaca vurdu ve üstüne atılan domuzun üstüne sıçradı, bu esnada domuz kurdun ön ayaklarından birini yakaladı ve silkti. Siyah kurt da kulağında kaçtı, iki taraf da acı duydu, birbirlerini bıraktılar ve domuz otlar arasında kayboldu ve siyah kurt yerde inliyordu. Ciyaklıyordu. Ciyaklamasını sürünün lideri ve diğerleri geldi. Lider ve birkaçı domuz sürüsünün peşine düştü, yaşlı kurt geldi ve ayağına baktı, ayağını yaladı, ucuz atlattın der gibi. Pişmen lazım, ayağın kurulsa işin bitmişti der gibi baktı. Siyah genç kurt o gün hayatının en önemli dersini almıştı. Ancak şaşkın bir kurt o iri domuza saldırırdı, bütün sürü onun cesaretin konuştu çok uzun bir süre. En büyük dersi: Hiçbir av için hayati riske girme. Olmuştu. Ölümcül açlık haricinde. Kurt sürüsüyle hareket et, tek başına yeniliri çünkü. Sürü güç demekti, dert ve bela paylaşımı. Sürü dayanışma demekti. Ortak bilinç ve şuur demekti. Sürü hayatta kalmak demekti. Kahramanlık yapmaya kalkanlar, korkusuz olanlar çok çabuk ölürdü doğada. Kurt kokak kalırsa hayatta kalırdı. Şans mı, şans varsa eğer o gün o domuzun elinden kurtulmasıydı, yiyecek bulmak için çarpışmaktan başka bir şey yapılamazdı doğada ve bunu bütün kurtlar bilirdi. Ancak tembel, zayıf hasta ve yaşlı kimi kurtlar çöplüklerden ya da leşlerden beslenirdi. Dişleri pırıl pırıl, jilet gibi keskin ve güçlü kurtlar o dişleri ava geçirmek, avın tadının kanını, kanındaki korkuyu hissetmek isterler, o vahşi iç güdüler tatmin olmak ister çünkü, onda korku yaşatmak isterler, sımsıcak ateş gibi sımsıcak nefeslerin onların enselerine, gırtlaklarına püskürmek isterler; çünkü onlar kurt. Ve bir kurt doğasında ne varsa işte bu vahşi içgüdüleri gerçekleştirmek ister. Bebek kurt bile narin; ama keskin dişlerini geçirdiği bir av görür rüyalarında, aşıktır öldürmeye. Öldürünce rahatlar, öldürünce üstünden ve içinden tonlarca yük kalkar. Öldürme güdüsü ondan delilik halidir, o derece şiddetlidir. Öldürmese hasta olur, bunalıma girer. Ruhu isyan eder öldürmedi diye. Vahşet çığlıkları atar ruhu, kalbi ve kafasının içindeki alev alev parlayan ışık, zihnin koridorlarındaki acımasız tapınak. Onun tanrısı: Katil olmaktır, açlık için ya da zevk için. Siyah kurt sürüsünden gelen bir homurdanmayla geçmiş düşünce ve hayallerden sıyrıldı. Öteki bir şikayeti önemsedi ve oludu, bir diğer ise isyan amaçlı uluyarak destekledi bu ulumayı, diğer isyan için cesaret veren biçimde, korkmayın bu budaladan, haydin, yürüyün, gidip boğalım şunu iddiasındaydı, öteki onlara kızarak; kapayın çenenizi, hiçbirinize bu zor durumda yarar getirmeyecek karışıklığı, az dişinizi sıkın, yitecek bulacağız, lider de bizim kadar aç, çocuklar dercesine homurdandı. Siyah kurt sorumluluklarını yerine getiremediği için üzüldü, derin bir acı duydu, herkes haklıydı, bir şeyler yapmalıydı, yapabilmeliydi, öyle ulumaya başladı k; bu uluma kalp acısı doluydu, gözyaşı, bu ulumada bebeklik günleri vardı, bu ulumada çocukluk döneninin parlak ışıkları vardı, bu ulumada gençlik günlerinin çılgın ve hapis olmaz ve karşı konulamaz ilk heyecanları ve tatlı sabahların göz kamaştıran ilk ışıkları vardı, bu ulumada çöken akşamların verdiği huzur ve ailesiyle sürüsüyle güvende olmanın ve onların anında kıvrılıp uzanmanın müthiş keyfi ve kendi olmanın tarifsiz mutluluğu vardı, bu ulumada karlı kış gecelerinde inlerinde karnı doymuş halde dışarıdaki fırtınanın korkutucu cayırtısını dinlediği anların kalp tınısı vardı, bu ulumada sürüdeki genç yoldaşlarıyla itişip kalkıştığı, bir kemik etrafında dönen oyuna, kemiği kim kapacak yarışındaki coşkulu ve sert anların gerilimi vardı, bu ulumada ıssız ve ayak basmamış ormanlara sürüsüyle girdiklerinde etraftan korkuyla kaçışan kelebeklerin göz kamaştırıcı renkleri ve ormanın soluk alıp verişi vardı. Bu ulumda sürüden atıldığı gün duyduğu hayatın ilk derinden sarsıcı acısı, ruhundaki amansız mahvoluş vardı, bu ulumada sürüden atıldığı ilk gece duyduğu perişan eden açlık ve tek başına olmanın verdiği parçalayan korku vardı, bu ulumada artık tek başımayım, karımı nasıl doyuracağım, kardeşlerim, annem babam yok, bakıcı teyzeler yok, acısı vardı, bu ulumada sürüsüne duyduğu korkunç özlem vardı, bu ulumada ormandan gelen seslerin onda yarattığı panik, endişe, her an bana kötü bir şey olacak okursu ve çevresine kulak kesilip bir oraya bir buraya başını çevirdiği anlardaki karanlık ıslık vardı. nice zor zamanları atlatmamış mıydı, o zamanlardan biri parladı zihninde. Tek başınaydı ve ilerliyordu, ormanda pinekliyor, akşamı aç geçiriyor, av bulmak için çevreye bakınıyor, bir şeyler kokluyor, sürekli biri şeyleri tarıyordu, gözleriyle, burnuyla, kulaklarıyla, ama her nedense hiçbir şey göremiyordu, o ormanın ö bölgesine adım atmadan dakikalar önce sanki gizli bir güç ötelerde ormanda yaşayan bütün canlılara haber veriyor, ve bütün canlılar saklanıyor, orman ölüm sessizliğine bürünüyordu, çıldırıyordu et için, çıldırıyordu süründeki gibi et yemek için, kan için, zevk ala ala, parça parla yemek için, o mükemmel yutkunmalar için ve doygunlu sonrası deden kana kana içtiği sular, yemek sonrası su içmek kadar güzel bir şey yoktu, s içmek onu ne kadar çok mutlu ederdi, su bambaşka bir şeydi, karnında suyun durduğunu işaret eden o yumuşak ve yenilmez his gibisi yoktu., Bütün o cehennem zamanlarından sağ kurtulmayı başarmıştı, direnmişti ve şansı da vardı ve direnişi sayesinde hayatta kalmayı başarmıştı, püf nokta burasıydı, en zor zamanlardan direniş göstermesiydi, ölüm kalım savaşı verdiği anlar, evet, kader denilen şey işte tam bu anlardan çiziliyordu, şayet kendini bıraksa, teslim olsaydı çoktan ölmüş olacaktı ve bu sürünün lideri olamayacaktı, evet, şimdi de öyle bir zamandı; ama bu zaman en zor zamandı, daha önce benzerini hiç yaşamamıştı, tek olsa neyse, ama koca sürüsü söz konusuydu, sorumluluğun ağır baskıcı korkunçtu, kendi ölse sorun olmazdı ama koca sürünün heba olup gitmesi bu kar fırtınasında, belki de onları ölümün kucağına fırlatacak kararlar alıp duruyordu; ama bu korkunç şartlarda bile elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordu, tek gayesi vardı, sürüyü ne pahasına olursa olsun hayatta tutmak, tek bir fire bile vermemekti. Çünkü her biri bireyin sürüye inanılmaz büyük katkısı ve gücü oluyordu, bir fazlalık sürüyü büyük ve güçlü gösterirdi. Düşmanları korkuturdu. Eğer bir haftadır yanlış kararlar veriyorsa; ki muhtemel ya da değil. En zor zamanda kendine güvenmek gerekir ve öyle yapıyordu, şayet yanlış seçimler kullanıyorsa yapabileceği bir şey vardı, çok güzel bir seçim, burada liderdi, söz sahibiydi, o ne derse o yapılırdı, uçurumda geçmek için uçurumdan aşağı atmamak gerekiyorsa yüz metre aşağı; o uçurumdan öyle geçilirdi. Lidere ciddi, adamakıllı isyanın tek sonucu vardı, lider onu boğazlardı, öldürürdü, bunu lider yapsa bile sürüde güç merkezi olan diğerleri yapardı, sürüdeki sistem buydu. Lider arkasını döndüğünde birileri ona saldırırsa sürünün içindeki lider yanlıları onları gözden kaçırmazdı. Şimdi lider kaybeden olacaksa bile savaşarak kaybetmeyi yeğlerdi. Ne var ki düşman kar fırtınasıydı, fırtına nasıl yenilir ki. Ezip geçer dümdüz ederdi kurtları, savaşılacak olan bir av ise sürü zaten yapacağı işi, kuracağı oyun zaten çok iyi bulurdu. Bu kar fırtınasıyla savaşmanın tek yolu sabrederek ilerlemek, direnç göstermek, karşı koymadan kabullenmek ve onlunla uyum sağlamak, onunla bütünleşmek; ama onu güzellikle ve iyilikle aşmaya çalışmaktı. Yani son derece olumlu olmaya çalışmaktı, siyah lider zaten en zor zamanları o durumu hazmederek algılanmasına ve gelecek günlere umudu içinde fırtına gibi harekete geçirmesine borçluydu, yeni bir şeyler olacak, yeni ir dizayn içinde bulacaktı kendini bunu kafasında kurmuştu, bunu bütün yüreğiyle destekleyip kazmıştı yüreğine, yırtına yırtına, acı çeke çeke, aç kala aç kala. Mahvola mahvola. nice zor zamanları atlatmamış mıydı, o zamanlardan biri parladı zihninde. Sürüsünden atıldığı ilk günlerdi, dağlarda, el ayak değmemiş karanlık ormanlarda dolaşıyor, yiyecek bir şeyler arıyordu, o zamanlarki kafası ve içgüdüleri buralarda bir yerlerde yiyecek olduğunu söylüyordu; ama en yanlış yerlerde geziyordu, üstelik boşun boşuna ve enerji (yakıt) harcıyordu, günden güne daha çok zayıflıyordu ve bir deri bir kemik kalmıştı, yiyecek ararken; yani hayatta kalabilmek için dahil olabileceği, yani onu kabul eden bir sürü de bulmalıydı, ama hemcinslerine dair iz ya da koku da bulamıyordu, aralarına katılmak istediği sürü onu öldürebilirdi de; henüz bunu bilmiyordu, yiyecek konusunda en bakılmaması gereken yerlerdeydi, bulduğu ufak leşlerle beseliyordu, kokuşmuş bir sincap leşi, kokuşmuş bir tavşan leşi. Pis iri bir böcek. Bir lokma yitecek bulup onu sonsuz bir keyifle çiğneyip midesine gitme manzarasını ağır ağır hissederken dünyada ondan mutlusu ve ondan çok ferahlayanı yoktu, aç olunca bir kırıntının bile anlamı vardı ve bu konuda muhteşem bir coşku ve hayatta kalabileceğine dair büyüleyici kıvılcımlar saçıyordu kafasının derinliklerinde. Bir ağcın altına tünüyor, kir pas pislik içindeydi, çevresinde binlerce sivrisinek uçuyordu, cehennem çukuru ormanın yiyecek aramak için yanlış yer olduğunu anlamıştı, gizli kapaklı yerlerde zaten görüşü kısıtlıydı ve onlar içini saklanacak ne çok şey vardı, ölü yılanı bulduğunda çabuk bitmesin diye onu günlerce az az yemişti. Yemek bitince hüsran, o sarsıcı ve acıklı hikaye yeniden başlıyordu, her sabah aynı çile. Kurdun hayatı buydu, sürüsüyle yaşarken işte bu en önemli şeyi bilmiyordu. Sürünün güvenliği ve sevgi çemberi içindeydi ve her şey ast üst ilişkileriyle çizilmişti. Güvenlik, sevgi, refah duygularının sağladığı konfor içinde ne düşünebilirdi k tamamen kuşatılmış kafası ve kalbi şimdi sefil bir halde olacağını nasıl görebilirdi ki. Anlıyor ki, sürüyle oluşun mutluluk bitmişti. Ve başını çaresine bakabilmeye konsantre olmuştu; ama eski tatlı günleri düşünmek istemese de an gelip onlar yıldız sağanağı gibi patlıyordu tepesinde, baktığı sahne ve manzaralarda. Eskiden bir şeyle ilişkilendiriyordu gördüğü bir şeyi, şeyleri. Av bulma ve hayatta kalma içgüdüsüyle ilerlerken aniden bir sürüyle karşılaşacağını, onlara kendini sevdireceğini ve onay alıp aralarına kabul edeceklerini hayat ediyordu sık sık ve bu zorlu ve tek başına süren mücadele bitecekti. Sürü güvenliği içinde olacak ve karnı da doyacaktı. Ama bir türlü o sürü karşısına çıkmıyordu, düzlüklere, ağaçların yoğun olmadığı bölgelere indi, çöle benzeyen taşlı topraklarda, verimsiz topraklarda ilerliyordu, rüzgar sert esiyordu, burada çalılıklar ikenler çoktu, buralarda hayat yoktu, susuzluktan mahvolmuş, bir damla suya hasret ilerliyordu. Yorulmuştu, burada pinekleyip yıllarca uyumak istiyordu, ölüm ona çok yaklaşmıştı, ölüm ensesindeydi. Tepesine baktı bir an, akbabaları gördü. Bu on öfkelendirdi. Ertesi gün hava çok sıcaktı, kavurucu sıcakta ilerlemek daha da belalıydı. Bazı yerlerinde yanıklardan dolayı yaralar çıkmıştı. Ve dünden beri su bulamıştı. Taşlı sert ve pis dikenlerle dolu arazinin sonunda bir yerde yaşamın ve suyun olduğu bir yer olduğuna inanıyordu. Ama gücünün son damlarlarını harcıyordu; çok yavaşlamıştı. Çalıların arasına girip uzandı, yine kavurucu güneş altındaydı oysa. Yaşamla olan bağları gevşemişti, gelecek günlere dair hayal kuramıyordu, yiyecek bulma hayali, bir sürü bulacağına dair, hem de her an capcanlı duyduğu arzu ölü gibiydi. Tükenmişti. Çünkü dayanacak gücü kalmamıştı. Artık öleyim de bitsin bu işkence der gibiydi zihni. Umursamıyordu hiçbir şeyi. Ama açlık ve susuzluk dindirilmek istiyordu, fiziksel varlığı isyan ediyor, onu yeni bir adım atmaya teşvik edip sürüklüyordu, bu susuzluğu gidermek ve sonra ölçmek, evet o zaman ölebilirdi, acıdan başka bir şey yaşatmayan doğada işin neydi ki. Sürüsü yok olup gitmişti. Kendi neden hayatta kalmıştı ki. Neden onlarla ölmedim ki diye düşünüyordu. Yarım saat daha ilerledi. Tek adım atmaya gücü tükendi. Önünü görmekten zorlanıyor, her şey eriyip birbirine karışıyordu. Çalılığın yanındaydı. Çöktü kaldı. Açık kapadı gözlerini. Gözleri kararmaya başladı, kapadı gözlerini. Öleceğin düşünüyordu, birden sürüsündeki çok mutlu zamanlarda birinin içinde buldu kendini ve sonra koptu. Gözlerini açtığında sabahın alaca karanlığını buldu karşısında. Ölmemişti. İyi hissediyordu, uyku gücünü toplamasına yardımcı olmuştu, açlığın ve susuzluğun feryadını hissediyordu. Kalktı ve ilerlemeye başladı. Sürüdeyken sürüde sözü edilen fikirler, ideolojiler ve felsefeler aklına geldi. Ama hiçbirinin açlık ve susuzluk karşısında bir anlamı yoktu, şahane şeyler dinlemişti, evet, uğruna ölünebilecek güzel ve iyi şeyler; ama hepsi aşağılık ve değersizdi; çünkü hiçbirinde şu anki durumuna cevap verecek nitelik bulamamıştı. Ağaçlık bir alana gelmişti. Gözlerine inanamadı. Dereyi buldu karşısında, fırladı ve hemen içmeye başladı. Kabus bir parça olsun bitmişti. Ölümcül kabusta bir delik açabilmişti nihayet. Denin ötesine göz attı, kenarda yuvarlak taşların orada bir kurt gördü, orada bir şey yiyordu. Siyah kurt yavaş yavaş ona yaklaşıyordu, bu çok iri bir kurttu, çok iyi beslenişti, anlaşılan avlanmasını beceriyordu, siyah kurt bu kurttan kapabileceği çok şey olduğunu düşündü, ona yaklaşıyordu ama nasıl bir tepki alabileceğini biliyordu, korkuyordu, adımlarını daha da yavaşlattı, iri kurt onu fark etti, başını kaldırıp dikkatle baktı ve yemeğine devam etti. O yokmuş gibi davranıyordu. Böyle tepki vermesi siyah kurdu sevindirdi ve güven verdi. Delice heyecanlandı. Sonunda karnını doyurabilecekti. İri kurt başını yine kaldırdı, ağzının kenarındaki kanı yaladı ve ona ters ters baktı. Siyah kurt gerisin geri diye kaçacaktı, hazırdı, kuyruğunu salladı dostça, selam diyordu bakışları, sevecen görünmeye, kendini sevdirmeye, ben zararsızım, sana zarar verecek halim yok demeye çalışıyordu. Siyah kurt meseleyi anlamıştı, çöktü, avı bulan o olduğuna göre sırasını bekleyecekti. İşler böyleydi kurtlar arasında; ama ufak ufak sürünerek yaklaşıyordu. Derenin yukarısında boğulmuş ve sürüklenerek aşağı gelmiş bir koyun cesediydi bu, yeni ölmüştü. Kan ve etin kokusu siyah kurdu mıknatıs gibi kendine çekiyor, başını döndürüyordu. Siyah kurt kontrolünü yitirecek gibiydi, hemen fırlayıp az ötesindeki koyundan bir parça almak için kıvranıyordu. Uydu deliliğe, biraz daha yaklaştı, baktı, iri kurt hiç tepki vermedi ama bir gözünün ucuyla onu kesti, ahbap ne yaptığından haberim var, dikkatli olursan sağlığın için fena olmaz der gibiydi. Siyah kurt koku ve endişeye kapıldı, panikliyordu. Ete bu kadar yakın olup bir lokma alamamak onu delirtiyordu. Ama kurtların kendi aralarındaki sözleşmede avı ilk bulan karnını doyurmadan yabancı kurt oraya yaklaşamaz. Hazine; diğer adıyla leş onu önce buna aitti ve ilk hak onundu. Ama sözleşmeleri umursayan kim, içgüdüler amansızdı, git al bir lokma diyordu. Sürüdeki kurtlardan biri daha fazla ilerleyemeyecekti. Gücü tükenmişti. Kurdun biri homurdanıp lidere sinyal verdi. Siyah kurt geçmiş hikayesinden sıyrılıp hasta kurdun yanına fırladı. MEZRA EVİNDE Simsiyah gecede Kar fırtınası mezra evini dövüyordu, daha doğrusu köy evini kar yığınları altına gömüyordu, saniye köy evi daha çok gömülüyordu kar tanelerine. Anne dedi ki: “Oğlum sobaya odun at." Kuzine bir yanı soba, bir yanı fırın, üstü de su ya da çay ısıtmak için uygun bir sobadır. “Odun bitmişti. Alıp geleyim.” Ali, el fenerini alıp gocuğunu giyip kapı önüne çıktı. Kapının önüne, kulübesine bağlı köpek onu görünce acayip sevindi, kulübesinden çıktı, sıçrayıp sevgi gösterisi yapmaya başladı, Ali onu okşadı. Evin ön tarafına odun diziliydi. Melek de ona bakıyordu kapı ağzından. Al el fenerini çenesine tuttu, aşağıdan, şaka olsun diye. “Tipsiz Ali. Ne etsen boş. Kimse almaz seni, derenin taşları kurbağası bile senden yakışıklı…” Kikir kikir güldü. “Konuşma kız, geç içeri, aynadan kendine bak pırasa suratlı” dedi. “Eve gel görüşeceğiz, ağzını yırtacağım!” Melek içeri geçti. Ali ilerde, solda kalan ahırın önüne vardı, diğer çoban köpeğinin başını okşadı. Kara bata çıka evin arkasına gitti. tavuk kümesinin yanına vardı, kapı sağlamdı, ilerledi. Güvercin kümesinin yanına vardı, kapısı aralıktı, oysa 2 ay önce bu kümes bir çift posta ve bir çift taklacı damızlık güvercin vardı. Daldı gitti. Köyde ve ilkokulda en iyi arkadaşı Özcan’dı. Kuş besleme işine önce Özcan başlamıştı, ali de ondan özenip almıştı. Kuşa nasıl bakılacağını ondan öğrenmişti. Özcan’ın amcası eskiden kuşçuymuş. Gurbete gidip çalıştığı için kuşlar savmış. Ama özlem bastırınca yeniden başlamış o kuşçuluğa ve yokken yeğeni Özcan bakıyordu kuşlarına, amca arada eve geldiğinde ancak bakabiliyordu onlara. Özcan’a her şeyi öğretmişti. Posta güvercini bakmak diğer kuşlara bakmak gibi değildi. Onları başka bir şehirden saldığında gelip yuvasını bulabiliyordu. Adından da anlaşılacağı gibi eskiden bu kuşlar posta işlerinde kullanıyordu. Ali de başlamıştı kuşçuluğa, ama gece gündüz onların aşkıyla yaşıyordu ve derslerini ihmal etti, bu yüzden Osman Ali’ye kuş bakma işini yasakladı ve Ali kuşları Özcan’a teslim etti, eğer derslerindeki noktaları yükseltirse Osman kuş bakma işine müsaade edecekti. Ali bu heveste deli gibi ders çalışıyordu. O günleri iple çekiyordu. Özcan’la yaşadığı maceralar aklına geldi. Özcan’la ne çok şey yaşamıştı. Sapanla köyün dışında dolanır, kuş avlamaya çalışırlardı, köydeki bazı çocuklar da onlara katılırdı. Karlı günlerde elde sanlar, ayaklarında çizmelerle dolanırlardı ormanda, üşümekten yanaklarında kırmızı bir domates olur, solukları görülürdü. Sürükleri akardı, ta kasabaya kadar inerler, resmi kurumların bahçesine girerlerdi, çam ağlarına baykuşlar konardı, onlara taş atarlardı, eğlence olun diye. Karlı günlerde uzun bir merdivenle yokuştan kayarlardı, 15 çocuk merdivenin basamaklarına dizilirdi, tabi en sonra kanal vardı, kana düşmeden merdiven herkes oturduğu yerden kendini yere, kara atmak zorunda kalırdı, bu riskli ve acayip eğlenceli bir oyundu, tencere kapalı, ya da leğen ya da kalın plastik tek kişi olarak kaymak için mükemmeldi, plastik ve naylon müthiş hız yaptırıyordu, aleminyum kapak da öyle. Kızağı olanlar kızakla kayardı; ama kızağı olmayanlar içini bir naylon parçası yeterdi. Tabi önceden kızak yolunu düzeltip kar koyar, sertleştirir, zemini iyice hazırlarlardı. Burada ir lunapark yoktu, eğlenceli bütün oyunları icat ederlerdi bir şekilde. Mesela yaz ayında köyün toprak yolarında otomobil lastiğini elle çevirerek oynarlardı; bir tür bisiklet ama üstüne binemiyorsun, inşaat tellerinden minik at arabaları yaparlardı, bunları uzun sopa ucuna monte ederlerdi, küçük adamlar yaparlardı tellerden, telefon kablosu tellerinden. Çamurdan oyuncak arabalar yaparlardı. Yazın çalıştırılan ve kışın marsta etmesin diye salınan eşeklere binmek için peşlerine düşerlerdi. Tabi onları bazıları çok tehlikeliydi, ısırırlardı. Hava şartları ne olursa olsun köyde bir oyun icat ederlerdi. Mesela köyün dışında naylon ve kartonlardan çadır kurarlardı, kampçılar gibi. Çadırda ateş yakarlar, evde getirdikleri yiyecekleri ortaklaşa yerlerdi, artık o gün evlerinde ne yiyecek varsa. Yazın derede yüzerlerdi kurbağalı çamurlu suda donlarıyla. Burada balık da avlarlardı, gübrelerin içinden sarı böceklerden toplardı ve solucan bunları yem olarak kullanırlardı. Derede balık avlamak, orada sabahtan akşama dek vakit geçirmek dostlarıyla ya da tek Özcan’la bambaşkaydı, acında getirdikleri yiyecekleri yerlerdi, ekmek arası domates salatalık peynir zeytin en çok yedikleriydi. Acıkınca bu yiyecekler sihirli oluyordu, hatta sadece zeytin ve ekmek bile. Sonra güneş batmaya başlardı yavaş yavaş, buradan ayrılmanın verdiği can sıkıntısı başlardı Köyde her yeni gün çocuklar için yeni bir şey sunardı, sunmasa bile onlar onu bulup çıkarırlardı. Mesela saklanıp tilkileri izlerlerdi. Uçan kuşlarla ilgili tahliller yaparlardı, açık arazide, sıcakta buldukları kaplumbağalarla oynarlardı. Ama alinin içinde taşıp onu kendine mıknatıs gibi çeken bir düşünce vardı, şehre gitmek, orada bir yaşam sürmek, şehirden gelen ekmeğin tadı ona göre güzeldi. Pasta gibiydi. Şehirden gelen çikolatalar, şekerler… şehirdeki deniz… Özcan’ın bir amcası gemi adamıydı ve yurt dışında çalışıyordu gemisi. Özcan da gemi adamı olmaya karar vermişti. Ali de bunu düşünüyordu; ama sürekli gemide olmanın iyi bir şey olduğunu sanmıyordu, toprağa basmaya alışmıştı çünkü. Özcan çok para kazanmak ve amcası gibi yeni yerler görmek istiyordu. Ali ise bir süreliğine gemi adamı olabilirdi. Çünkü ailesinden temelli uzakta yaşamak istemezdi. Birilikte bir gemiye gireceklerdi liseden sonra. Ama bu hayal sadece birlikte olduklarında konuşulan bir hayaldi. Ali büyük ihtimal devlette bir işe girerdi. Annesi ve bası böyle istiyordu, üniversiteyi bitirdikten sonra. Ali bir keresinde gemi adamı olacağını söylemi babası ve annesi çok kızmıştı bu işe. Özcan’la yazın dikenliklerden (potur) böğürtlen toplamıştı. Yardımlaşarak, dikenliğe tahta dayamışlardı, Özcan ufak tefekti, o toplarken ali diğer eliyle onun elini tutardı. Arazi satın alıp ceviz üretimi işini konuşmuşlardı, ceviz çok pahalıydı, eğer yüzlerce ağaç dikerlerse bu işten iyi paralar kazanabilirlerdi. Ya da yurt dışından Romanov koyunu getirmek. Bu çok kuzulayan bir koyun ırkıydı ve Özcan’ın babası Romanov koyunu getirmek için yurt dışında bir koyun çiftliğine başvuru yapmıştı. Bu iş Ali’ye çok uyuyordu. Bu koyun işini babasına anlatmıştı, bu babasının çok hoşuna gitmişti. Zaten almayı düşünüyorum param olsun demişti Osman. Keçi sütü iyi para ederdi, pastacılar tatlıcılar tatlılarında bunu kullanırdı ve pahalı restoranlarda kuzu pişirilirdi. Aliye kuzuların öldürülmesi canice gelmişti, e o da kuzuları kestirmezdi. Mesela 30 sığırları olsa, kimi kasaba verilse, kimi kurbanlık satılsa, sığır işinde de iyi para vardı. Bunlar Osman’ın sürekli ev içinde karısıyla konuştuğu ve onu heyecanlandıran konulardı; Ali bu yüzden böyle şeyler yapmak istiyordu. Bir keresinde Özcan’la banka soyup babasına çiftlik kurabilmek için yardım olmayı düşünmüştü. Ama o zaman birini öldürebilir ya da ölebilirdi ve ayrıca polis onu yakalardı, namuslu yoldan çalışıp babasına ve ailesine yarlı olmak en büyük ve önemli düşüncesiydi. Şimdi evden babası yoktu, tek erkek oydu ve kendini buranın sorumlusu olarak hissediyordu. Gitmeden önce babası ne demişti, annenle kardeşine iyi bak sana emanet ettim onları… Ahıra ilerledi. Ahırın üstünde sığırlar yiyeceği vardı, mısır sapları. Ayak sesini duyan kedi başını delikten dışarı çıkardı, siyah beyaz dişi bir kediydi bu. Orası onun yuvasıydı. Ali el fenerini ona tutmuştu, sersem ve korkmuş bakıyordu, içeri kaçtı. Bu kedi yavruyken sefil bir halde kapıya gelmişti yiyecek için. Ona bakmaya başlamışlardı, kediler sürekli olurdu burada, biri kaybolursa bir başkası gelirdi, o alıp başına giderse başkası gelirdi. Çünkü gezegen kedi doluydu, kendine iyi bir yer arayan kedilerle. Ala kedi geçen seneden beri bu evin kedisiydi. Kedinin gençlik çağlarıydı, evde sıçan dolaşıyordu, Ali’nin aklına kediyi mutfağa salmak geldi, annesine benim kedi işi haleder demişti, hemen gidip kediyi alıp geldi, kapıyı pencereyi kapattılar, kilimi kaldırıyorlardı, kedi sıçanı aniden gördü, ve birden atladı, yakalamış ve sıçanı yutmuştu bir anda, annesiyle deli gibi gülmeye başlamıştı, ali kedinin ağzını tutmuştu, at o pis şeyi diyordu, mide bulandırıcı sıçanı yutmasını istemişti. Yavru kedinin doğuştan kabiliyetine şaşıp kalmıştı. Ali gözlerini kuş kümesine dikti. Bu kümesi Özcan’ın yardımıyla yapmıştı, o kendi başına yapmaya uğraşırken başarılı olamamış, gidip Özcan’ın çağırmıştı. Özcan evinden tahtalar getirdi, yoksa o eski çürük tahtalarla iyi bir kümes yapılmazdı, menteşeleri çakıyorlardı, gres yağı vardı, Özcan dedi ki: bu da çikolata gibi, acaba tadı nasıl. Bakalım mı, ali güldü, Özcan bir parça gres alıp ağzına götürdü, Özcan dedi ki: deli misin oğlum. Al sen de tat. Kafasına koymuştu, ailesi karşı çıksa da liseden sonra bir süre gemide çalışacaktı, Özcan’la birlikte, Özcan olmasa ne işi olurdu gemide. Özcan gazetelerden kestiği gemi fotoğraflarını bir defterde biriktiriyordu; bu defter gemi resmileriyle doluydu ama arada mayolu kadın resimleri de oluyordu. Birkaç kadın resmi. Ali gülmüştü onları görünce. Annen görse bunları keser seni la. Yok atmıştım bunları unutmuşum. Fena kızdı. Bir daha yaparsam çamaşır suyu içireceğini söyledi. Öldürse daha iyi. Çamaşır suyu içsek gırtlak filan kalmaz. Gülüyordu Özcan. E herhalde aslanım. Özcan’la elektrik kablolarının geçtiği plastik siyah boruyla birbirine külah atmaca oyunu oynadıkları zamanlardan birini hatırladı, bir keresinde Özcan külah ucuna iğne koymayı akıl etmişti, belirledikleri hedefi vuruyorlardı, bu oyunu bütün koy çocuklarıyla oynardı, ama en zevkli oyun kayış saklamacaydı, 30 kişilik grubun lideri büyüklerden biriydi. 14, 15 yaşındaydı. Bu oyunu o öğretmişti onlara, belki de uydurmuştu. Gruptan birinin kayışı alınır, ebe olan kayışı saklar, sonra herkes kayışı aramaya çıkar, ebe kayışın olduğu yeri yönergelerle söyler, yaklaşırsan sıcak,- uzaklaşırsan soğuk diye. O esnada herkes deli gibi kayışı aramaktadır, bulan ise önüne geleni kayışla dövecektir, yavaş koşan yanar; yani dayağı yemeye başlar, kayış çok acıtır, herkes kayışı bulandan kaçar, ötede bir çizgi vardır, o çizginin ötesine varan kayıştan kurtulur, oyun yeniden başlar, dayak yiyen kayışı skalama hakkı elde eder, tabi bu oyun sırasında korku, panik, at sürüsü kaçma ve dayak yiyene deli gibi gülme söz konusudur, kayış yiyen ağlamaya başlar, kaçar, ta ki kurtuluş çizgisinin ötesine gidene kadar kayışı yer kafasına sırtına, artık neresi denk gelirse. Merhamet yok, bazısı çok sert vurur kayısı, ve kayış çok can yakar. Yaz geldiğinde ne güzel olur buralar, sıcak yaz gününde esen rüzgar, tarlada bağda bahçede yapacak iş yoksa tek kale ya da çift kale maç yapardı köylü çocuklarla, suyunu, cılkını çıkrana kadar, yapılan eğlence ya şamata ne ise onun cılkını çıkarana kadar devam ederlerdi; çünkü zaman onlarındı. Yaz geldiğinde buraları bambaşka olurdu. Yaşama dürtüleri canlanıp budaklanırdı, yokuş yoldan aşağı bilyalılarıyla kayarladı. Uçurtma yapalardı. Evin kapısı açıldı, melek dedi ki: “Ali nerdesin, annem öldürecek seni!” “Tamam kız, geliyorum” dedi. Kendini buranın patronu gibi hissediyordu, şu tavuk bozmuştu atmosferi. Odun yüklenip içeri girdi. Kuzineye odun attıktan sonra ablasının yanına oturdu, üşüyen ellerini onun ensesinden içeri soktu, Melek onu itekliyordu, donmuştu ensesi, şakayla karışık kavga başladı. OSMAN Osman kar fırtınası içinde ilerliyordu hayalet gibi, bir kurdun acı acı uluduğunu duydu, çok uzaktan geliyordu ses, durdu ve el fenerini çevresine tuttu, ses soluk yoktu, bir çık yoktu, nefes alıp verişini duyuyordu. Korku duymuştu. Devam edip ve bastı, ayakları daha da derine batmaya başlamıştı, bir süre eve döndüğünü hayal etti, bu ona çok iyi hissettirdi, bu gecenin güzel noktalanacağını düşündü. Bu ona kuvvet ve azim verdi. Dedensin verdiği tüfekle ava çıktığı ilk günü hatırladı. Kış yeni gelmişti mezraya, birkaç gündür kar aralıksız yağıyordu ve kar tutmuştu, Osman kara bata çıka ilerliyor, çevresine bakınıyordu avanak gibi, ayakları kara her battığınca bir ses çıkarıyordu, bu ses güzeldi, kar dolu dallar sarıyordu, orman beyaz örtü altında ölü gibi yatıyordu, küçüğündeki geceleri hatırladı, kuzinenin başında otururdu ailesiyle, sıcak diye oradaydı yer yatağında yatardı, yalnızdı, kuzineden sesler gelirdi, yanan odunların sesleri, yağmur sesi olur dışarıda, ya da atmadan önce karın yağdığını görmüştür, yarın sabah kalkıp karda oynayacağı için sevinçlidir. İşte o gecelerde ormanı hayal ederdi, ormanda nasıl bir yaşam vardı, ormanda tek başına kalsa neler olurdu, ormanda tek başına yaşayabilir miydi? Ormanla ilgili hikayeler dönerdi kafasında, ayılarla, kurtlarla tilki ya da çakallarla ilgili hikayeler, annesi ya da abileri anlatırdı, uyduruk hikayeler. Hayalini kurduğu şeyin içinde olduğunu fark etti, gülümsedi. Bir şeyi gerçekleştirmeyi dilersin. Ve o şeyi gerçekleştirdiğini hissettiğinde başka türlü mutlu olursun. Çünkü ona ulaşana dek çok acı çekersin ya da çok beklersin ya da birçok engeli aşmak zorunda kalmışsındır. Osman mutluydu, şu tüfek işi, avlanma, ona göre değildi ama yola çıkmıştı bir kere. Tüfek kendini bildi bileli sevdiği bir şey değildi. Tüfekten korkardı, a bir kaza çıkarsa, köyde ava çıkan arkadaşları vardı, biri yanlışlıkla ötekini vurmuştu, vurulan kurtulmuştu ama yüzünün bir bölümü büyük hasar almıştı. Dedesi tüfeği hediye ettiğinde sevinmiş, ama aklı başına gelince; bununla ne edeceğim diye sormuştu kendine. Köyde ondan dört beş yaş büyük abla diye hitap ettiği birine yolda rastlamıştı, ava çıkıyorum demişti, bir şey avlarsan sana getiririm, demişti, eğer bir şey avlayacaksa o ablası için yapacaktı bunu, öldürmek ona göre değildi, Osman merhametli biriydi, ha, sapanla kuş avlardı, ufak tefek av kuşları, bunu eğlencesine yapardı ve çoğunlukla kuş vuramazdı, ama tüfekle kimi av hayvanları vurmak, bu şimdi gözüne korkunç geliyordu, güvercin avlarım demişti, hayal kurmuştu; ama şimdi o sahneni içinde olunca iş başkalaşmıştı, gül ablaya söz vermişti, gül annesinin en yakın arkadaşıydı. Kızı esma Osman’ın emsaliydi, ilk okulu beraber okumuşlardı, sonra esma köyden biriyle evlendi ilk okulu bitirdikten sonra ve büyük şehre taşındı, kocası orada eskicilik yapıyormuş. Gül Osman’ın annesiyle muhabbette etmeye geldiğinde Osman için küçük de olsa bir hediye getirdi, kraker, bisküvi gibi şeylerdi bunlar, ve Osman beş kişilik ailenin en küçüğüydü ve sevilirdi. Gül, köydeki diğer köylü kadınlar gibi değildi. Matraktı, acı çeken ya da toprakla ve geçim sıkıntısıyla boğuşan insanlarda bunu göremezsiniz. Ama gül matraktı, insanın ruhuna neşe verirdi. Yeryüzünde çok insan vardır ve çoğu dert ve balalarla boğuşur ve bu insanlar neşeli olmayı unutur, bu aslında bir yaratılış meselesidir. Bazı insanlar en zor durumda bile neşeli olur, binlerce insan tarlada çalışır akşama dek, akşam eve döndüklerinde onları aynı sıkıntılar bekler, ailevi sıkıntılar, eş evlatlar evle ilgili sorunlar, bu durumlarda kaç tanesi bulundukları trafik konuma gülebilir, ya da onunla alay edebilir, yaşamın amacı nedir, gün boyu çalışıp akşam eve dönüp başka sorunlarla uğraşarak ezilip çürümek mi yavaş yavaş. Yaşaman anlamı güle göre matrak şeyler bulabilmekti güle göre, insanı mahveden sorunlar içindeyken bile. Osman çoktan unuttuğu bir günü hatırladı birden. Annesi, gül teyzesi ve o ot biçmeye gitmişlerdi, Osman ufak olduğu için onu da almışlardı yanlarına. Ot biçmek çok yorar insanı, ya orakla biçersin otu, ya tırpanla, kadınlar orakla biçiyordu, eğilerek yapılan bir iş olduğu için beli çok yorar. Biçilen otları çuvallara doldurmuşlardı, sonra iplerle bohça gibi sırtlanıp samanlığa taşıyacakları, bu iş akşama dek sürecekti, kan ter içinde yere oturmuşlardı. Osman sıkılmıştı, gül cebinden şeker çıkarı verdi, kırmızı kesme şekerler, Osman acayip sevinmişti. Bu sırada gülün kızı çaydanlık ve tepsiyle geldi, çay içmeye başladılar, o yorgunlukla en çok yapılmak istenen demli çay içmektir, o durumda çay insanın yorgunluğunu diğer deyişle elementlerini bambaşka türlü yorumlar ve çay içtikten sonra yenikler insan ve öyle güçlü kuvvetle çalışır, çay içerden gül kalktı ve Osman’ı tutup kendi çevresinde döndürmeye başladı, tam bir kadın ama çocuk kadın, sonra onu ot yığının içine fırlattı. Büyü sana kızımı vereceğim, ama büyü ve adam ol. Osman gülüyordu. Gül yorgundu ve annesiyle sohbete ara verip çayına, onu mutlu ediyordu, gül sahiden muhteşem bir kadındı. Beş kızı değil beş kurbağası olsa Osman onları alırdı, sana kızımı asla vermem adam olmazsan, bir kurbağa veririm ama dereden, kadınlar aralarında gülmeye başlardı. Osman’la kafa bulurdu gül. Osman ormanda ilerliyordu ve çevresini tararken ciddi bir romantizm duyuyor, kendini bir gezgin gibi hissediyor ama ormanda her şeyin bir durağanlık içinde olması onu sıkıyordu, karın olması sebebiyle hiçbir canlı göremiyordu, enerjici gücü yerindeydi, onu hareketlendirip ateşleyecek bir şey olsa güzel olurdu, belki de bu gezintiyi bir doruk noktası yaşamadan bitirecekti, buraların bu kadar ölü olması can sıkıcıydı. Aklına gül teyzesi geldi, o ot biçme günü ya da diğerleri hatırına ona bir hediye götürebilmeyi derin biçimde arzuladı bir an. Asıl mesele günlerdir evdeydi ve çok sıkılmıştı, evden uzak durma istemişti; ormanı erken terk etmek işine gelmiyordu, ağabeyleri gurbete çalışmaya gitmişti ve tek onu bırakmışlardı evde. Evde de yapacak ne olur ki kışın, yat uyu, sığırlara bak. Bu işi annesi zaten yapıyordu, Osman’ı boş boş durmak çileden çıkarmıştı ve bu av evden uzaklaşmak için bir ilk yardım simidiydi aslında. Uzakta bir yerde Kendi başına kalıp kafasının içini yenilemekti istediği. Epey bir süre daha gitti, tek bir kuş bile göremedi, bu işin fiyasko olduğu açıktı, sevindi, ama canı eve dönmeyi hiç istemiyordu, eve girerse bunalıma girerdi, burada heyecanlı bir şey yaşamasa da başka bir işe yaşamalıydı. Geceyi ormanda geçirmek çok cazip geldi. Çuvaldan bozma sırt çantasına zaten gerekli her şeyi koymuştu. Ormanda ilerlemeye karar verdi ve bastı, bu sırada dün sabahtan beri durmuş olan kar başladı ve kısa sürede hızlı arttırdı, Osman yorulana dek ilerledi ve uygun yer gözüne kestirdi konaklamak için. Sırtı çantasını indirdi ve ağaçtan dallar kesmeye başladı, önce sığabileceği biçimde bir barınak inşa etmeye başladı, buna ara verip ateş yakmak için ağaçların iç bölümlerinden kuru dallar kesti, ateşi yaktıktan sonra barınak işine girişti. Bu sırada gökyüzünden bir yerde gelen karga sürüsü yakındaki ağaçların birine koydu. Oturup kargaları izledi, dinlendi ve işe devam etti, barına aşağı yukarı bitmişti, ince detayları kalmıştı, sonra ormanın başka bölgelerine ilerledi, gece boyunca odun lazım olacaktı, bir süre dolaştı ve çürük ama kuru kalmış bir ağaç buldu, onu parçalara ayırıp konaklama yerine taşıdı. Sonra ateş başında ısındı, sabah erken kalkmıştı, uykusu geldi ateşin sıcaklığıyla mayışmıştı, bir an her nedense gözlerini araladı ve karşıya baktı. İlerde bir şey vardı, ne olduğunu anlayamadı, bir hayvan vardı orada, hayvan hareket etti, bu bir geyikti. Erkek bir geyikti, önce kalakaldı, yılardır köyde yaşıyordu ve yaban geyiği hiç görmemişti. Aklına gül teyzesine dedikleri geldi Ve eli tüfeğe gitti, geyik bu sırada aniden gözden kayboldu. Ne tarafa gitmişti, bir tahmin yaptı ve hazırlanıp peşine düştü, epey dolandı ilerledi ama bir iz yakalayamadı. Geri döndü, ama yerini bulamadı, ahmaklık yaptığını düşünüp kendine kızıp duruyordu, yılmadı yerini bulmak için çırpınıyordu; ama orasını bir türlü bulamıyordu, yeni bir konaklama yeri yapmak saatlerini alacaktı ve akşamın gelişi yakınlaşmıştı. Kaybolmuştu, ormanın bir yerindeydi ama neresi. Gidiyordu bir tarafa. Bir saat ilerledi, kafasından yaptığı hesaba göre, hava kararmasına çok az kalmıştı, harabe halinde bir yapı buldu, bu yapının bir kısmı pirket tuğla, bir kısmı ahşaptı, ahıra benziyordu pirket kısmı. İçeri girdi. Başını sokabileceği yer bulmuştu. İçerde bir soba vardı, kimi tahtaları kırıp sobayı tutuşturdu. Hava kararmıştı, annesine dedikleri aklına geldi: geceyi ormanda geçirebilirim, öyle olursa merak etme.. 4 yumurtası vardı, küçük sahanı çıkardı, soğanı peyniri zeytini helvası vardı, ve köy ekmeği. Tereyağını ısıtıp yumurtaları kurdu ve yemeye başladı. Şu geyik işin rengini değiştirmişti, gülümsüyordu, onun görse vurur muydu, vurmazdı; ama vururdu gül teyzesi için, o ot biçme günü ve diğerleri hatırına, gül teyze için çiğ tavuk yerdi, gül teyze için neler yapmazdı ki… canı verirdi seve seve. Ayrıca kendi evine de et götürürdü, kaç zamandır et yedikleri yoktu ki. Osman küçükken lunaparka hiç gitmemişti, zaten böyle yerlerin de var olduğunu bilmezdi, ama şehirde balerin diye bir dev oyuncak vardı, bir arkadaşı şehre gidip ona binmişti, Osman o balerinin gül teyzesinin onu çevresinde döndürdüğü gibi bir şey olduğunu anlamış, ben onu zaten yaşadım deyip dostuna hava atmıştı. Ne yaşadın angut. Diye kızmıştı arkadaşı. Osman’ın ondan önce binmesini hazmedememişti. Gül teyzem beni tutup çevresinde döndürdü. La sakal o öyle değil ki. Cebinden şekerlerden çıkardı, yolda rastladığı gül teyzesi ona çocukluğundaki gibi şeker vermişti. Kırmızı şekerlerden, eşek kadar olduğu halde gül teyzesi ona şeker veriyordu ve şu geyiği bir görse işini bitirirdi, ah bir görse onu. Dışarıdan kurt ulumaları duydu, sesler çok yakından geldi, o kadar yakından geldi ki Osman korkuyla tüfeğine sarıldı. Kar yağıyordu dışarıda, siyah gölgeler gördü, koşan, kaçan ve saklaman, ağların ardında bir yerde pusuda bekliyordu kurtlar. Bu sırada yapının arka bölümlerinden bir yerde tıkırtı duydu, neydi bu, arayıp bakmasa içi rahatlar etmeyecekti, bu bir kurt olabilirdi, belki de burası onların yuvalandıkları bir yerdi. Eğer öyleyse bu onun için hiç iyi olmazdı. Her canlı yuvasını savunurdu düşmanlardan. Eski çuval parlarını sarıp tahta ucuna dolandı ve meşale yaptı kendine, diğer enlide tüfekler ağır ağır ilerliyordu, durdu, sesleri dinliyordu ve sesin geldiği yöne yaklaştı. Meşaleyi tuttu, bu o geyikti, uzun ve kurumuş otların içinde yatıyordu, korktu ve başını öne eğdi, Osman’ın hemen onu vurmayı düşündü, o istek aniden hücum etmişti, eğer saniyelerin geçmesini beklerse, uzun uzun düşünürse bu işi yapamayacağını biliyordu, gül teyzesinin yüzü, gülüşü düştü içine yıldız gibi. Ve ona geyiği tek senin için vurdu, bir parça de kendim için aldım, dediğini düşüyordu, yap çabuk bitir bu işi ahmak, daha ne duruyorsun diyordu içindeki ses; ama düşünüyordu, geyik neden kaçmıyordu, yakından gelen kurt ulumalarını duydu, geyiğin kokusunu almış olmalı ve onun işini bitireceklerdi büyük ihtimal, o halde geyiği vurursa çok daha iyi ederdi; tüfeği çıkardı, geyik başını kaldırdı ve ona baktı; ve başını önüne eğdi, öyle sessiz sedasız bekliyor ve ölümü kabullenmiş görünüyordu; iyi de onu nasıl vuracaktı, yüreği karşı çıkıyordu bu işe. Onu hak etmediğini söylüyordu, zavallı geyik saklanıyordu kurtlardan ve onu vurmak adil görünmüyordu gözüne. Geyik yine başını kaldırdı; ona baktı, bu bakış Osman’ı daha da yıldırdı; yıldırmaktan çok yaraladı, beni vurma, ama vurursan da senin bileceğin iş diyordu sanki. Yolum buraya kadarmış diyordu; Osman’ı bu rahatsız ediyordu, onun kaderini belirleyen kişi olacaksa eğer bu onu vurarak olmamalıydı; onun kaderini belirleyecekse eğer onu yaşatmak için olmalıydı, peki ne diyecekti gül teyzesine. Üzüldü. Onu mutlu edemeyecekti. Birden parlak bir düşünce geldi kafasına, gül teyze senin için bir geyiğin hayatını kurtardım, elime düştü onu kurtlardan ve kendimden, insani zaaflarımdan, kurtardım, insan olmanın kötülüğünden. Ama nerdeyse onu vuracaktım seni mutlu etmek için. Yani onu azat ettim. Evet..evet. evet. Bu yüreği geniş gül teyzesini onun etini yemekten daha çok mutlu ederdi, evet, kesinlikle. Köydekilerin durumu, birbiriyle ilişkisi aklına geldi. Şehirlerde dönüne hayatları duyardı ve onlar birbirlerinin kaderini değiştirme olasılıkları ellerline geçtiğinde bunu onların hayatlarını kaydırmak biçiminde yapıyorlardı, birbirinin kuyusunu kazmak. Ve Osman dışarı çıktı, ateş etti havaya, kurtlar kaçıştı. Avının yanındaydı, onun korkusunu hissetti. O gece uyumadı, az gözlerini kapadı, daldı, gidip baktı, geyik sabah karanlığında uzaklaşıyordu, durdu, geri baktı, teşekkür ederim der gibi. İnsan olmak kolay değil dedi kendine. Hayvan olmak çok daha zor. Duruma kalpteki iyilikle bakmış ve işi bitirmişti, noktayı koymuştu olaya. sevinçliydi, çok mutluydu. Sonsuza dek kazanındı, geyik, gül teyzesi, annesi ve kendisi. Zaman bu işe faiz getirisi sunar mıydı, sunar dedi evren. Bir cılız iyilik yap yete ki sen. Onun hatırına kurtuluş bulursun. Osman düşüncelerden sahnelerden sıyrıldı, kar fırtınası acımasızca yağıyordu tepesine ve el feneri arıza yaptı, Osman zifiri karanlığın içinde kaldı, salladı el fenerini, ışık geldi, yüreği ferahladı, bir an önce varsa şu eve muhteşem olacaktı, olacak kesinlikle olacak gece güzel bitecek aslanım devam et dedi kendine, bir şarkı mırıldanmaya başladı. AÇ KURT SÜRÜSÜ Siyah kurt hasta kurdun başında derin bir inceleme yapıyordu, ilk teşhisi bütün umutlarını kırıp yerle bir etti, bu kurt yoldaşının hayatta kalma şansı çok az görünüyordu, 2, 3 güne kalmaz öleceği açıktı, ama tekrar yaklaştı ona ve nefesini kokladı, iç organlarının birinde bir iltihap vardı kesinlikle, çürük kokusunu almıştı, kurtlarda insanınkinden kat be kat gelişmiş koku alma duygusu vardır ve siyah kurt ikinci kez teşhis yaptı ve artık şüpheye yer yoktu, bu genç dişi kurt nerden hastalık kapmışsa çok yaşayamaz görünüyordu. Ama onu burada terk etmek istemedi, onu yüreklendirmek istedi, başını onun başına yaklaştırdı, duygusallaşmıştı, onunla ilgili hatıraları ve sürüye kattığı anlamları düşündü ve birden yola devam etmesi gerektiği aklına geldi ve bastı, liderlik yerine geçti, diğer kurtlar da hasta kurdun başında bir süre geçirip onunla vedalaştı, genç kurdun sürüsü kar fırtınası içinde ilerlerken hasta kurt yattığı yerde kıvrılmış, uyku haline geçmiş ve düşler görmeye başlamıştı. Ölümün gelişine kendini teslim etmiş, bekliyordu. Siyah kurt hasta kurtla geçirdiği saniyeleri çok çabuk unutmuş, o bildik açlık ve güvenlik endişesiyle ilerliyordu. Çünkü hayatta kalma mücadelesi bunu gerektiriyordu, hiç üzülme, üzülürsen de çabuk unut ve yeni duruma adapte ol, duygusal takılanlar kör olur ve mağlup olmayı hak ederler, ve sürekli tetkikte, akılı başında olanlar duyularının keskinliği sayesinde hayatta kalmayı ve av bulmayı hak ederler. Siyah kurt yarım bıraktığı o eski yıllarda kalan sahneye geri döndü. Açlıktan mahvoluyordu ve koyun leşinin başında iri bir kurt vardı, huyunu suyunu bilmediği bu kurdun sert ve keskin bakışları vardı ve siyah kurt onun karnını doyurmazsını sabırsızlıkla bekliyordu, sonunda iri kurt karnını doyurmuş, ağzının kenarını yalamaya başlamıştı ve bakışlarını siyah kurdun üzerine dikmişti, iri kurdun lacivert gözlerinde siyah kurdu sarsan bir acımasızlık vardı, belki de siyah kurt onu yanlış algılıyordu; ama bu kurttan her nedense çok çekiniyordu, lacivert gözlü kurt kenara çekildi, otların üzerine uzandı ve orasını burasını yalayıp temizlenmeye başladı. Siyah kurt sevinçle atıldı ve koyun leşinin karnına çenesini gömüp keskin dişleriyle birkaç parça çıkardı, süratle yiyordu, bir lokma tam çiğnenip bitmeden saldırıp diğerini çıkarıyordu, az sonra açlığı sakinleşmişti, yavaşladı, karını şişene dek tıka basa yedi, o an ilk kez başını kaldırıp iri kurdu aradı, yoktu, sevindi, koyun onundu artık, ama susuzluğunu gidermek için bayırdan aşağı inince siyah kurdun su içtiğini ve yukarı geldiğini görüp kenara çekildi, ona yol verdi. Siyah kurt suyunu içti ve yukarı çıktı, iri kurt koyun leşinden az uzakta ağacın altındaki gölgeye geçti yayıldı, uyuklar vaziyetteydi, siyah kurt çevreye bakındı, gidebileceği en güzel yer ağacın altındaki nefis gölgeydi; ama orada iri kurt vardı, çekinerek yaklaştı, güneşin altında beklemektense gölgede durmak yeğdi ve mesafeyi korusa iyi ederdi aksi halde bu iri kurdun onu perişan edeceği açıktı, korka korka yaklaşırken, ben dostum, sorun çıkmasını istemiyordum diye sevecen bakarak yaklaşırken iri kurt tek gözünü açıp ona baktı, sakın yanlış bir şey yapma, ciğerini sökerim dercesine. Siyah kurt usulca ilerledi ve onun karşı tarafına uzandı, onun gibi. Birbirimize zarar vermemiz gerekmiyor dostum der gibi bir bakış attı ona ve bekledi, iri kurt aynı sert bakışı attı, şimdiye kadar hücum etmediğine göre bu iri kurt iyi bir kurt olmalı diye düşündü, ona baktı, uyuyordu, siyah kurdun içi rahat etti, o da gözlerini kapadı, ama az sonra gözlerini açıp onu kontrol etti, yabancı kurt bu, sağı solu belli olmaz, neyse ki sakin görünüyordu ve derin uykudaydı, siyah kurt uykuya dalmadan önce yine tedirgin oldu, lacivert gözlü kurt ne ediyor ne yapıyor bilip güvenmek ve rahatlıkla derin uykuya dalmak istedi, ona baktı, lacivert gözlü kurt çok güzel uyuyordu, ne güzel uyuyordu, siyah kurt memnun oldu ve gerindi, esnedi sessizce ve gözlerini kapadı. Bütün yaşadıklarını şöyle bir gözden geçirmek istedi. Günler süren sarsıcı açlık geçirmişti, şimdi karnı etle şişmiş, gerilmişti, peşine suyu içinde tatmin olma duygusu pekişmişti, uykuya yaklaştıkça mutluluk, huzur ve güven sinyalleri atıyordu, nice zor ve belalı günden sağ çıkıp etme buluşmayı başardığı için gurur duyuyordu kendiyle, mücadele ettiği için, pes etmediği ve sonunda tam istediği olduğu için. Ama tek sıkıntı şu iri kurttu, o da çekip gitse ne güzel olurdu; ama zararsız birine benziyordu, zararsız, güçlü kuvvetli ve yüce kurtla eğer böyle giderse sıkı dost olmayı umuyordu çünkü doğada tek kurt ölüme çok yakın demekti; ama el ele veren kurt ölümle güreşebilir ve onu alt edemeyebilir demekti. Siyah kurt düşler görüyordu, aniden sırtında ve ensesinde bir acıyla uyandı, ne kadar süre geçti biliyordu ama iri kurt üstündeydi, böyle bir haince saldırıyı yapmaz diye düşünmüştü ama yapmıştı ve korkup cıyakladı; kaçmaya çalıştı, ondan sıyrıldı ve diş gösterip hırlamaya başladı. İri kurt onun sırtına çıkıp enseden şakayla ısırmıştı, oysa şaka yapmak istemişti. Siyah kurt iri kurda dikmişti gözlerini nefret ve dehşetle. Üstüme gelirsen seni mahvederim hırlamasıydı bu. Onu göz hapsine almıştı; am iri kurtta bir gariplik, acayip derin bir yumuşaklık, şapşallık fark etti, iri kurt gülümsüyordu ona, çok dostça bakıyordu, siyah kurt şaşkındı, bu dostlar arasında gerekli olan parlak gülümsemenin bu acımasız kurdun suratında ne işi vardı, gözlerine inanmadı, evet, bu parlak gülümseme sadece yoldaşlar arasında geçerliydi ve bu bir parolaydı, sonsuza dek dostuz, senin için ölümüne kapışırım, senin iyiliğin için. Peki bu acımasız kurt bu gülümsemeyi neden takınmıştı, bu bir numaram mıydı, onu boğmak için, siyah kurt sana inanmadım, seni sahtekar der gibi hırlıyordu, avunun yalarsın, benden uzak dursan çok iyi edersin, beden dokunulmazlığı diye bir şey var, bana dokunmaya hakkın yok, yaklaşma bunu pahalıya ödersin. Ama iri kurdun tavrı değişmedi, bu bir geri zekalı mı nedir diye düşünüyordu siyah kurt, bu kurt, bu korktuğum kurt değil. Bu başka bir kurt, ama en başta gördüğüm kurt nereye gitti. aslında çok sevindi bu duruma, bir dost bulduğuna, ama emin olmak istiyordu, iri kurt bir numara mı çekiyordu, emin olmalıydı ve hırlamayı sürdürdü, baktı ki iri kurt yerine geçti ve dizleri üstüne uzattı başını, ona dostça ve parlak sevimli bir ışıkla bakıyordu, o lacivert gözleri ilk kez bu kadar cana yakın ve vazgeçilmez geliyordu siyah kurda, bu kardeş bakışıydı, bu kardeşlerin en güzel ve en mahrem, en baş başa oldukları anda birbirlerine attıkları bakıştı, sürüsü hatırladı, kaybettiği canın merkezi, canını yarısı ve her şeyi sürüsünü, o sürüde bu bakışları üstünde çok hissederdi, canı acıdı, kalbi kırıldı, acıyan yerinde bir alev hissetti, ulumak istedi ve başladı ulumaya, bu alsında bir ağıttı, her neydeyseniz sizi çok özledim, burada çok yalnızım, lütfen bana kendinizi bir şekilde hissettiren dercesine bir ulumaydı bu. Ve kaç zamandır unuttuğu anlılar, sürüsünde geçen mutlu ve güvenli zamanlar akın etti hafızasına. Hayatta kalma savaşıyla betonlaşıştı yüreği, geçmişiyle arasına duvar çekilmiş gibiydi ve geçmişiyle arasındaki kanal açılmış, şimdi geride bıraktığı kendisini, o eşsiz manzaraları bütün berraklığıyla görüyor ve yaşıyordu, kalbi bambaşka bir güzellikle ve iyilikle, huzurla, mutlulukla ama sızıyla çarpıyordu; çünkü yoktu onlar ve asla geri gelmeyeceklerdi. Bu çok ama çok kalp kırıcı ve acıtan bir şeydi, ama ne var ki açlık ve hayatta kalma derdi her şeyden daha üstün ve baskındı, iri kurda arkasını döndü, yok canım gerçek olamaz diyordu içinden, bu işin içinde bir iş var, belki de onun rakibini mağlup etme yöntemi buydu, evet, herkesin bir stratejisi vardı ormanda, her kurdun bir kendi içinde yürüttüğü hayatta kalma planı ve diğerini saf dışı edebilme kabiliyeti. Dönüp ona baktı, dili dışarıdaydı ve gülümsüyordu, siyah kurt da gülümsedi, kapılmıştı ve kendini alamıyordu bu gülümsemeden, tabi eğer bir yerden çıkıp gelen dostları varsa, acımasız dostları ve o zaman hapı yutmuştu, gülümsemeye çakılı kalmıştı ama kafasının iççinde bir işleyip ve tatlı tatlı bir işleyiş vardı, bu parlak ve mıknatıs gibi kendine çeken gülümsemede Ne çok anısı vardı, sanki iri kurt bunların hepsini biliyordu, hepsine tanıklık etmişti. Kavuran sıcakta açlıktan midesi birbirine yapıştığı gün babasının getirdiği tavşan ölüsünü yemeye başlamışlar ve kardeşleriyle çatışmaya başlamıştı, ama az sonra tavşanın her bir köşesinden tutup çekip çekiştirmişler, herkese bir pay düşmüş, suratlarını ete gördüklerinde birbirilerine bakıp gözdağı niteliğinde sakın yaklaşma bilmem ne çocuğu diyerek gülümsemişler, sonra kanlı suratlarını ve patilerini (pençe) fark edip birbirlerine gülümsemişler, birbirinin sırtına çıkmaya, birbirlerini yere devirme oyunlarına girişmişler, sevinçle oyundan oyuna dalmışlardı. Ne çok açtık, açlık kırdı geçirdi bizi, ama bizimkiler ağızları boş dönmedi diyerek olayın kritiğini yorumlamasını yapıp sohbete dalmışlardı kendi aralarında., evet, sonunda aç suratları gülmüştü. Başka ve güçlük barındırmayan bir evrene, bir tür cennete ışınlanmış gibi rahat, mutlu ve huzurlu kardeşleriyle yan yana uzanıp uykuya dalmışlardı. Siyah kurt bu işe bir iş var, bu yabancı kurtla hiçbir şey paylaşmamıştı, ha koyun başka, onunla birlikte el ele verip bir savaşa, bir mücadeleye girişmişti, onu ilk kez görüyordu hayatında, bu sırnaşma, bu sululuk, bu lakaytlık nedendi. Tarzı mı buydu, eğer öyleyse iki zırt karakteri barındırıyordu anlaşılan. İri kurt olduğu yere çömeldi ve sonra kırıldı, gözlerini ona dikmişti, konuşacak çok şeyim var, korkma yaklaş yoldaş der gibi bakıyordu, ama siyah kurt henüz o gülümsemeyi, o candanlığı anlayabilmiş ya da hazmedebilmiş değildi, kurt olalı ilk kez böyle bir şey başına geliyordu, ilk kez böyle gülümseyen, böyle yumuşak gülümseyen ve böyle gülümseyerek iyilik saçan bir gülümsemeyi ilk kez hissediyordu içinde ve kalbinde. Tamam, bu gülümseme kardeşleriyle aralarındaki gülümsemeye ikiz kardeşi kadar benziyordu ama çok emindi ki o gülümsemeye fersah fersah aşan bir gülümsemeydi bu, yüce, güven veren ve bir tür ilahi ışık barındıran bir gülümsemeydi bu, benim canım senin sağlığın için sonsuza dek çarpışır dostum der gibi, siyah kurt buna inanamıyordu; ama bütün kalbiyle inanmak istiyordu, zaten aç susuz perişan onca gün ya da hafta boyunca böyle bir umut, böyle bir dost hayal etmişti kafasında. Vakit ilerlemişti ve siyah kurt ve iri kurt uyuyordu, köpek sesleri duyuldu, siyah kurt hareketlendi hemen, köpek seslerinin geldiği yöne baktı, siyah kurt da onun yanına gelip ufka baktı, siyah kurt 7, 8 köpek saydı, bir an yanındaki kurtla göz göze geldi. İri kurt bastı, siyah kurt da onun peşinden bastı, buraları biliyor olmalıydı, siyah kurt buradaki hoşnut ve karnı tok geçirdiği zamanın tükendiğini ve buraya bir daha dönemeyeceğini biliyordu; koyun leşini bırakmanın acısını duydu, başını çevirip geri baktı, iri kurt kendinden emindi, nereye gidiyordu böyle. Ona uysa iyi ederdi, onda iyi bir şey olduğunu anlamıştı ve ondan zarar geleceğine dair şüphesinin de yersiz olduğunu anlamıştı. İri kurt yukarı bölgelere doğru gidiyordu. Su dolu bir çukurda su içtiler ve yola devam ettiler, Akşam olmuştu, ağaçların sık olduğu bölgede dinlenmeye çekildiler, siyah kurt başından gelenleri anlatıyordu, iri kurt pek konuşmadı, dinledi sadece, siyah kurt birlikte iyi bir ekip olabileceklerini anlatıyordu, karanlıkta bir ses duydular, iri kurt hemen fırladı, siyah kurt bunun bir tavşan olduğunu anlamıştı çıkardığı sesten, iri kurt tavşanı yakaladı ve onunla oynamaya başladı, tavşanı bıraktı, tavşan çalıların arasına girip gözden kayboldu, bu siyah kurdu çok sinirlendirmişti, yiyecekleri elden kaçmıştı, iri kurt neden böyle çocukça ve saçma bir şey yapmıştı ki; bu işe çok kızdı, bir şeyler diyecekti ama sustu, iri kurdun bildiği bir şey vardı belki de. Gün aydınlanıyordu, siyah kurt üstünde ağırlık hissederek uyandı, iri kurttu bu, ona şaka yapıyordu, siyah kurt sert sert baktı, daha afyonum patlamadı ne yapıyorsun sen der gibi, iri kurt ona aldırış etmedi ve güreşmek için atak yaptı, siyah kurt sabah sabah bu oyunun ne anlamı var diye düşündü ama ona pas verse iyi ederdi, biraz oynadı ve geri çekildi, onun tuhaf hareketlerine bir anlam veremiyordu, neden ciddi değildi ki, sanki her şeyi yerli yerinde ve dört dörtlük bir hayatı varmış gibi keyifli, mutlu ve sorumsuz hareket ediyordu, iri kurt gözden kayboldu bir an, siyah kurt sevindi, biraz daha kestirme imkanı bulacağı için. Uzandı kıvrıldı ve gözlerini kapadı, az sonra çalıların arasından bir takım sesler geldi, bir şeyler oluyordu, ama boş verdi, uykusunu almadan harekete geçerse bütün günü zehir olurdu. Az sonra iri kurt göründü, ağzında bir tavşan vardı, bu dün yakalayıp oyun için bıraktığı tavşan olmalıydı, eğildi ve onu önüne bıraktı, tavşan fırıldak gibi kaçıp saklandı yine. Siyah kurt tavşanın saklandığı yere koştu araştırdı ama tavşan yoktu, canı sıkkın biçimde döndü iri kurdun yanında, ona ters ters baktı, senin neyin var, geri zekalı gibi davranmanı anlayamıyorum, hani ekiptik, böyle ekip olur mu, sabah kahvaltımızı bıraktın. İri kurt dostça gülümsedi, canını sıkma, zavallıcık çok küçüktü, sonra büyüğünü yakalarız. Dedi gözleriyle. Siyah kurt başını önüne eğdi üzüntüyle. Ona kalsa o tavşanı asla bırakmazdı, küçük olsa kimin umurunda, hemen parçalardı onu, ayrıca tavşan kurt olsaydı eğer onun gibi mi düşünürdü, hayır, onu hemen yerdi. Bunu anlattı ona. Sorun etme dedi iri kurt bakışlarıyla. Yola düştüler, buldukları ufak tefek leşleri yiyorlardı ve bunlar çok pis koktuğu için tatları da berbattı; ama çaresizdiler onları yemeseler ilerleyecek güçleri bulamazlardı. İkinci gündü, siyah kurt leş yemekten bıkmıştı, gurur kırıcıydı bu, yağmur başlamıştı ve toprağın altına bir mağa buldu siyah kurt, oraya girdiler, hava kararıyordu. MEZRA EVİNDE Mezradaki ev kar fırtınası içindeydi ve gaz lambasının aydınlığı yansıyordu cama, solgun, ölgün bir ışık. Kapı önüne bağlı köpek kulübesine uzanmıştı, gözleri kapalıydı, kulakları açıktı, farklı bir ses yakalasa sevinecek, havlayacak, kendini köpek gibi hissedecekti. Ahırın önüne bağlı köpek kulübesinden çıktı, karanlıktaki eve, küçük pencereden yansıyan solgun ışığa baktı, can sıkıcı sessizlik ve hareketsizlik onu deli etmişti, kar sırtında birikmişti, silkindi ve kulübesine geçti, huzursuzlukla mırıldandı, başını öne uzattığı ayakları üstüne yasladı, yapacak bir şey yoktu uykudan başka, olay yok ne etsin. Çay istemişti Leyla, kızı ona çayı uzattı, Senin saçların Sencan’ın saçları gibi güzel, Dedi kızına, Kıyı şekeri uzattı, sonra kendi çayını aldı. Anne oğluna baktı, Ali çay istemiştin, uyuyor dedi. Ört şunun üstünü. Genç kız duvar dibine yığını yorganı alıp kardeşinin üstüne örttü. Ne biçim örtüyorsun, tahta değil ki o Beni sinir etti. Düzeltti kız. Annesinin yanına oturdu. Sencan Leyla’nın genç kızlık arkadaşıydı. Başak birçok arkadaşı vardı ama Leyla’nın kalbinde yeri bambaşkaydı, 14 yaşındaydılar, mısır tarlasının kenarında, kilim üzerinde oturmuş çay içiyorlardı, güneşli bir havaydı, o bir köylü kıza değil; daha çok şehirden gelen kızlara benziyordu. Yürüyüşü güzeldi. Konuşması kibardı. Bakışları zarifti. Mavi bakışlarında güzel rüyalardakine benzer bir tatlılık ve yumuşaklık vardı ve o bakışlar insanı kendisine çekerdi ve insan ona uzun uzun bakma ve onu inceleme isteği duyardı. Ona göz koyan pek çoklarını kibarda reddederdi Sencan, harbi kızdı, kimseyi aldatmazdı, kandırmazdı, taliplerine övgüler düzer; ama kabul edemeyeceğin belirtirdi. Üniversiteye gideceğini, meslek sahibi olmak istediğini söylerdi. Köylüde olmayan bir şuur vardı onda, kasabadan kitaplar alıp gelir, onları evlerinin verandasında okurdu. Leyla ve Sencan ortaokulda aynı sınıfta okuyordu, kasabaya giden bir dolmuş onları yol yolunun iki ayrı noktasından alırdı, birkaç kız daha vardı okuyan. Uzun mısırların gölgesinde çayla Sencan’ın yaptığı kekleri yiyorlardı, Sencan pasta filan yapma konusunda çok becerikliydi. İkisi de öğretmen olmayı planlıyordu, ama ikisinin de maddi durumları iyi değildi. Sencan’ın 6 ablası, vardı, babası erkek evlat istemiş, ha bu kez oldu ha bu kez olacak derken 7 çocukları da kız olmuştu. hani şöyle derler, ne yemek yapacağımı şaşırdım, bunu yoksunluktan söylerler, eğer Sencan’la şehirde olsalardı bunu her gün derdi annesi. Ama köyde oldukları için bahçeleri tarlaları olduğu için her gün pişirecek yemekleri olurdu, sebze ekerlerdi bahçeye, tavuklar, sığırlar vardı. İkisini de hayali okuyup iş sahibi olup evden kurtulmak; ama ailelerine maddi yardımda bulunmaktı, çamaşır leğeni delinmişti Sencan’ların, annesi çok üzülmüş, ağlamıştı, alacak para da yoktu, bazen bir kutu kibrit almaya paraları olmuyordu. Ve anne çok ilkeliydi, kimseni kapısına gidip borç para istemezdi. 6 sığırları vardı, onun sütünü pazara gidip satardı, kocası gurbete gitmişti, doğru düzgün çalışmaz, eve para göndermezdi, kafasına göre takılıp arada içer yatardı. Zora gemlemeyen, sakin ve iyi kalpli bir adamdı. Sonra ailesini hatırlar, elinde biraz parayla gelir, bir süre evde kalır, kadın onu gidip çalış eve para getir der evden kovar, adam da tekrar çıkardı gurbete, bazen elinde fazla para olurdu bazen elleri dolu gelirdi. Leyla’nın da durumu onlarınkinden farklı değildi. Güç bela geçiniyorlardı, yiyecek lokmaları vardı ama köy ruhlarını sıkıyordu, uçarı, heyecanlı ve coşkulu gençler köy gibi yerlerde mahvolur, onlar da öyle hissediyorlardı ve köyü ve bu pis şehre terk etmeyi planlıyorlardı, yaz ayıydı ve işten güçten başlarını kaldıramıyorlardı, bir basit giysi, bir basit bir şey almak isteseler para yok cevabını alırlardı alilerinden, kasabaya gezmeye inebildiklerinde (çok nadir) bir poşet çekirdek almaya bile paraları olmazdı. Başka şehirlerde bambaşka hayatlar yaşandığını biliyorlardı, her ne olursa olsun bu baskıcı köyü terk edeceklerdi. Kafaları uyumlu olduğunda ise okullarını bitirip öğretmen olacaklarını iddia ederlerdi, düşe kalka ilerliyorlardı ve biriktiriyorlardı onlara yapılanları, haksızlıkları ve işkence diye adlandırdıkları tepkileri, sözleri. En büyük dertleri iş güç yaptıkları halde akşama dek neden canlarının istediğini yapamıyorlardı, evden az uzaklaşsalar sorun olurdu, izin almadan kıpırdayamazlardı, ha, erkek olsalar iş deşirdi tabi, geçen yol kenarında gezip çiçek topluyorlardı, dağdan inen bir karavan yanlarında durdu, iki kadın vardı içerde, yabancıydılar, yarım yamalak Türkçeleriyle konuşuyorlardı turist kadınlar kasabaya iniyordu ve geri çıkacaklardı, bazı erzakları tükenmişti. Kızlara da gezersiniz gelin dediler ve kızlar da kabul etmişti. Turist kadınlar 30’larındaydı, Leyla ve Sencan’a birkaç giysi aldılar, sonra erzaklarını alıp köy yoluna düştüler araçla. Köyün yukarısında bir yerde kamp kurdular, ateş yaktılar, Leyla ve Sencan da onlara yardım etti, akşam oluyordu, ateş başında sohbet ediyorlardı, kızlar çikolatalarını yiyorlardı, turist kadınların esmeri yemek pişirecekti, geceyi bizle geçirin dedi turist kadınlar, kızlar da ailelerinden izin almak için oradan ayrıldılar, aileleri turistleri görmek istedi, inanmak istediler, Sencan’ın en büyük ablası ve Leyla’nın en küçük abisi ellerinde biraz yemek öteberiyle yaklaştılar ateşe, tanıştılar sohbet ettiler ve büyükler evin yolunu tuttu, Yemek pişti ve yemeye başladılar, turist kadınlar albümlerini çıkarıp gösteriyorlardı, ülkelerini anlatıyorlardı, vakit geç olmuştu, çay içiyorlardı, aniden sessiz şimşekler çakmaya başladı, gök gürledi çok geçmeden ve sağanak yağmur tek tük yağmaya başlamıştı, el ele verip alel acele eşyaları toparlıyorlardı, onlar karavana kendilerini attıklarında fırtına başladı, çok şiddetli bir sağanaktı, Leyla, ne güzel kokuyorsunuz, karavanın içi de deyince, esmer turist kadın parfümlü deterjanı gösterdi, senin olsun dedi, sonra parfüm çıkardı, o nasıl parfümse mükemmel bir koku yayıyordu kadınların ikisi de, mumları yakmışlardı, turist kadınlar ülkelerinden getirdikleri çikolatalardan ve gofretlerden verdiler, zaman ilerliyordu, sarışın turist gitar çalıp şarkı söylemeye başladı önce kendi dilinde, İngilizce ve sonra yarım yamalak Türkçesiyle, karavanın camları iri yağmur damlaları dövüyordu, usul sesle şarkı okuyordu, bıraktı, uykuları gelmişti, mumları söndürdüler ve Leyla düşüncelere daldı, bu anların bitmemesini dilerdi ama bitiyordu işte, yarın erkenden kadınlar dağa çıkacaklardı, birkaç gün orada kalıp başka yoldan başka bir şehre gidecekti, Leyla ve Sencan kendi aralarında usul sesle konuşuyorlardı, uyumanda önce söylenen basit birkaç söz ve ilk kez gördükleri bu iki kadın onlara kardeşleri gibi davranmıştı, buna şaşıyorlardı, başka memleketler, yerler ve şeyler daha da tutkulu biçimde oralara kavuşmak arzusu uyanmıştı içlerinde, hani uzaklara gitmek, başka insanlar görmek, bu hayal rutindi, ama başka bir ülkeden gelen iki kadınla sohbet edip yakınlaşmak o köyden kaçıp gitme dürtüsünü ete kemiğe bürüyordu ve bürümüştü, onlara yapabilmişse, kızlar neden yapamasın, kadın balarına gece gündüz yollardaydılar, hem de başka bir ülkeden gelmişlerdi ülkemize. Leyla gözlerini açtığında sabah olmuştu, turist kadınlar ve Sencan uyuyordu, zaman ne sabuk geçmişti, onlara bakarken düşünüp duruyordu, zaman ne çabuk akıp geçmişti, onlarla geçirilen mükemmel zaman, turist kadınlar yan yana uyuyordu, onları bir daha göremeyecekti, ama adreslerini almıştı, bir gün oralara gitme imkanını elde eder diye adresi almıştı, belki de onları sonsuza dek göremeyecekti, ne büyük bir acıydı bu, geceyi düşündü, anladı ki güzel anlar çok hızla geçip gider, öyle dedi içinden, sonra diğerleri de uyandı, kahvaltı yaptılar dışarıda ve Leyla ve Sencan evlerini yolunu tuttu. Köyde akşam yaklaşırdı, ya Sencan Leyla’ya giderdi oturmaya ya da Leyla Sencan’a, bu ikisi birbirini sürekli arardı ve birlikte vakit geçirirdi, kapı önünde ya da bahçede yere oturup mısır mı ayıklanacak, kafa kafaya verip yaparlardı, kış için domates toplanıp turşu mu yapılacak, birbirinin ailesine yardım ederlerdi. Köyün yolu akşam çökerken mahzunlaşır ve böcekler ötmeye başlar, deredeki kurbağalar, ılık yas esintisi eder, bir traktör sesi duyulur yolda giden, köyü gören tepenin üstüne çıkarlardı, burası Leyla’nın evine çok yakındı, oradan köyün ışıklarını seyrederlerdi, parlayan sönen ışıklar, bu ışıklara bakarak dünya hakkında konuşurlardı, gökyüzünde binlerce yıldız olurdu, onlar olunca ve genç olunca konuşacak çok şey olurdu, gelecek bir an önce gelsin ve onlara arzu ettikleri hayatı versin isterlerdi, zaman ne ağır işlerdi bu köyde, köyün rutinleri dışında hiçbir şey yoktu burada, eğlence yoktu, varsa bir eğlence onlar kendi içlerinden bulup çıkarırlardı, gerçek bir dost insana neşe verir, ilham verir ve bu ikisi birlikte oldukça bunları yaşıyorlardı, bazen Leyla Sencan’da kalır, bazen ise Sencan Leyla’da kalırdı, sabah kahvaltı yapıldıktan sonra eve dönülürdü, köyde böyleydi, kızlar kızlarla arkadaşlık ederdi, erkekler erkeklerle, kızlar erkeklerle arkadaşlık ederse dedikodu çıkardı, ve burada insanlar dindardı. Yine de ayaküstü sohbetlere kimse kötü bir yakıştırma yapamazdı, buradakiler dindar olsa da manyak değillerdi, yani uç düşünceleri yoktu, burada abi kardeş bilirdi kızlar erkeleri, erkekler kızları, bir mesafeli dostça dayanışma, burada kimse kötü olamazdı, hainlik yapamazdı, yaparsa burada barınamazdı çünkü. Belli ilkeler ve ahlak yürürlükteydi. Yazılı olmasa da bunlar yürürlükteydi, ama yüzyıllardır olduğu gibi burada da kötülüğe ve uyumsuzluğa meyleden insanlar vardı birkaç tane ve diğerleri onları olabildiğince idare ederdi, ki onlar aşırıya gidene dek. Anne hikayesini kesti ve bir bardak çay istedi. OSMAN Osman kar fırtınası içinde kimi zaman ağır biçimde ilerliyordu, zifiri karanlıkta tek başınaydı ve elindeki el fenerini ara ara söndürüyordu ki; pilinin bitmesinden endişe ediyordu, bu yol her nedense fazla uzun sürmüştü; belki de öyle algılıyordu, ve uzun bir yolda tek başına karanlıktaysanız, düşüncelere sarılırsınız, düş ve gerçek arasında bir yere gidersiniz, umutlara sarılırsınız, geçmişe gidersiniz, sizi oyalayacak, size güç verecek, sizi neşelendirecek bir şey ararsınız ve bu konuda geçmiş, anılar benzersizdir, eşelersiniz oraları ve ister istemez yüzeye birçok şey gelir, unuttuğunuz şeyler, sevdiğiniz ve sevmediğiniz şeyler, bir kanal açmış olursunuz ve sizi eğleyecek, sizle karşılıklı sohbet edecek şok şey bulursunuz ve Osman can sıkıntısıyla, yolun ve kar fırtınasının ezişiyle bambaşka biçimde sarılmıştı geçmişe ve orada olumlu ya da olumsuz her şeye. 10 yaşındaydı Osman, çok sıkıntılı zamandı. Köylü, çiftçi için sıkıntılı zaman bitmez ki. Ve Osman’ın babası Abdullah parayı yettiremiyordu, pazarda bir şeyler satıyorlardı, Osman ortaokulu o sıra bırakmıştı, babasına yardım ettiği için çoğu zaman gidemiyordu okula. Adam gibi bir bulup yapmak istiyordu ama köyde iş imkanı yoktu, ama belki kasabada iş bulabilirdi, nisan ayı geliyordu ve köye bu sırada ziraat odası başkanı geldi, muhtarla köy meydanında köylülere konuşuyordu. Ziraat odası başkanın birkaç kez daha görmüştü, sık sık köye uğrar, ilçedeki ofisinde akşama dek oturup çay içmez, insanlarla boş muhabbetler yapmaz, sürekli hareket halinde sevecek ve heyecanlı bir adamdı. Herkesle konuşurdu, köylü kadınlarla, gençlerle, çocuklarla, çocuklara nasılsınız çocuklar, “selam size muhteşem insanlar!” derdi bağırarak. Sakız, şeker dağıtırdı, Süleyman şöyle diyordu köylülere: Toprak işleme, gübrelemede, sulama ve ıslah gibi faaliyetler gibi yabancı otla mücadelenin de önemli olduğunu anlatıyordu. Hububat ekili arazide yabancı otun verim kaybı yanında kalitenin düşmesi, tohumluk değerinin azalması gibi dolaylı zararlara yol açtığını vurguluyordu. Verimli ve kaliteli ürün alınabilmesi için çiftçilerin yabancı otla mücadele konusunda ihmalkar davranmaması gerektiğini belirtti. Buğday ve arpa ekili arazilerdeki yabancı otlun yüzde 20-30 civarında verim kaybına neden olabildiğine işaret eden ziraat müdürü, ayrıca kalitenin düşmesi, ayrıca tohumluk değerinin azalması gibi dolaylı zararları olduğunu anlattı. Yabancı otla mücadeleni nisan sonuna kadar tamamlanması gerektiğine dikkat çeken ziraat müdürü, “yabancı ot mücadelesi buğdayın kardeşlenmeyi bitirip sapa kalkmadan önceki zamanda yapılmalıdır. Diyordu. Bu durumda buğday 10-15 santimetre olur. İlaçlamanın hava sıcaklığına göre 8-10 derece arasında olduğu, rüzgarsız ve yağışsız havada yapılması gerekir dedi. İlaçlı mücadele yapılan yerlerde arı ve hayvan sahiplerinin de zehirlenme olaylarına karşı tedbirli davranması gerekir.” Süleyman’ın konuşması bitmiş, köylerle başka konular hakkında konuşuyordu, hal hatır soruyor, gönül yapıyor, onları mutlu edecek şeyler söylüyordu, herkesle bir irtibatı vardı ve bunları unutmamıştı. Arada şakalar uçuşuyordu havada. “Başkanım ben iş arıyorum, bana bu konuda yardım edebilir misin?” dedi Osman. Başkan gülecekti; çünkü çocuk adam gibi ciddiydi. Başkan ciddiyetini bozmadı, “git oyun oyna, babana tarlada yardım et” diyecekti, caydı. “Kasabada tanıdıklarım vardı” dedi, Bu konuda senin için elimden gelen bütün yardımı yapacağım.” Yalandan kim ölmüş, çocuğu avutmak işine geldi. Zaten çocuk yarın öbür gün bu irtibatı unuturdu. “Bir süre beklemen gerek.” Süleyman, Osman’ı ve ailesini iyi tanırdı, ertesi gün Süleyman yine köydeydi, birileriyle bir şeyler konuşuyordu arazide, Osman’ı fark etti: “Osman gel yanıma” diye bağırdı. Osman koşup geldi heyecanla. Başkan ceketinin cebinden bir poşet şeker çıkarıp verdi. “Beni unutmamışsın; ama ben şekerle yetinecek değilim. Bu şeker için bedel ödemedim.” “Sözümü unutmadım, şansına bir iş çıktı. Ama bu iş zor, yapabileceğini sanmam, imanın gevrer bu işle.” “Yok canım, ben azimliyim, neymiş söyleyiver.” “Doğada salyangoz toplamak. Bu işte para var.” Osman güldü: “Benle dalga geçiyorsun?” “Yok oğlum.” “Sümüklü böcek toplayacağım, ha? Para alacağım üstelik. O pis şeylerden.” “Öyle. Ben sana demiştim yapmazsın diye.” “Denerim.” “Başka kimi şehirlerde köylüler salyangoz topluyor ve bunları kilo başına bir fiyatla satıyorlar. Köyde bu işi yapacak çok çocuk bulursan tamam. O zaman salyangozları alacak olan tüccarı köye davet ederim.” “Anlaştık başkanım.” Osman, köyde dolanıp bu işi yapabilecek kişileri, arkadaşlarını arıyordu, Bir sürü çocuk buldu. O gün başkana bildirdi. Ertesi günün erken vakitleriydi, gün yeni aydınlanıyordu köyde, Osman çoktan uyanmış, salyangoz toplayacağı arkadaşının evine gidiyordu, ikişerli guruplar belirlemişti ve kendisi ilkokul arkadaşı Mehmet’i seçmişti, onunla iyi anlaşırdı, kapıdaki köpek Osman’ı görünce havlamaya başladı. Mehmet’in küçük ablası çıktı cama: “Sabahın köründe burada ne arıyorsun, yakışıklı?” (Ona “yakışıklı” diye takılır sık sık) “Elinin körünü.” diye söylendi. “Ne dedin duyamadım?” Duydu aslında. “Mehmet nerde demiştim?” “Onu demedin ya neyse. Ne yapacaksın onu?” “İş.” “Ne işi?” “Salyangoz toplayacağız. Satacağız bunları. Dün anlattım bunu ona.” “Ha şu iş mi? Bana demişti. Saçma gelmişti. İnanmamıştım. Organ mafyasının eline düşmeyin de… Salyangoz para etmez bildiğim.” “Yok. Para ediyor.” “Ederse saçma değil. Sizi kandırmasınlar da.” “Yok abla.” “Ağzını yerim senin.” Güldü. “Mehmet şimdi uyuyor.” “Söyle kalksın.” “Kızar.” “Bu iş erkenden yapılır.” “Salyangozlar sana biz erkenden çıkıyoruz mu dediler sana. Bu telaş ne oğlum?” “Salyangozluk yapma Sevda abla.” Sevda güldü: “Bekle.” Bu sırada, yan odada uyuyan Mehmet konuşmaların bir kısmını duyup uyanmıştı. Pencereye geldi az sonra: “Az bekle” dedi, içeri gitti, süratle kahvaltı yapıp elinde poşetle dışarı çıktı. Bahar gelmişti; ama ayaz vardı, ara ara yağmur yağıyordu ve bugün hava ısırır gibi soğuktu. Yağmur çiseliyordu. Salyangozlar bahar ayında, yağmurlu zamanlarda ortaya çıkar. Öyle demişti Süleyman. Kafadar çocuklar köyün tepelerinde, ısısız yerlerinde ellerinde poşetlerle yere bakarak, yeri tarayarak geziyordu. Araştırıyorlardı toprağı taşı. “Sıkıntılı iş. Bir tane bile yok meretlerden.” dedi, boş küçük paslı teneke kutuyu tekmeledi, kutu uçup uzağa attı. “Buluruz, sabırsız olma.” “Ne olacak bu salyangozlar?” “Kozmetik ürünler yapılacak bunlarla.” “Deme. Krem gibi mi?” “Öyle herhalde. Ruj. Bunlarda cilde iyi gelen şeyler varmış.” Mehmet’in içine bir tiksinti gelmişti: “Şehirli karılar kızlar kullanır bunu değil mi?” “Başka ne. Köylüler gres yağı kullansa bile olur. Günleri bok püsür içinde geçiyor zaten.” Mehmet güldü: “Geçen sene hatırlıyor musun bilyalının bilyasına gres yağı sürüyordum, tadı nasıl acaba demiştin, ben de tadına bakmıştım.” “He la” dedi Osman gülerek, “Ne yapayım, gres yağı çikolata gibi güzel görünüyordu. Gübrenin bile cilde faydası varmış. En sağlıklısı da buymuş.” “Deme” dedi, güldü. “He la. Şehirli kadınlar Deve bokunu bile karılar yüzüne sürüyormuş. Cilde iyiymiş.” “Kozmetik demek” diye mırıldandı Mehmet. “He” dedi Osman. “Şehirli kadınlar…Aklımda hayalimde süslü püslü biçimde canlandılar, Onlar bizim analarımız gibi iş yapmazlar, yapamazlar, ot ya da bok ya da patates yüklü sepetle dağ bayır uçurum kenarından gitmezler. Güçleri olmaz. Makyaj yapıp kuaföre giderler, araç kullanırlar. Ben bu işi yapmam birader, kendimi hain gibi hissettim!” Mehmet çöktü olduğu yere. Yerden bir ot koparıp bir ucunu dişlerinin arasına alıp çiğnemeye başladı. “Anlamadım, ne zırvalıyorsun?!” “O tatlı, minik ve sevimli ve harika salyangozcuklar o süslü püslü kadınların cildi güzel olsun diye üretilen kremler için mi can verecek, bu beni kahretti.” Osman güldü: “Kalk dostum. İşe devam. Yılma. Saçmalama.” “Ne kadar kötüsün.” “Onu bunu boş ver de topla, kilo başına para alacağız.” Mehmet yerinden kalktı isteksizce. “Çakal gibi hissediyorum kendimi, hırsız gibi ve hain, bu güzel.” Güldü. “Salyangozcuklar onun için ölmemeli.” Osman işi matrağa vurdu: “Zaten ölüp gidecekler boş yere. Değerlendiriyorlar. Öleceklerse ne için ölmeli, dedin ya?” “Yüce bir şey için, yüce bir amaç için.” Ara ara buldukları salyangozları poşetlere atıyorlardı: “Bu çok küçük ve hem kardeşi vardır, salayım gitsin. Ayrıca belki de halasını ziyarete gidiyordu, çok büyük ihtimal. Aceleciydi ve elimi görünce çok korktu. Başını hemen içeri çekti.” Osman güldü: “Haklısın.” “Ne için?” “Kardeşi vardır.” “Kafa bulma benle.” “Çok küçüktü. Ayrıca halasına da gidiyor olabilirdi.” Mehmet güldü: “Bu noktada anlaştık.” Mehmet çene çalıp duruyor, sık sık oturuyor ve Osman’ı seyrediyordu. Osman kızdı: “Bak aslanım tembellik yapıyorsun, doğru düzgün çalışmıyorsun, bu gidişle poşetinde bir kilo bile salyangoz olmayacak.” “Dert değil.” “Bu çiseli günde birlikte kafamıza göre takılıyoruz.” “Orası öyle. Ama bak salyangoz demek para demek. Şeker alabiliriz bakkaldan, gofret ve çikolata. Cips.” “Geçen gün dayım geldi bize şehirden. Bir sürü şey getirdi, çikolata gofret. Patlayasıya yedik. Sana da ayıracaktım; ama kardeşlerim hepsini yedi. Osman ona gaz verecek bir şey düşündü; ama bulamadı, az sonra aklına müthiş bir şey geldi: “Para biriktirip bisiklet alırsın o zaman.” Mehmet’in gözleri parladı birden. Taksi lastiğini eliyle çevirerek dolanırdı yollarda. Iskartaya çıkmış lastik. “O tekeri elinle süreceğine oturup bisikleti sürersin.” Mehmet’in hayaliydi bisiklet sahibi olmak. Gayretlendi. Bulundukları bölgede çok az salyangoz bulmuşlardı, “şu taraf gideli” dedi Osman, “Köyün birinde günde 5 ton topluyormuş köyüler, düşünsene aldıkları parayı. Kilo başı 3,5 liradan satacağız salyangozları. Mayısa kadar devam edermiş iş. Günde 50 kilo toplarmış o köylüden her biri. Biz de öyle toplasak elimize güzel para geçer la. Sığır gibi para la. Mehmet, delice güldü. Gözlerinden yaşlar geldi. “He ya! O zaman bisiklet alabiliriz. Ama o da paramızı birleştirirsek.” “Bilmem” dedi Osman, “Önce salyangozları toplayalım da. Para işi sonra. Ama hızlı olmalıyız. Şunlar ne yapıyor orada?” İki arkadaşları vardı ilerde. “O dandikler oturmuş muhabbet ediyor, sigara var Aslan’ın elinde, Salyangoz toplayacaklarına. E kendileri bilir.” “Aslan bu gidişle kanser olacak.” “Gebersin adi. Keşke onu çağırmasaydım. Hasan’ı da bozuyor inek. “Deme öyle. Hali en kötü olan aramızda o.” “E çalışsın kardeşim. Sen devam et, şunu haşlayıp geleceğim.” Osman Aslan ve Hasan’ın yanına geldi: “O sigarayı at Aslan.” Aslan sigarayı yere atıp çiğnedi. “Yarımdı, yerde buldum.” “Yapma. Bu son olsun.” “Tamamdır şef.” Güldü Osman. “Hasan, bu bir daha sigara içerse bana de.” “Olur şef.” “Yalaka.” Hasan güldü. Osman Mehmet’in yanına geldi: “Bunlar da hayat yok, gevezelik ediyorlar, Bu Aslan besinsizlikte bir deri bir kemik bir de yolda bulduğu sigarayı içiyor.” “Bisiklet olayına bunlar da para ekleyecek mi?” “Bu gidişle ekleyemeyecekler.” “Eklemesinler. Biz ikimiz alalım bisikleti. Hem onlar yok sen çok kullandın bisikleti diye mızıkçılık yaparlar, sonra kavga çıkar ve sonra birimizin babası o bisikleti bir balyoz darbesiyle ikiye böler. Ayrıca bisiklet köyün kötü yollarında çabuk eskir ve yüksek gerilime konan çarpılmış karga gibi olur, yani leşi çıkar.” Osman güldü: “Haklısın, hiç böyle düşünmemiştim. Hasan’ın da babası yok. İki abisi hapiste. Zavallı. İşi zor hayatta.” “Ortaklık hiç iyi değildir iyi anlaşamadıklarınla. Annem öyle der.” “Haklısın.” “Bisiklet olayı bir tür lanete dönüşmesin de.” Osman güldü. “Geçelim bisikleti, alamayız belki. Başka şeyler alırız.” dedi Mehmet, “Takıntılı olmayalım.” “Orası öyle. Can sıkmaya değmez.” Yağmur hızlanınca çayırdan uzaklaşıp bir köy evinin arka duvarına yanaştılar, tentenin altındaydılar. Osman dedi ki: “40, 50 gün sürermiş bu iş. Sıkı çalışırsak güzel para alırız. Süleyman amcanın sözünü ettiği ilçede bahar geldiğinde 100 aile bu işi yaparak ek gelir elde ediyormuş.” Mehmet, bu işten bezmişti; üşümüştü ve yorulmuştu; ama dostunu hayal kırıklığına uğratmak istemiyordu, kendini zorluyordu. “Burada pek çıkmadı” dedi Mehmet, “yağmur da azalmadı. Eve dönelim. Yarın yaparız.” “Bahçe, göl kenarı ve taşlık alanlara bakın dedi Süleyman amca. Şimdi dönemeyiz.” İlerlediler. Arkadaş aşkına Mehmet devam etti, çok salyangoz buldular. “Burası salyangoz deposu be dostum!” dedi Mehmet, “Banka burası.” Güldüler. Poşetleri dolmuştu. Ama sırılsıklam ıslanmışlardı. Dönüş yoluna geçtiler. Su kanalından geçiyorlardı, Mehmet’in elinden poşet kaydı ve suyun dibini boyladı. “Yuh. Hepsi gitti.” Güldü, Bütün emekler boşa gitti.” Küfür etti. “Takma kafana, benim poşet ikimizin ortak.” Annem çok kızacak, evden çıkmadan demişti, yağmur yağacak, çıkma, fazla kalmam, yağarsa hemen gelirim demiştim. Şemsiye vermişti, almamıştım. Kafamı kırar kesin. Hasta olursam dışarı çıkmama izin vermez.” Aceleyle ilerliyorlardı, Osman’ın elindeki poşet yırtıldı ve salyangozlar çamura dağıldı. “Boş ver onları; gidelim.” dedi Mehmet. “Sen git. Toplamasam boşa mı zaman harcadım?!” “Haklısın.” “Hava kararmadan evde olayım.” Koşarak gitti. İki adım attı, ayağı kaydı, yüz üstü çamura kapaklandı. O sırada Osman ona bakıyordu, kahkahayı bastı. Mehmet toparlandı, yürüyerek uzaklaştı. Yağmur sertleşecek gibiydi. Osman toplama işine devam etti, çalıları arasında bulduğu eski çuvala dolduruyordu salyangozları. Uzaktan gelen gözüne takıldı. Şemsiyeli adam köyün demircisinin çırağıydı. Genç adamın elinde poşet vardı. “Mahmut abi sen de mi salyangoz topluyorsun?” “Kardeşlerim için. Hem maksat oyalanmak. Babam işte biliyor beni. Akşam olunca döneceğim eve.” “Demircilik işi ne oldu?” “İstifa ettim. Daha doğrusu kavga ettik. Yumruk attı… Pek azimlisin.” “Öyle. Devam. Bura benim yerim. Uzak dur.” “Olur. Şemsiyen bile yok, ıslandın sıçan gibi hasta olursun, sonra ilaç almak için bir sürü para harcar baban, çocuk. Osman kızdı: “Ayıp edersin gitmezsen.” “Tamam, gidiyorum.” Osman, onun kardeşlerini severdi. Fikir değiştirdi: “Şaka yaptım gel” dedi, “Kimden duydun bu işi?” “Çocuklardan; kimden olsun. Bahçemize girmek istediler. Bunlar bahçeler, yeşil alanlarda, ağaç dipleri çöplerin bulunduğu nemli yerlerde olur. Burada herkese yetecek kadar çok salyangoz var aslanım. Köyün dış mahallerine yönel, oralarda çok olur bu meretlerden. Bahçe kenarları, duvar dipleri… benim bahçedekilerin hepsini toplattım kardeşlerime. Bunlar fidanlara yapışıp zarar veriyormuş, kibarca alıp yere koyduğum bu böceklerin para etmesine sevindim. Köydeki bahçe sahipleriyle konuş, oralardakini temizle derim sana, ben koca adamım, utanırım, sen bence oraları hallet.” “Tamamdır, sağ ol.”dedi Osman, “bunlardan köyün birinde geçen yıl 20 ton toplamışlar.” “İyi para kazanmışlar.” “Öyle herhalde, ben kaçar” dedi el edip oradan uzaklaştı Osman. Osman bir ağacın altında bekledi. Yağmur kesilir diye. Hasta olmaktan korktu, eve dönmeyi düşündü. Bastı. Köy yolundan ilerliyordu, başını kaldırdı, az ötedeki evin penceresinde Mehmet vardı: “Ne arıyorsun burada?” “Halamlara geldim. Isınıp kuruyup öyle gideceğim.” “Az bekle dedi, içeri gitti, “Gel içeri; ısın, halamdan izin aldım. Hem yemek yersin.” Osman bahçeye girdi. Çuvalı kenara koydu. Eve girdi. Yere kurulu sofraya oturdu. Fırınlı sobanın yanına. “Annen oyacak seni. İyice kuru da öyle gidersin.” dedi evin kadını. İçeri gitti. Mehmet, heyecanlı heyecanlı konuşup kırmızı bir bisiklet almaktan söz ediyordu. Sonra lafı değiştirdi, acı gerçeklere geldi. Elinde tereyağlı ekmek vardı, Mehmet’in ağzından çenesine yağ akıyordu. Çenesini sildi. “Önce eve gideyim dedim, annem komşudan çıkıyordu, yolda gördü beni, iki şamar patlattı, baban öldürecek dedi. Ben de buraya geldim. Ekmek çamura düşer, alıp öperler alınlarına koyarlar ve sonra kenara, ya da tavuğa verirler. Bize de böyle davransalar. Kaçıp gideceğim günün birinde buralardan… O otomobil lastiğini sürüp duruyordum köy yolunda, geçen yazdı, şehirli bir çocuk gelmişti köye, beni görmüştü, şebekmişim ya da böcekmişim gibi bana bakmıştı. Kız gibi güzel kırmızı bisikletiyle yanımda durdu, dedi ki: O seni süreceğine sen onu sürüyorsun, bu işte bir yanlışlık yok mu, güldü, dedim ki, kendini benim yerime koy, kırmızı bisiklet alacak para yok, sence bu yaptığın densizlik değil mi? Benden özür diledi. Kabul etmem dedim, ver bisikletini, bir tur atarsam özrünü kabul ederim. Verdi bisikleti, bir tur attım. O gün onunla akşama dek bisikletle dolaştık, ben bisikletin çatalına oturdum. O gün öyle güzel geçti ki. Sen yoktu köyde. İşte o günden beri kırmızı bir bisiklet hayalim var.” “Yenisi olmasa bile kullanılmışını alırız. İkinci el. Eskicilerde var. Yazın çalışırız alırız.” Osman’ın üstü başı kurumuştu. Evden ayrıldı. Osman Mehmet’in evinin önünden geçiyordu. Mehmet’in annesi bahçede kütük üstünde baltayla odun kırıyordu: “Mehmet nerde?” “Halasında.” “Yağmurda ıslandı mı?” “Hayır.” “Yalan söyleme!” “Biraz ıslandık; ama sorun değil.” “Daha yeni iyileşti. Hasta olup geberecek. O hasta olursa sorun değil’i sana gösteririm Osman!” “Senden izin aldığını söylemişti.” “Almadı, babası da hayır diyemedi. “Her neyse. Annene de selam söyle.” “Baş üstüne.” Tek katlı evin birçok penceresi beyaz naylonla kapatılmıştı, Mehmet’in küçük kardeşleri oyun oynarken kırmışlardı, cam yaptırmaya paraları yoktu, evde halı ve kilim bile yoktu, çıplak döşemede geziyorlardı. Köyün en yoksul ailelerindendiler. Osman geri döndü. Mehmet diye seslendi. Mehmet cama çıktı: “Ne var? Ne oldu, çok haşin, karanlık bakıyorsun?” “Bisiklet işi boka sardı.” “Neden?” “Annen çok kızdı. Ondan izin almamışsın.” “Eğer eve gelmezse kafanı patlatacakmış ve geceyi tavuk kümesinde geçirecekmişsin.” “Gerçekten öyle mi dedi?” “Kafanı patlatması doğru da tavuk kümesi olayını uydurdum.” “E niye?” “Ya eve dönsen iyi olacak. Annem hasta olmandan korkuyor.” “Derdim değil.” “Onu annene anlatırsın.” “Bisiklet hayali işi mezarlıkta dolanan ceset hikayesine döndü.” Osman güldü: “Aynen öyle.” “Belki o mankafa belediye başkanına gideriz.” “Neden? “Bizi bu belaya o soktu. Köye bir bisiklet alsın. Çocuklar ödeşmeli biner. E bir bisiklet alacak parası vardı koca belediyenin.” Osman’ın gözleri parladı: “Hay aklında bin yaşa!” “Nerden aklına geldi belediye başkanından bisiklet istemek?” “E okula toplama kitaplar geliyor ya, bir akıllı da birkaç bisiklet yollasa. Kitaplarla oyun olmaz ki.” “La Mehmet sende süper zeka var. Bu kafayla sen çok yükselirsin hayatta.” Mehmet gülüyordu. Osman dedi ki: “Demek belediye başkanından bisiklet isteyeceğiz. Utanırım ben. Hem annem kızar. Dilencilikten hiç haz etmez.” “He, ben konuşurum, merak etme. Ama arkamda olacaksın ve köyden 10 çocuğu da ikna edeceksin bizle gelmeye; söz mü?” “Söz.” “Sözünün tutmazsan oyarım seni bak sağmam söz ver Osman güldü: “Söz. Ama ya belediye başkanı bizlere almazsa bisiklet. “Alır canım, almazsa onun sorunu o. Adam olan alır. Sana köy çocukları gelse almaz mısın, küçük çocuklardan utanır da alırsın.” Güldüler. “Utanmaz çıkarsa?” dedi Osman. Canımız sağ olsun geçer gideriz. Otomobil lastiklerini süreriz.” “Süreriz. Ben yarın salyangozları götürüp satarım. Senin paranı da getiririm dedi Osman, “Ama annen öldürecek seni.” “Biraz dayak yerim ama olsun. “Mücadeleyi yarım bırakmadın. Bırakmadık. Önemli olan budur. “Ama zoruma giden şehirli boş kadınların suratında olacak o muhteşem sevimli salyangozcuklar. Krem olarak. İçim acır buna.” “Bunu konuştuk ya, bak bunları yiyorlar Avrupa ülkelerinde. “Sahi mi?” “Ne bileyim. Öyle dedi Süleyman abi. Düşünsene. Kadının yüzünde yanık var. Salyangozlar krem yapılacak. Kadın kremi kullanacak ve iyileşecek. Diyelim kalıcı yanık izi var. Kadın salyangozdan üretilen kremi kullanıp yanık izini yok edecek makyajla, sokağa çıkmaya yüzü olacak.” “Hı, vay be, hiç böyle düşünmemiştim!” “Çapsız düşünme kardeşim. Büyük düşün. Evrensel düşün. “Evrensel nedir la? Uyuz uyuz konuştun!” “Anlamadığın için uyuzum değil mi?” Güldü: Aynen. Ne demek istedin? Evrensel nedir?” “Büyük çaplı yani. Sevgiyle bakmak yani. Her yerde geçerli olan güzel görüş yani. Ahmak ve çıkarcı köylüler gibi bakma hayata yani. Babamdan öğrendim bunları.” O gün Osman güzel bir dayak yedi annesinden. Ertesi gündü. Köyde Mehmet’in öldüğü haberi duyuldu. Gece ateşi çıkmış ve sabaha karşı yatakta can vermiş. Mehmet zaten zatüreyi yeni atlatmıştı. Osman ağlıyordu. Derin bir suçluluk duyuyordu. Eğer Mehmet’i salyangoz işine bulaştırmasa ölmeyecekti. Kendini suçlayıp duruyordu. Osman gece uykudan uyandı. Kabusmuş; delice sevindi. Bir daha asla salyangoz işine bulaşmamaya yemin etti. Ertesi gündü. Osman topladıklara salyangozları köye gelen tüccara satıyordu. “Kilosu 1,5 lira” dedi tüccar. “Daha fazla demişti Süleyman abi? Keriz yerine koyma beni. Lütfen.” Adam güldü: “Bak aslanım, ben bu fiyatta alıyorum. Satmak istemiyorsan sen bilirsin; ama sana biraz daha fazla para veririm.” “Sağ ol.” Osman parayı alıp oradan ayrıldı. Köy bakkalından bir şeyler aldı ve koşarak ilerledi. Birkaç kuruş. Önemli olan bu buydu, bu kadarıydı: Dostla paylaşmak. Osman, Mehmet’in evine gitti. Sobanın başındaydı Mehmet. Hastalanmıştı. Ateşi vardı, limonlu çay içiyordu. Osman, ona aldıklarının çoğunu verdi: “Kardeşlerine de verirsin.” “E çok, senin payın.” “Yolda yedim.” Halbuki yememişti. “Koca adamlar salyangoz işine karılarına sarılır gibi sarıldı. Hayretler içindeyim.” dedi Osman. Mehmet, gülmeye başladı. “Karılarına sarılır gibi, ha?” “Karılarına ya da hayalarına… Gerçekten öyle. Köylü aç, sefil. Açlar ama çaktırmıyorlar.” Ertesi gündü. Köyün üstüne kızgın bir güneş vardı. Öğle vaktiydi ve Osman Mehmet nasıl diye bakmaya gitti. Onun hastalanıp ölmesinden korkuyordu çünkü. Şu kabusun etkisini atamamıştı. Mehmet’i mutlu etmek istiyordu; ama aklına bir şey gelmiyordu. Dün sattığı salyanyoz parasının bir kısmını diğer cebinde unutmuştu, parayı bulunca dünya onun oldu sanki. Aklına iyi bir fikir geldi ve koşarak bakkala gitti, bir plastik top satın aldı. Mehmet, kapıda oturuyordu. Keyifsizdi. Osman, bahçeye girdi ve usulca onun yanına oturdu. Topu bir eliyle arkasında saklıyordu poşette. Osman ona baktı. Mehmet başını önüne çevirdi. “Neyin var?” dedi Osman. “Ne bilem. Keyfim yok.” “Bir şey var. Söylesene gardaş?” “Şu bisiklet olayına kafayı taktım. Anneme dedim belediye başkanından isteyeceğimizi. Çok kızdı, süpürgeyi fırlattı bana, biz dilenci değiliz. Abin çalışır alır dedi, eğer belediye başkanıyla görüşmeye gidersem bana bir kamyon dolusu dayak atacakmış.” Güldü:“Takma kafana.” “Nasıl takmayayım. Öyle kurdum ki kafamda. Şu salyangozcukları toplayıp para bitirecektik hesapta. İnsan kafasında canlandırınca ve o hayal gerçekleşmeyecek gibi görünüyorsa üzülmez mi? Kurduğu hayal canı gibiyse hem de.” Osman, arkasından topu çıkarıp gösterdi: “Sana bir hediye aldım. Bunu bir kırmızı bisiklet olarak kabul et lütfen.” Mehmet, futbolu çok iyi oynardı, en sevdiği oyundu futbol. Topa çok sevindi. Dostuna sarıldı sonra topa sarıldı. Osman buna güldü. Mehmet ayağa fırladı, topu yere koydu ve duvara şut attı. Top duvardan sekti ve boş eski zeytinyağı tenekelerinden birinin tırtıklı kenarına çarptı, kırmızı top “tısss” etti anında patlamıştı. “Anasını seveyim; böyle şansın içine tüküreyim! Gitti ya la yepisyeni top!” Osman güldü. Mehmet ağlıyordu. Uzun süre ağladı. Osman da içinden ağladı. Osman ayağa kalktı, kapı kenarındaki süpürgeyi eline aldı, süpürgenin uzun sapı vardı, Mehmet’in yanına geldi. “Bak güzel kardeşim; bu bir bisiklet. Kırmızı bir bisiklet. Ben süreceğim, sen de orta bölüme oturacaksın, tamam mı?” Mehmet güldü: “Sen kafayı mı oynattın la?” “Yok, atla haydi, yokuş aşağı son sürat gideceğiz.” Mehmet’e çok saçma sapan geldi bu; ama salakça da olsa; “bu oyuna uyayım, bakalım ne edecek?” diye düşündü. Osman, bisikleti sürer gibi başladı. “Yokuş aşağı gidiyoruz. Saçlarında rüzgarı hissettin mi?” “Hayır.” “Hissetmeye çalış.” “Nasıl hissedeceğim yahu!” “Hisset şapşal seni! “Hissedemiyorum. Gerçek bisikletin yerini tutmaz bu.” “Bana uy. Kasma. Yokuş aşağı gidiyoruz. Bilyalıyla giderdik ya.” “Ha, tamam çıkardım.” “Saçlarında rüzgarı hisset.” “Galiba.” “Yakaladın mı?” “Biraz.” “Hani o gün mavi bir kazak giymiştin. Dedenin kazağı.” “Hayret! Unutmamışsın, evet. Şahane bir gündü. Aklımdan çıkmaz!” “Şimdi pedallara basacak kardeşim. Çok daha hızlı gideceğiz.” Osman, Osman hayali bisikletin pedallarına basar gibi yapıyordu. “Şurada taş var, dikkat et” dedi Mehmet. Osman güldü: “Bunu sevdim. Sağlam dur.” “Daha sıkı sür şunu, uçalım”” “Tepe taklak oluruz.” “Yok bas sen. “ Güldüler. Osman, ses çıkarıyordu, bisikletin zincir sesi. Arada rüzgar sesi çıkarıyordu. Osman, evin önünde geçen yaşlı adamı gördü. Dedi ki: “Orada biri var, geldiğimizi görmüyor.” “Muhammed dede bu, elinde poşet var. Hayret. 85 yaşında. Fosil olmuş; ama salyangoz toplamaya gidiyor.” Osman güldü: “Fosil deme; duyacak!” “Dede çekil yoldan!” diye bağırdı. “Salyangoz topluyorum” diye bağırdı. “Yoldan çekil!” dedi. Osman, yana attı kendini. “Dede neden çekilmedin?” Yaşlı adam çocukların yanına geldi. “Nasılsınız çocuklar?” “İyiyiz.” “Fosilim demek?” “Şakasına dedim dede.” “Salyangoz toplamak senini işin değil dede” dedi Osman, “Yat evde aşağı. Uyu keyif yap. Dua et.” Yaşlı adam güldü: “Kocakarı evden attı. Hep oturuyorsun, yatıyorsun. İçin geçti. Seni kirli mutfak elbezi gibi görünce sinirlerim tepeme çıkmıyor. Az hareket et dedi.” Çocuklar güldü, dede güldü. Dede, şaka maka derken ağlamaya başladı. “Elime poşet tutuşturdu. Gidip salyangoz topla, bir işe yara dedi. Dizlerim ağrıyor. Ama salyangoz da toplamam lazım.” “Dede, sen otur biz toplarız senin yerine” dedi Osman. “Hayır. O kamyon takozu suratlı kocakarı haklı aslında. Hareket edince dizlerim açılıyor. Karışmayın. Az dinleneyim toplarım salyangoz…Siz ne yapıyorsunuz?” “Bu süpürgeyle oynuyoruz. Yani onu kırmızı bir bisiklet olarak hayal ediyoruz. Yokuş aşağı giderken sen çıktın yola. Çarpıştık.” “O da ne ki” dedi. Bastonunu gösterdi: “Siz hiç uzay gemisiyle uzayda yol almadınız demek?” “Ney, nasıl nasıl?” “Atlayın bakalım.” Çocuklar birbirine baktı şaşırarak. Gözlerinin içi sevinçle parladı. Bir şamata olacağını sezmişlerdi. “Dikkat. Kapı tısss diye açılır otomatik. Duman çıkar.” Çocuklar gülmeye başladı. “Orada yeşil düğme var. Ona basın.” “Neresi ya, anasının kökü nerde bulamadım?” “Rastgele bas kanka, hayal et mankafa, hayal gücün mü dondu?” Güldü: “Numaradan öyle yaptım.” Güldüler. Basıp içeri geçtiler. Yaşlı adam kapı sesi çıkardı: “Tısss.” Çocuklar ciyaklayarak güldü. “Şimdi galaksiler arası ışık hızından daha hızlı biçimde yol alacağız çocuklar. Göktaşları vs. karşımıza çıkabilir. Bir tanesini alıp o takoz suratlı kocakarının başını indirmek lazım. Siz astronot kıyafetlerinizi giyip bir miktar toplayacaksınız, anlaştık mı?” “Kıyafetler nerde dede?” Ne dedesi!? Mr. Spock diyeceksiniz. Mr. Spock diye hitap eksik kalır mı, böyle bir uzay gemisine biniyorsunuz, eşek herifler! Kaptan Mr. Spockım ben!” Çocuklar, gülme kopmasına, komasına girdi. “Sen onu nerden biliyorsun kaptan bay spak?” “Kim bilmez ki onu” dedi, takma dişini çıkardı, “çocuklar bu yolculukta şeker ihtiyacınız baş gösterecek, şu çikolatadan bir miktar ısınırın bakayım.” Takma dişi uzattı. Çocuklar ürkerek birbirine baktı. “Tadı harikadır. Bir parça ısırın. Nasıl olsa siz de takarsınız kocayınca.” Çocuklar takma dişi aldı sırayla, ısırır gibi yaptı. “Çikolatanın tadı mükemmelmiş kaptan bay Spak.” Dede, takma dişlerini ağzına yerleştirdi: “Biraz de ben yiyeyim. Hım. Çok güzelmiş çikolata. Çocuklar. Saatte 300 kilometre hızla insan uçtuğunu düşünür. Ve dünya saatte 112 bin kilometre hızla dönüyor ve hissetmiyoruz. Hayatta öğrenmeniz gereken çok şey var ve siz keşfetmeniz gereken ufuklara yol almalısınız. Asla pes etmeyin. Asla vazgeçmesin. Kocakarı bana dedi ki: Git salyangoz topla, sat, dışarıda bir işe yara, git topla salyangoz, bana para getir ve kaybolan yıllarımı getir. Anlaşılan eskileri düşünüp üzüldü, gençlik zamanlarını…Neyse. Bu yolculukta canınızı sıkmayayım. Eğlenme zamanı! Nerde hareket orada bereket. Emniyet kemerlerini neden takmadınız, at nalları! Çocuklar deli gibi gülmeye başladı. Gülerek dedi ki Osman: Neneye kızdın, hırsınız bizden çıkarma Kaptan bay Spak, yolcuları eziyorsun. Kibar ol lütfen.” “Çok konuşma, emniyet kemerini bağla yoksa atarım sizi çöp gibi uzay boşluğuna. Fırlatma koltuklarının düğmesi orada, kontrol panelinde, canımı sıkanı hiç acımam atarım vallahi, uzay boşluğuna. Çocuklar yine deli gibi güldü. Osman dedi ki: “Tamam Bay Spak, sakin ol lütfen. Bağladık emniyet kemerlerimizi.” “Şimdi konsolunuzdaki kutuyu açın ve kırmızı şekerlerinden alın.” “Ooo, süper!” dedi çocuklar, “Burası tam size göre düzenlenmiş.” AÇ KURT SÜRÜSÜ Aç kurt sürüsü acıması olmayan kar fırtınası içinde ilerliyordu, nasıl acıması olsun ki. Kar bildiğini okuyor, okuyor; ne var ki bütün canlılar merhamet duyar, merhamet ister, dört ayaklı canlılar, iki ayaklı canlılar hele de açken merhamete daha çok ihtiyaç duyar. Ve karın ruhu yapması gerekeni yapar. Nasıl ki altında solucanların ve böceklerin uyuduğu kaya ya da taş nasıl görevini yapıyorsa kar fırtınası da görevini yapıyordu kusursuz ve içtenlikle. Siyah kurt bu işten hiç hoşlanmıyordu, ne zaman ara verecek bu kar fırtınası diye düşündü. Ne kadar can sıkıcı, ne kadar can sıkıcı! Onun sürüdeki lakabı baba’ydı, sürüde her bir kurdun lakabı vardı, lakabı her kurt zaman içinde, hareketlerine ve eylemlerine göre alırdı. Siyah kurt bütün kurtlar arsında baba olarak söylenirdi çünkü o bir büyük yürekli baba gibi davranırdı, bütün kurtları ayırt etmeden bağrına basardı. Kolay kolay sinirlenmezdi; ama ters bir bakışı karşı tarafı korkutur, öldürmekten beter ederdi, o bütün kurtlar üstünde öyle bir otorite sağlamıştı ki. Bunu baskıyla, zor kullanarak ve acımasızlıkla değil; sevgiyle başarıştı. Ve herkes onun keskin dişlerinin nasıl bir acıya yol açtığını bizzat yaşaması da bilirlerdi. Hissederlerdi ve zaten çatışmalar diş gösterme seviyesinde kalırdı; çünkü başlarsa kan çıkacağını bilirlerdi ve kan dökmeden sürü düzeni sağlanıyordu. Ama siyah kurt hiç çekinmeden ve kimsenin gözünün yaşına bakmanda kan dökebilirdi, çok kesin, keskin ve netti. Harcardı, mahvederdi ya da o kurt kimse onu sürüden atardı. Açtı ve girgindi. Ve sürüsü açtı ve o babalık yapmıyordu, sürüsü sefildi ve onları bu pis havda yola çıkarıştı. Arkasındaki kurt yuvarlanıp ona çarında patladı ve ona hırlayıp gırtlağına yanaştı, zavallı kurt cıyaklayınca siyah kurt kendine geldi, ses etmedi ve devam etti yoluna. Arkadan, sürünün ortasında ve geriden de kızgın ve perişan ve gözleri karamış hırıltılar, isyan sesleri, çileden çıkmış sesler geliyordu, bittik, yeter artık, nerde yiyecek. Bir halt bulamadık homurtuları. Siyah kurt uludu, ben burayım, ben varken kafanızı yormayın, kılınıza zarar gelemeyecek ve delice beslenip karınlarını şişireceksiniz tonu vardı bu ulumada, güç göstermek, ruhunun gücünü ve kalbindeki azmi göstermek amacıyla uluyordu, ne yaptığımız çok iyi biliyorum, sabredin, az kaldı. Şansa ve kazara yol almıyoruz, yılların tecrübesi var bende. Dayanın sabredin. Canınızı dişinize takın. Bu sağlam, yürekli , cesur ve azimli uluyuş sürüde dalga dalga bir etki yaptı, ama az sonra hepsi bunu unuttu, çünkü açlık ve kar fırtınasında ilerlemenin güçlüğü baskın gelmişti. Sabırlar her saniye daha da çok aşınıyordu, sürüde birbirini yeme dürtüsü uyanacak gibiydi. Çatışma hali patlak verecek gibiydi. Sinirler akyalar yıpranmıştı, kimsenin kimseye tahammülü kalmamıştı, yılar yılı süren sevgi ve güven bağları yırtılıyor gibiydi. Yaşını almışlar dayanıklıydı ama genler böyle kar fırtınasını ilk kez deneyimlediği için sabırız ve kendileri mahvolmuş hissediyorlardı. Siyah kur geçmişine savruldu. Hava kararmıştı ve aç aç uykuya çekilmek çok can sıkıcıydı, yorgundu siyah kurt. Lacivert kurtla sığındıkları mağarada çok dardı, ikisini zor almıştı, sağanak yağmurun sesine kulak kabartmışlardı. Siyah kurt yoldaş edindiği kurdun bir zihinsel engelli olduğunu düşünüyordu, bazen bundan eser yoktu; ama bazen tam öyleydi. Yoldaş edindiği kurt baş belasıydı belki de. en kısa zamanda ondan kurtulmayı hesap ediyordu, belki de gece yarsı onu burada bırakırdı, bu sefil ahmak yaratık yakaladığı avlarla oyun oynayayım derken onları kaçırmıştı. Ama lacivert gözlü kurt çok cana yakındı, “Biz sonsuza dek yoldaşız, değil mi?” dedi. “Hı” dedi siyah kurt umursamazca. Uludu: “Bu senin içindi. “Anlamadım?” “Senin şerefineydi dostum senin için ölürüm.” “Onu o zaman görürüz.” “Nasıl?” “Lafla olmuyor bu işler.” “Demek öyle.” “Öyle.” “Sana kanıtlayacağım. Benden iyi dost bulamazsın.” Lacivert kurdun çenesi düşmüştü. Karnım çok aç dostum. Şu otları bile yitecek olarak görüyorum.” “Tavşanı bıraktın, sersem!” “Öyle deme dostum, ölü sandım. Hem onunla oynamak çok hoşuma gitti.” “Oyun çocuk kurtlar için. Koca kurtsun sen.” “Çok sevimliydi. Dayanamadım. Oyun öyle zevkliydi ki.” “Sen bu zihniyetle gidersen çok yaşamazsın.” Sırıttı saf saf: “Neden ki?” “Kurt gibi davranmıyorsun. Çocukça saçma sapan düşüncelerin var.” “O koyun leşini buldum ama. Sen de tıka basa yedin.” Ezilerek sırıttı: “Orası öyle canım.” “Bu ormanda mutlaka yiyecek bir şeyler vardır, olur, açlıktan ölmem ben.” “Ölürsün ölür. Kendine çok güvenme. Kış gelince ne yapacaksın?” “Birlikte bir şeyler yaparız.” “Hiç sanmıyorum.” “Biz yoldaşız sanıyordum?” “Eğer öyleysek gerekenleri yapmalısın. Tavşanla oynayıp onu kaçırmana çok bozudum.” “Özür dilerim dostum. Benim yerimde olsan sen de aynısını yapardın.” “Öyle bir şey yok. Tavşan buldun mu sıkacaksın boğazını ki hemen ölsün.” Lacivert gözlü kurt güldü. “O sevimli minik yaratığı öldürmek istemedim. Bu bana çok adice geldi. Bir an öldürmek istedim açlığımı hatırladım. Ama sevimliliğiyle oyunla beni mutlu etmişti. Kaçıyordu hesapta. Can derdindeydi. Pençemi bir vursam sersemlerdi ve o an atılıp sıksam boğazını; işi biterdi. Ama yapmadım. Yapamadım. Onu çok sevdiği ormandan ayırmak istemedim. Bana gereken mutluluğu verdiği için serbest kalmayı hak ettiğini düşünüyordum ve o sırada fazla düşündüm, duraksadım ve kaçmayı başardı. Belki de onu mideye indirdim ve sen de payına düşeni alırdın.” “Acımak yok, tamam mı?” “Şey…” “Şey mey yok. Acımak yok dedim!” “O zaman öyle olsun. Ne geçiyor aklımdan biliyor musun, şöyle 50 koyun. Belki de 25 tane. Hepsi yemeye hazır, birine girişsek. Of. Ne güzel olur. Ağzım sulandı şimdi.” “Boş hayalleri bırak. koyunlara dalmak istedin, başına ne geldi gördün. Koyun varsa bir yerde insan ve köpekler de vardır. Bunu aklından çıkarma. Kimsin sen? Nerden geldin. Nereye gidiyorsun?” “Geçmişime dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Tek hatırladığım yaşlı bir adam ve yoldan geçerken bana bir şey çarptı. “Sana ne çarptı?” “Hatırlamıyorum.” “Kafandan bir arıza olmuş demek ki.” “Bilmem ki.” “Şu tavşanları sevimli bulman. Hiçbir gerçek kurt böyle düşünceleri aklından geçirmez. Bir tavşan gördü mü onu yakalayıp hemen mideye indirmek ister. Senden bir tuhaflık var.” “Bilmem.” “Nerden büyüdün?” “Hatırlamıyorum.” “Biz yoldaşız, değil mi?” “Bilmem.” Güldü. “Neden öyle dedin?” “Sürekli bilmem sözünü kullanıyordun. Bir kez de ben bilmem demek istedim.” Lacivert gözlü kurt güldü. Bir ses duydular. “Sen rahatsız olma yoldaş” dedi lacivert gözlü kurt, “Gidip ne olduğuna bakayım. Eğer bir tavşansa söz sana; yakalayıp getireceğim.” Siyah kurt umutlandı. Bu sözler gerçek olmasa bile çok hoşuna gitmişti. Az sonra lacivert gözlü kurt geldi. “Bir kirpiymiş. Yakalamak istedim. Dikenleri battı.” Siyah kurt güldü. “Sen kalın kafalı mısın? Kirpi yakalanmaz.” “E ne yapayım. Onunla da oyun oynamak istedim. Dediklerin aklıma geldi. Ve aptalca bir nefretle saldırdım ona ve dikeni burnumu mahvetti. “Şapşalsın sen… Yaklaş. “ “Neden?” Ona yaklaştı. Siyah kurt onun kanayan burnunu yalamaya başladı. İyice yaladı ve bıraktı. Lacivert gözlü kurt şaşkınlıkla şöyle dedi: “Vay canına! Bu çok iyi geldi. Biz yoldaşız. Değil mi?” “Bilmem.” “Bu çok özeldi bence.” “Ney?” “Burnumu yalaman.” “Neden?” “Bunu yapsa yapsa ya annem yapardı ya da babam. Çok tatlı bir histi, sen özel bir kurtsun.” “Saçmalıyorsun. Her neyse.” “Saçmalıyorsun” dedi; ama işittikleri kendisini özel hissetmesine yol açmıştı, epey hoşlanmıştı ondan. Onu yalarken aynı tatlı hissi o da hissetmişti. Yan yana uykuya dalıyorlardı. Siyah kurt bir ses duydu ve gözlerini açtı. Lacivert gözlü kurda baktı. “Ne yapacağım bununla” diye düşündü. Ona acıyordu, ben olmasam hayatta kalamaz. Onun bakıcısı da olmama ki. Başımın çaresine bakmam lazım. Eper onun bakıcı olmaysa kalkarsam hayatım riske girer. Bir hafta yaşamaz bu zavallı. Ölür gider. Bir fırsatını bulduğunda onu terk etmeyi kafasına koymuştu. Onun yumuşak ve saçma sapan düşünceleri zaman kaybından başka bir şey değildi. Kim bilir başına ne zorluk ve belalar gelecekti ve bu koca bebek yanındayken ne yapabilirdi, eli kolu bağlı olurdu, Gökyüzünde ay vardı, siyah kurt düşüncelere daldı, kaybettiği aile fertlerini düşündü tek tek, hayatta kalan tek oydu, ne yapıp edip hayatta kalmalıydı, ailesinin sesini soluğunu ve ruhunu taşıyordu çünkü, neslin devamını sağlamalıydı, kendini onlara borçlu hissediyordu ve bir intikam dürtüsü de vardı; ama bundan hoşlanmadı, daha kaç belayla baş edecekti, kaç açlıkla ve açlık sorununu her zaman çözebilmeliydi, avlanmada gelişmeliydi, bilmediği her şeyi öğrenmeliydi, her gün bir ders sunuyordu, her gün çok şey öğrenmeliydi ve kış geldiğinde avanak avanak gezemezdi ormanda, avlanmanın bütün püf noktalarını ve inceliklerini öğrenmeli yeni yerleş keşfetmeli, kendi kurt sürüsünü oluşturmalıydı, ama bu yanındaki varken. Ona bakıyordu, bebek kurt gibi mışıl mışıl uyurken arada homurdanıyordu, rüya görüyor olmalıydı, bu oyunbaz, sevecen ve iyi kalpli kurdu yalnız bırakacaktı ve o da çok geçmeden ölüp gidecekti, bu içini sızlattı, ne yapayım, orman kanunu, güçlüler hayatta kalır, zayıflar ölür gider. Ailem de öldü gitti. duygusal düşünemem ne yazık ki diye düşündü. Lacivert gözlü kurdun dediklerini düşünüyordu. Aklına sürüdeki olay geldi. Gece yarısı ormanda ilerliyordu, yaz gecesiydi, gökyüzü yıldız kaynıyordu, sürü yeni yerleşecek ve avlanacak topraklar arıyordu, aniden karayolu çıktı karşılarına, karşıya geçerken sürünün en güçlü kurtlarından birine araç çarptı, bir süre kaldı olduğu yerde ce can havliyle kaçıştı ormana, çok geçmeden sürünün arkasında belirdi, bütün sürü onun hayatta olmasına çok sevindi, ama kan kaybediyordu ve giderek güç kaybediyordu, zor yürüyordu. İç kanaması da vardı, sürü onu orada bırakmak zorunda kaldı. Siyah kurdun aklına başka bir olay düştü, sürünün av sırasında görevli kurtlardan biri geyiğin saldırması sonucu bir bacağını kırmıştı, kış ayıydı, o kurdu da orada bırakmak zorunda kalmışlardı; çünkü yürüyemiyordu. Trafik kazasıyla lacivert gözlü kurdun kafasında bir arıza, bir zihinsel engel oluşmuştu, büyük ihtimal buydu. Ondan dolayı çocukça hareketleri vardı. Şimdi siyah kurt tıpkı sürüsünde liderlerin karar verip diğerlerinin de onayladığı gibi bu çocuk ruhlu kurdu bırakacaktı yalnız başına ve başının çaresine bakacaktı. Çok kısa zamandır dost olmalarına rağmen kanı çok kaynamıştı ona ve tekrar yalnız yola düşmek cehenneme düşmüş gibi hissettirecekti ona; ama yapacak başka şeyi yoktu. Sürüsünde diğer kurtlarla yaşadığı kardeşliğin bir benzerini onda hissetmişti. Zaten sürüsünü kaybettiğinden beri delice açtı o hislere ve yalnızlık ve tek başınalık korkunçtu, şimdi yine öyle yalnızlıkla ormanda akıp gitmek hiç de olur şey olarak gözükmüyordu gözüne, bunun bir çözümü olsaydı diye düşündü. Çok canı sıkılmıştı ve uykusu kaçmıştı. Tekrar ona dikti gözlerini, geride, yani onu bıraktıktan sonra şunu yapsaydım diye bir düşünce geçecekse eğer, geçmesin diye ona bakıyor, bir tür veda eder gibi kalbini ve yoldaşlığını sunuyor, adeta bir tören yapıyordu, gözleri lacivertti. Evet, gördüğü ilk ve tek lacivert gözlü kurttu bu, sürüsünde her kurdun bir adı vardı; ama lakabı da vardı ve genelde lakaplar kullanırdı, eğer bu iri kurt o sürüde olsaydı lakabı kesinlikle iri lacivert olurdu ya da lacivert. Kalkıp gezse iyi olacaktı. Kımıldadı. bir baykuş öttü. Siyah kurdun tuvaleti gelmişti, uzaklaşıp tuvaletini yaptı, geri dönecekti, aklına onu terk etmek düştü, evet, iyi bir fırsattı, başını kaldırıp gökyüzüne, aya baktı, düşüncelere daldı, yarın tek başına olmak düşüncesi gözüne hiç hoş gelmedi, ertesi gün bu işi düşünmeye karar verdi, arkasından bir çıtırdı duydu, korkarak başını çevirip baktı. Lacivert gözlü kurttu bu. “Sen miydin?” “He ya, ben.” “Geldiğini hiç duymadım.” “Duymazsın.” “Nasıl duymam; hayret!” “Duymazsın.” “Çocuk kurtun tekisin sen.” “Belki de değil.” “Çocuk kurtsun.” “Belki de öyle. Sorun mu var yoldaş?” “Yok.” “Sorun var galiba: Eğer öyleyse yol senin. Tek başına devam et gücenmem.” “Yok canım.” “İyi o zaman.” “O zaman tamam” dedi, “Anlaştık iri lacivert.” “Ne dedin sen?” “İri lacivert.” “O da nedir?” “Senin adın?” “Adım mı?” “Evet.” “Adın yok ya. Ad koydum sana. İri lacivert ya da daha kısa ‘Lacivert’ “Sevdim. Bak kanka beceriksizin teki gibi görünsem de becerikli olabilirim. İnan bana.” “Sorun yok.” “Tavşan olayında haklıydın.” “Takma kafana.” “Ama sen sanki beni terk edeceksin?” “Neden?” “Aptalca, çocukça hareket ettiğim için. Tavşan meselesi.” “Onu unut. Zaten bir daha yapmazsın.” “Neden seni terk edeyim ki?” “Sana ayak bağı olduğumu düşünüyorsun.” “Yok canım.” “O kadar da kalın kafalı değilim dostum, bana bir şey çarptı ve kafamda sorun oluşmadı, emin ol, sen sadece beni tanımıyorsun ve ben de kendimi. Geçmişimi unuttum çünkü… O da nedir?” dedi. Çalıların arasından bir ses geldi. “Sen dur” dedi lacivert, “Ben gidip bakayım. O bir tavşansa onu yakalayıp sana getireceğim.” “Umarım.” Az sonra geldi Lacivert, “bir kaplumbağaydı bu.” “Bırak onu. “ Yere koydu. “Ama yiyecek bu?” “Nasıl yiyeceği? Kabuğu çok sert. Bırak onu aldığın yere seni tosbağa!” “Lacivert desen daha iyi.” “Peki Lacivert, onu yerine koy lütfen.” Gülümsedi Lacivert:“İyi miydi? Bir yiyecek yakalayıp getirdim?” “Evet. Bu kez eline yüzüne bulaştırmadığın için sevindim.” “Bir tavşan olsaydı görürdün sen. Kesin yakalayıp sana getirirdim. Hepsini sen yerdin.” “Takma kafana. Gidip uyuyalım. Yarın zor bir gün olacak.” “Öyle mi dersin? “Öyle. Bir kurdun her günü zordur yoldaş.” “Yoldaş kelimesini gerçekten mi dedin?” “Evet. Sürekli şüphecisin. Bunu bıraksan iyi edersin.” “Ama gece ansızın beni terk edersen?” “Etmem yoldaş. Sen iyi kalpli bir kurtsun ve zamanla av yakalamadan uzmanlaşacaksın.” “Sahi mi?” dedi gözleri parlayarak. “Evet.” “Buna inanıyor musun?” “Tabi, Lacivert.” “Bir daha de, çok güzel dedin.” “Evet yoldaş, bay Lacivert.” “Neden ters edersen beni cehennemin öbür ucunca olursan gelip bunun gırtlağına yapışırım ama. Siyah kurt güldü: “Çok şakacısın.” “Şaka yapmadım. Senin sevdim dostum.” Mekanlarına geldiler. Yan yana uzandılar. “Ormanda gezinmekten mutluyum dedi lacivert ya sen? “Açlıktan başka bir şey düşündüğüm yok ki. “Orası öyle ama güzellikleri de kaçırmamalısın. Ben de açım. “Öğrenmem gereken çok şey var “Bence tadını çıkarmalısın. Benim gibi. “Senin gibi yaparsan yeni şeylere öğrenemem. “Bence benim gibi yaparsan da yeni şeyler öğrenirsin. “Sanmıyorum. “Kısa zamanda çabuk kaynaştık. Seni sevdim. “Olabilir ama ilerde sevmediğim bir yönümü fark edebilirsin. “Olabilir. Ama yoldaşlığımıza engel olmaz bu. Ama bak sana samimi söyleyeyim. Beni sevmemiş olabilirsin yoluna yalnız devam etmek istersen bu gece senin. Aksi halde bunu kabul etmem. “Sen çok sahiplenicisin. “Bilmem ki. Dostlar sanırım sahiplenir. Dostluk böyle değil mi?” “Böyle. Ama öyle şartlar olur ki ayrı kalmak zorunda olabiliriz. Beni çok sevme. “Sevdim bir kere.” “Bana geçmişinden söz eder misin. Nerden nereye gidiyorsun başında geçenleri merak ediyorum.” “Sonra. Şimdi değil. Rahat bir zamanda anlatırım. Ama şimdilik şu kadarını söyleyeyim. Ailemi kaybettim. onlarla sonsuza dek olacağımı sanırdım. Ama aniden kaybettim onları. Bu yüzden bana fazla bağlanma derim. Belki birkaç gün sonra ölürüm. Bağlanma fazla. Ölürsem çok üzülmesin ve yoluna çok yaralanmadan devam edersin. Karamsarsın. Geçmişimi hatırlıyorum ama ben de kötü şeyler yaşamışımdır. Ama senle karşılaşana dek birkaç gün önce ormanda kötü şeyler yaşadım. Bir ayı saldırdı mesela, yavrusunun fark etmedim, meğer yavrunun yanından geçiyormuşum, ayı bana saldırdı, nerdeyse gebertiyordu beni. “Ormanda her an dikkatli olmak lazım. Beklenmedik anlarda yaklaşır büyük tehlike.” “Ama böyle tedirgin yaşanmaz.” “Seni istediğin gibi yaşa.” “Orası öyle. Ya dostum nedir biliyor musun mesele, et, şu koyun leşi aklıma geliyor, ağzım sulanıyor.” “Çok berbat bir şeydi o. hayatım boyunca yediğim en kötü yemekti. Şöyle 30 koyun hayal ediyorum, otuzunu da yiyebilirim.” “Orası zor.” “Baba, yarın umarım koyun buluruz.” “Baba mı?” “Ne?” “Baba dedin bana az önce?” “Dedim galiba. Ne olmuş?” “Ha, tamam, senin lakabın da baba olsun. Uyar mı?” “Uyar. Ama bak söyleyeyim. Koyunu geç. Koyun yüzünden başımız belaya girdi. Koyunları sil at kafandan tamamen.” “Öyle olsun. Merak ettiğim bir şey var. Sürüde adın var mıydı?” “Meraklı’ derdi annem bana, kardeşlerim de. ama bir lakap koyulmamıştı henüz. Lakabı yaptığın eylemlere göre verirler. Bir şey yaparsın, efsane gibi, parlak bir şey ve o şeyi biri sana lakap olarak söyler ve lakabın ortaya çıkar. Bu senin bir özelliğinden yola çıkılarak da koyulmuş olabilir.” “Acaba benim adım ve lakabım neydi?” “Düşün belki hatırlarsın.” “Bir gün hatırlayacağımdan eminim.” “Şu tavşanlar. Onlardan yarın umarım yakalarız.” “Ufacık tavşan.” “Yok dostum. Ha evet. Ama bak mutluluk için küçük şey lazım. Ve onlarla saflığını korursun.” “Tavşanla doymayız ki. “ “Orası öyle. Ama küçük şeyler daha lezzetlidir.” Siyah kurt ona bakıyordu, şaşkındı: “Dostum sen bana başta geri zekalı gibi göründün; ama ağzın iyi laf yapıyor. Yani geçmişte kimsen epey bilgili biriktirmişsin. Ben anlamam böyle felsefelerden. Ben anlarım vahşi kanlı şeylerden.” “Demek söylediklerimi ütopik buluyorsun?” “O da ne demek; anlamadım?” “Ulaşılması imkansız şeyler yani.” “Evet, aynen budur.” “Aslında imkansız şeylerden bahsetmiyorum; sen çok vahşice yaşmışsın ve bundan başkasını tanımıyorsun.” “Bak bu olabilir.” “Bak sen gerekirse cehennemin en karanlık ve en can yakan deliklerine girebilirsin ilerde.” “Neden böyle dedin?” “Sezdim. Zor yolları seviyorsun ve zor şeyler yaşayacağını sanıyorum. Kurt kafasında yaşattıklarını yaşar. İnandıklarını. Bir kurt neye inanıra odur bence.” “Buna katılırım.” Sen ormanı savaş meydanı olarak görüyorsun. Bense tam tersi. Ama bunu sakın unutma. Sana zarar gelmesine izin vermem, vermeyeceğim yaşadığım sürece. Ve senini için gerekirse ölürüm.” “Böyle şeyler deme kardeşim. Yarınların ne getireceğini bilmeyiz. Benim için ölme. Ben başımın çaresine bakarım.” “Yok dostum.” “Öyle bir ahlak, öyle bir değer geliştirdim, yolarımızı kontrol edemediğimiz sebepler yüzünden ayrılacak olursa kalbin çok kırılır. Kalbinin kırılmasını hiç istemem. Burada orman kanunları geçer Saplantılı biçimde kötü şeyler geçiriyorsun kafandan. Boş ver. Kafana göre takıl bence. Hayatın zenginliklerini keşfet ve tat. Güvenlik alarmı verip durman enerjini düşürürsün.” “Demek öyle.” “Dostum kafanı gereksiz yere çok çalıştırıp yoruyorsun. Rahat takıl.” Gün doğuyordu. Karanlık ağır ağır çekiliyordu ormandan. Siyah kurt uyandı, açlık hissediyordu, midesine girebilecek bir lokma kokuşmuş kurtlu ete bile razıydı, bugün, bu sabah, bu erken saatlerde yiyecek bir şeyler bulmak, bu düşünce heyecan ve azim verdi ona, açlığın ezici ve zayıflatan tesiri almıştı iradesinden. Lacivert gözlü kurda sokuldu. “Sabahın körü, ne var?” diye homurdandı. Gitmemiz gerek. Gün aydınlanmadı. Gitmemiz gerek. Yiyecek bir şeyler bulmamız lazım. Ben kalkmamam. Sen bilirsin dedi siyah kurt, çevresini kolaçan etti ve uyuyan kurda baktı ve usulca ayrıldı oradan, arada eğilip yer, otları kokuluyor, bir av kokusu almaya çalışıyor, buralar hakkında bilgi topluyordu. İki kere burnuna bir koku geldi, et kokusu, bu domuzlara ait bir kokuydu, iyi bilirdi onların nasıl koktuğunu, sürüsündeyken domuz eti yemişti defalarca. Arada başını arkasına çevirip dostu geliyor mu diye bakıyordu, birkaç kere daha baktı ve gelmemesine üzüldü, umarım şansı yaver gider diye düşündü, tekrar yalnız kalmanın ve böyle ilerlemenin acısını duymaya başladı, ne güzel kardeş ve yoldaş olmuştu. Uyurken bir an lacivert başını onun başına yaslamıştı, bu hareketinden çok hoşlanmıştı, sürüsündeyken güvenli mağarada ufak kardeşleriyle hep iç içe yatardı. Kardeşleri geldi gözünün önüne. İçi acıdı. Açlıktan nefeslerinin koktuğu ve birbirlerini gebertmeyi gerçekten arzulayarak oynarlardı, açlık dürtüsü psikolojilerini bozar, birbirlerine sataşırlar, taraflardan biri ciyaklayana dek öteki taraf kendine gelmezdi ya da büyüklerden biri el atardı kavgaya. Zorlu kış dönemlerinde domuz eti çok yemişti, çnkü onları avlaması kolaydı. En zor zamanlarda, en zorlu kışlarda domuz eti yiyerek hayatta kalmışlardı, ve domuzlar gezip dururdu otlamak için ve çok ürüyorlardı ormanda. Hava şartlarının ağır olduğu zamanlarda en çok gezebilen, görünen domuzdu. Onlar gece gündüz gezerlerdi sürü halinde. Saklanıp geceyi beklemezlerdi ama en çok gece çıkarlardı beslenmeye; çünkü gecenin örtüsü onları görünmez kılardı; ne var ki avcı kurtlar da avın ayak izinde dallarda ortada burada bıraktığı, havaya saldığı kokuyu almakta sorun yaşamazdı. Siyah kurt izleri takip ediyordu acele etmeksizin, seviniyordu, izler dereye çıkıyordu, domuzlar dereden su içip ya yuvalarına gitmiş olmalıydı. Tam bu sırada dereye yaklaşan bir domuz sürüsü gördü, bunlar genç domuzlardı, altı taneydiler, anneleri ve babaları da burada bir yerde olmalıydı, siyah kurt olduğu yere sindi, ot ve çalıların arasında görünmez olmuştu, bu genç domuzlardan ikisi su içip onun tarafına doğru geliyordu, heyecanlandı, domuzlar başlarını o tarafa bu tarafa uzatarak otluyor ve yaklaşıyordu, bu sırada arkadan gelen seslerden ürken domuzlar bir anda yok oldu oradan, kaçıp gitmişlerdi. Lacivert gözlü kurt fincancı dükkanına giren fil gibi gelmişti. “Yoldaş ne yapıyorsun burada? “Elinin körününü! “Kalmadım dostum. Kusura bakma. “Az önce domuz avlayacaktım, pusudaydım, sesini duyup kaçtılar, her şeyi berbat ettin. “Sıkma canını. Buluruz onları, birlikte çok daha kolay olur işimiz. “Sessiz gelemez miydin?” “İzini kaybetmekten endişelendim. Seni kaybetmekten. Canını sıkma. O domuzların işini bitiririz. Önemli olan yoldaşlık değil mi Siyah kurt kızgındı, ses etmedi. Kurt gibi hareket et, eğlence merkezi gibi değil. Eğlence merkezi gibi yürüyorsun, az sessiz ol. Yiyecek bir şeyler lazım. Açlıktan öldüm. Lacivert gözlü kurt güldü. Demek eğlence merkezi gibi patırtılıyım. Peki sen öyle bir yere gittin mi hiç Hayır. Ama kardeşlerim o merkezlerden milyon kat iyiydi, onlar ne güzel oyun arkadaşıydı. Takma kafana dostum. Siyah kurt üzgündü. Her neyse. Şu izleri takip edelim ve domuzları gafil avlamanın bir yolunu bulalım. Bulalım yoldaş. İlerliyorlardı. Hiç çaktırmıyorsun ama çok yumuşak yüreğin var. Çoktan bana defalarca tekme basabilirdin. Sana boşa baba dememişim. Baba kalbi var sende. Bu analizleri geceye, baş başa kaldığımız anlara saklasan iyi edersin, izlere konsantre oldum, kafamı karıştırma. Peki usta. İlerliyorlardı. Siyah kurt bu taraftan dedi. Hayır, bu taraftan gidelim, Neden dedi siyah kurt, içimdeki ses aradığımız şeyin bu tarafta olduğunu söylüyor Ama izler dediğin yönün tersini işaret ediyor. İzlere göre gitmemiz lazım. İlerlediler, epey bir süre gittiler. Siyah kurt bu kez onun sessiz kalmasından sıkılmıştı. Ne sessiz kaldın. Susmamı söylemiştin. Bu domuzlar da nerede İri yapraklı dalların arasından geçtiler ve durdular, ikisi de sinsi. 2 yavru domuz ve annesi ve babası, Annesini sen aslan, babasını bel alsam…olacak gibi değil. Bunlar çok iri. Dedi siyah kurt. Oradan uzaklaştılar. Susamışlardı, öğle vaktiydi ve sıcak bunaltıcıydı. Ufak tefek leşler bulmuşlardı, bir karga leşi, bir baykuş leşi. Bir de yılan leşi. Bu kokuşmuş leyleri yemek zordu; çünkü bozulmaya başlamışlardı ama onları ayakta ve iradeli tutmaya fazlasıyla yetmişti. Dere kenarına indiler, su içip kayaların arasındaki mağaraya kuruldular, burası in gibiydi ve dışarıdan fark edilmiyordu. Lacivert kurt derede yüzen balıklara gözünü dikmişti. Epey bir süre geçmişti, sıcak fenaydı, yatmak en iyisiydi. Akşam olmuştu, kafadarlar güç toplamıştı, zihinleri yenilenmişti ve her ikisinin de gözleri parlıyordu, bu birlikte yola devam etmenin verdiği huzur ve güvenlik hissiydi, yürek yüreğe vermişler ve şimdilik bir kardeşlik geliştirmişlerdi. Avlanmak için çok güzel bir akşamdı. İlerliyorlardı, siyah kurt düşüncelere dalmıştı. Karanlığa kalıp yuvasına ulaşamayan bir hayvan varsa ve şansları yaver giderse bazılarını yakalayabilirlerdi. Bunun en önemli ilk yolu koklamaktan geçiyordu ve çevreyi koklayarak ilerliyorlardı, karanlıkta gözler işe yarar ama koku duyusu daha baskındır, neyin ne olduğunu şırak diye bilirlerdi, o şeyin üstüne yüzlerce farklı analiz yaparlardı. Hava kararmadan bütün canlılar yuvalarına dönerdi, yuvanda uzaklaşırlardı çünkü yiyecek yuvanın çevresinde yakında ya da uzakta olurdu, bazılarını yakalama şansları çok yüksekti. Birçok canlı kurtlar gibi akşam ya da gecenin ilerleyen saatlerinde ya da sabaha yakınken beslenmek için yuvarlından çıkıp ormana dağılırlardı. Suyun olduğu yerde mutlaka sudan faydalanan birçok canlı vardır, siyah kurt bunu sürüsünde öğrenmişti ve geldiği çevrede su kaynağı var mı diye araştırıyordu. Gözünü dört aç dedi yanındakine. Aynen öyle ortak dedi lacivert gözlü kurt, onu hiç takmıyor gibi gözüküyor, neşeyle ilerliyordu. Gökyüzünde ay vardı. Yere sessizce basar mısın? Farkında değildim yoldaş Nedir biliyor musun, çıkardığın ayak sesi senden 5 kilometre önce gidiyor ve orada bir eğlence partisi düzenleyip bütün ormana şöyle diyor: kurtlar çok aç, usul usul yaklaşıyor, canını sevenler hemen saklanırsa iyi ederler Bu iyiydi dedi lacivert gözlü kurt. Epriri yeteneğin de bayağı gelişmiş. Hayret ettim senin gibi vahşi bir kurdun böyle söylemesinden Tahta ya da taş mıyım, ebette benim zihinsel yeteneklerim de güçlüdür. Öyledir yoldaş, şüphem yok. Vahşi kutların da epri yetenekleri vardır bence sen çok yumuşak büyütüldün dostum, seni kim büyütmüşse. Bilmem. Ama senin de yumuşak bir yanın var, çünkü istesen beni terk ederdin, benim gibi çuvallayan birini kim yoldaş olarak kabul eder ki. Kapa çeneni ve sessiz ol da şu izlerin sahibi nefis domuzlardan birini yakalayıp midemizi şişirelim. Od yoldaş, dişlerimi o kanlı ete gömmek için sabırsızlanıyorum. Sustular. Yeni izler bulmuşlardı. İzleri takibe koyuldular az sonra izler ikiye ayrılmaya başladı, siyah kurt işaret etti, sen oradan, ben bu taraftan. Sonra burada buluşup bilgi alışveriş yapacaklardı. Siyah kurt izleri takibe koyuldu, uzun otların arasındaki patikada izler belirgindi. Sezgisi o fareyi yakalayacağını söylüyordu, umarım cılız bir şey değildir diye düşündü, ilerledi, çok geçmedi, fareyi orada bir şey yerken gördü, iriydi, arkası dönüktü, fırladı ve atıldı üstüne, fare oraya buraya kaçayım dedi ama siyah kurt onu üçüncü hamlede yakaladı ve sıktı ve hemen yemeye koyuldu onu. O yumuşak şey…kafasını çiğnerken kırılan kemik sesleri geldi..ama diğer bölümleri lezizdi. Küçükken annesinin ona kusup midesinden çıkardığı lapa gibi etler gibiydi fare. Aklına dostu geldi, onunla paylaşmamıştı fareyi. E n yapayım, o da kurtluk yapsın, yakalasın fare diye düşündü, ilerledi ve domuz izlerini takibe koyuldu. İzler sık çalılığa gidiyordu ve burada bitki örtüsü çok yoğundu, oradan ancak ufak domuzlar geçerdi ve görüş kısıtlıydı, geri döndü. Lacivert gözlü kurtla sözleştikleri yere geldi. Lacivert gözlü kurt bir süre domuz izleri takip etmişti, sonra dikkati dağılmıştı, bir kelebek dikkatini çekmiş ve peşinden gitmişti. Kelebek bir oraya bir buraya konuyor, onu peşinden sürüklüyordu, çok zaman sonra lacivert gözlü kurt oyundan uyandı. Nerde olduğunu bilemedi, yoldaşıyla sözleştikleri yere nasıl giderdi, izleri kaybetmişti. Siyah kurt çok bekledi ve onun gelmeyeceğini anlayınca bir kez uludu yola koyuldu. Üzüldü başta. Yok canım böyle olduğu iyği oldu, ondan baş belasından başka bir şey olmazdı. Tek takılmak iyiydi, er ya da geç güçlü kurtlarla yoldaşlık yapardı, ama o iri lacivertle zaten bu iş yürümezdi ki. Epey bir süre daha gitti ve dinlenmek istedi. Geldiği yere şöyle bir bakındı ve içinden ulumak geldi. Uzun uzun üç kere uludu ve uzandı ağacın altına. Uykuya daldı. Sırtında bi ağırlık hissederek uyandı. Üstündeki iri lacivertti. Nereye kayboldun dostum Seni bekledim ama gelmedin. İzlerin peşinden çok gittim. Ama sonra bir kelebek aklımı aldı. Öyle düzeldi mi? Kelebek ha?” Sana beş domuz gördüm, birini yakalayacaktım nerdeyse diye uydurabilirdim. Dürüstüm ben odlaş. Her neyse. Sen ne ettin?” İzler fos çıktı. Demek öyle. Yolda ufak tefek bir şey yakaladın mı?” Yok. ha. Bir iri fare yakaladım. Vay canına. Ne güzel, peki bana neden ayırmadın. Bu nasıl yoldaşlık?” Bir lokmaydı dostum. Peki sen bir şey yakaladın mı?” İri bir tavşan. Neee! İri bir tavşan mı? Ben o pis kokulu fareyi yedim. O nefis tavşanı benle paylaşmayı düşünmedin mi; hani biz yoldaştık, yoldaşlık böyle mi olur, yoldaşlık kardeşçe bölüşmek değil midir? Şaka yaptım dostum. Hemen de inandın. İki koca kurduz, ama iki beceriksizden farkımız yok. Bak çok güzel söyledin. Bu işi artık değiştirmemiz lazım. Ama bizim suçumuz yok ki. Aslında bu şans meselesi. Orası öyle. Ama elbette şansımız döner. Bir şey itiraf edeyim. O tavşanı yedim kusura bakma. Sen o an aklımdan uçup gitmiştin. Aklıma gelseydin bir parça sana getirirdim. Dert değil. Ormanın içinden çıkmaya karar verdiler, uzun bir süre yol aldılar, buraları orman işletme tarafında elden geçirilmiş ve ağaçlar seyreltilmişti. Koyun sesleri iştiler, tepenin aşağısında, iri lacivert oraya gitmek istiyordu; ama siyah kurt bunun sorun ve daha sonra büyük çaplı bela ve daha sonra ölümle sonuçlanacağını, hayatlarını riske atmamak gerektiğini söyleyip duruyordu, ama aslında siyah kurt da koyunlara saldırmak istiyordu; ama insanlara yaklaşmanın ve o esnada en ufak bir hata yapmanın hayatının sonu olacağını biliyordu. Siyah kurt onun caydırmayı başardı, avlanma konundaki tecrübelerinden söz etmeye başladı, bunları büyüdüğü kurt sürüsünde edinmişti. İyi avcı bir kurt önce görünmez olurdu, avcı avcına yaklaşırken hayalet gibi görünmezdir, bu görünmezlikle ona yaklaşır, hep daha çok yaklaşır, en uygun mesafede ise fırlar. Karşıda, pusuda bekleyen kurt öldürücü hamleyi yapmak için bekler. Av o tarafa koşturulur, sağdan ve soldan çevrilir, sürüdeki bütün avcı kurtlar işbirliği içindedir, kimin ne yapacağı, yapması gereken belirlenmiştir, herkes yapacağını otomatik olarak, duruma gör analiz edip anlar ve harekete geçer, uzaktan birbirini görürler. Avlanma esnasında avlanacak sürüde hangi hayvanın peşinden gidilecek, (en zayıf hasta ya da yaşlı) hangi hayvandan uzak durulacak, avlanan kurtlar bunu bilir, güçlü bir hayvanı avlamak için uğraşmazlardı, boynuz darbeleriyle hayatlarını kaybedebilirlerdi. Avlanan kurtlar avlanacak hayvan ne kadar küçük her fırsatı değerlendirmeyi bilir. Bir takım olarak birbirimize sıkı sıkıya birbirimize bağlı çalışmamız lazım. Başka kurtlara ait topraklara gireceğiz günün binde, ve ölümüne kapışmamız gerekecek, avladığımız hayvanlarla da ölünme dövüşmemiz gerek. Gerektiğinde gözünü tamamen karartman gerekecek. Beni yarı yolda bırakamazsın, ben de seni yarı yolda bırakmam. Ekinlerin yanındaki patikadan ilerliyorlardı, aşağıda çiftlik evini fark ettiler, siyah kurt huzursuz oldu, ama lacivert o tarafa gitmek istiyordu, fazla kalmayız, yiyecek bir hayvan bulursak gırtlağına çökeriz. Yoksa yok. hemen döneriz. Orada mutlaka köpekler vardır. Ama gece gündüz dolaşıyoruz bir halk beceremedik. Riske girelim. Tamam sen korkuyorsan önden ben giderim. Epey geriden beni takip edebilirsin. Yok öyle dedi, korkumdan değil. Sadece aklımı kullanıyorum, oraya gitmek akılsızlık, o çiftlik evinin sakinleri eli boş beklemez. Tüfeklerinin nelere yol açtığını gördüm. “Tamam, tek başıma giderim. Sana da bir şeyler getirmeye çalışırım.” “Olmaz.” “O zaman gidelim.” “Evin ışıkları sönsün. Daha erken. Sabaha karşı yaparız yapacağımızı. Burada zaman geçirelim. Dinleyip güç toplayalım. Kestirelim. Bu şahane yoldaş. Senin hakkında yanılmamışım. Sen yürekli bir kurtsun. : Lacivertin gözleri kapanıyordu: “Koyun yediğimizi düşünüyorum, öyle bir şeyler anlatır mısın yoldaş. Gittik ve bir koyun yakaladık, işini bitirdik. Anlatayım tabi. Biz ahıra girerken çiftlik sahibi ve adamları çoktan bizim geldiğimizi fark etmiş ve biz pusu kurmuştur. Koyunun birine saldırıyorsun, en de ötekine. Sevinçten hangisine saldıracağımızı şaşırdık…bir tüfek patlıyor, kaçıyorsun, diğer tüfek patlıyor, karnından vuruldun. Bana da ateş ediyorlar. Ben de vuruldum, kaçmaya çalışıyoruz ama iri köpekleri salıyorlar üstüme. Beş köpek çullanıyor üstümüze. Köpekler oramızı buramızı ısıtıyor, Yapma yoldaş. Çok karanlık ve kabus bir hikaye oldu bu. En kötü olasılığı anlattım. Bu ş kurt oyuncağı değil. Ailem kemik getirdi arada, kardeşlerle onunla oynar, pratik yapardık. Oyuncak kemik değil bu iş. Çiftlik sahipleri kurtları sevmez. Tamam, çok dikkatli olacağız, kesinlikle hayalet. Hatta sen bile göremeyeceksin beni o sırada. “Çok tehlikeli görürsem durumu, geri döneriz.” “Döneriz. Anlatsana et yediğimizi.” “Kanlı, kıpkırmızı.” “Anlat. Anlat.” “Burnun kan içinde.” Güldü lacivert kurt. Tanrı’ya inanan adam olmak kolay. Asıl zorluk; Tanrı’nın inanacağı adam olmakta. “Eti yerken şapır şupur sesler çıkarıyorsun?” “E o olmazsa olmaz. Başka başka. “Heyecanlandın mı?” “Tam değil.” “Ne antika kurtsun be. Hayret. Artık uyuyalım.” “Biraz daha anlat n’olursun?” “Bak arkadaşım, sana bir şey diyeyim. Bu çocuk kafayla gidersen çok fazla yaşamazsın sen.” “Neden?” “Çocuk gibisin ve gerçeklerden haberin yok.” “Seni sevdim diye, sohbetini sevdim diye çocuklaşmış olamaz mıyım?” “Hiç sanmıyorum.” “Bana geri zekalı muamelesi yapıp duruyorsun ama çok yanlıyorsun.” “Yok kanka onu demek istemedim.” “Vay. Bana kanka dedin. Ne güzel, çok hoşuna gitti. bana sonsuza dek kanka de yarın bir gün senin yüzünden geberip gitmesem iyi.” Beriki güldü. “Ben varken kılına zarar veremezler. “Atıp tutuyorsun. Bakalım dediğini yapacak mısın?” “Emin ol yaparım.” “Belki de senin öncellikli yapman gereken büyük dişlerini boğazıma geçirmen. Bilirsin insanı öncelikleri hep değişir. Açlık böyle bir şey O neden ki, ani neden böyle düşünüyorsun Bilmem Neden kanka, neden böyle bir haince düşünce var, yani sana hainlik edeceğimi düşünüyorsun. “Kurt felsefesi. “Peki. Sana güvenmiyorsan yollarımızı şimdi tam bu anda ayıralım?” … Ben gidiyorum. Yolun açık olsun. İri lacivert uzaklaştı. Siyah kurt gözlerini yumdu. Blöf yaptığını sanki anlamadım salak diye düşündü. Ama iri lacivert siyaha kurdun beklediği gibi az sonra çıkıp gelmedi. Huzursuz oldu. Yoksa ona alışmış mıydı, farkında olmadan onu cidden sevip bağlanmış mıydı. Bağlık ne kötü. Gerçekten seversen ve sonunu bilmiyorsan. Siyah kurt tam da uykuya daldığı sırada iri lacivert ses çıkarmamaya özen göstererek yaklaşıyordu, çocuk gibi böö yapıp onu korkutacaktı, siyah kurt o çok cılız aytak sesini duydu ve gözlerin açmadı, çaktırmayacaktı. İri lacivert aniden onun üstüne atladı ve kahkaha atmaya başladı. Ayı mısın nesin be, çekil git üstümden. Böyle iğrençlik hiç görmedim. Beriki deli gibi gülüyordu. “Nasıl korkuttum ama?” “Tam bir ahmaksın sen. Tam bir insan gibisin sen.” “Yok. sen hayvan olamazsın. O sefil insanlar gibisin.” “Nasıl korkuttum ama…haha hahahahhahahah! Dengesiz manyak. Çekil git. Uzaklaş benden. Tam uykuya dalacaktım. Pis deli. Kızma be dostum. Böyle şeyler kankalığın tuzu biberidir. Kusura bakma uykunu kaçırdığım için. Kapa çeneni git uyu Peki. İri lacivert onun yanına uzandı. İkisi de uyumaya çalışıyordu. “Bir şey diyebilir miyim?” “De ama bu son olsun.” “Başımı sırtına koyabilir miyim?” “Olmaz.” “Lütfen.” “Hadi koy.” Ona yaklaştı ve başını onun sırtına uzattı gelin gibi. Siyah kurt başını çevirip ona baktı, iri lacivert gözlerini kapamıştı, koca kurt bebek kurt gibi uyuyordu. Başını oynattı az. Her nedense bu hareket siyah kurdun çok hoşuna gitmişti. İri lacivert kaşındı, pençesiyle pireli yeri kaşımaya başladı can havliyle. Pis kaşındı kardeş. Sonra başını yaslamadı sırta. Siyah kurt; “yaslasa ne güzeldi” diye düşündü. Mutlu olmuştu. Az sonra iri lacivert. Sırtın. Unutmuşum. Kanka. Başını onun sırtına uzattı: “Nasılız yoldaş? İyi miyiz? “Sorun yok. uyu!” Siyah kurt duygulandı, sürüsünde kardeşleriyle sırt sırta, yüz yüze sarmaş dolaş uyuduğu müthiş karanlık ve soğuk geceler aklına geldi. Yüreği parçalandı. Gözyaşları düştü gözünden. İri lacivert mızıldadı. Siyah kurt; “herhalde rüya görüyor olmalı” diye düşündü. “Umarım sonsuza kadar tek dostum sen olursun.” “Umarım kalırsın.” Diğerleri aklına geldi. İçi yandı. İçi parçalandı. İçine içine ağlıyordu. “Kanka” dedi iri lacivert,“Neden bilmem ama içimden ağlamak geldi. Sanırım seni çok üzdüm. Yaptığım ahmaklıklar yüzünden. Oldu. Evet. Açsın ve kızgınsın. Kalbin çok kırgın bana. Beni üzen bu. Ağlamak istemem bundan.” “Takma kafana. Uyu.” “Duyuyor musun?” “Neyi? “Esinti başladı. Ağaçların yaprakları hışıldıyor.” Siyah kurt ağacın yapraklarına bakıyordu. “Ne acayip” dedi iri lacivert. Karanlık sallanıyor, “Ne, nasıl ne dedin? “Karanlık sallanıyor. Yapraklar sallanıyor ya. Karanlık hareket ediyor gibi. Canlı gibi.” “Karanlık canlıdır.” “Başını neden çektin?” “Neden sordun?” “Hiç.” “Rahatsız olmadın değil mi?” “Yok.” “O zaman koyayım. Böyle çok daha keyifli.” … “Keyifli ya. Kanka. Hem de nasıl. Umarım yarın bir gün bir sebeple düşman bellemeyiz birbirimiz.” “Yıldız hiç yok. umarım yıldızlı geceler altında, ay altında yüzlerce kez avlanır ve karnımızı tıka basa doyururuz.” “Hayal kurmak güzel ama bir de gerçekler var.” “Çarpışma.” “Ne?” “Çarpışma dedim?” “Neden?” “Onu sonra anlatırım sana.” “Çarpışma güzel bir kelime sanki. Ama kötü de.” “İlerde bir gün çarpışacak mıyız, birbirimizin can düşmanı mı olacağız. Bunu mu demek istedin?” “Hayır. Sonra dinlenmiş kafayla anlatırım.” “Ha, anladım kanka. Hayat bizi ne yapacak çok merak ediyorum kanka, harcayacak mı yoksa bize güzel bir yer mi gösterecek, bir yuva. Korunaklı basit bir yuva bile taht gibi gelir bana. Öyle şatafat sevmem ben kanka. Başımız yağmur almasın yeter. Kutu gibi bir mağara.” Siyah kurdun kalbinin derinliklerinde sımsıcak, ateş gibi sımsıcak bir his canlanıp yüzeye çıktı. Sürüsüyle yıldızlı geceler altında ormanın derinliklerinde yuvada yatarken geçirdiği geceler, ay ışığı da olurdu, ağaçlar ağasından döne döne yer değiştirirdi. Bazı geceler sisli olurdu. Sis ardında kalırdı ay. Ağaçlar sisi toplardı ve çişe atardı atlarında. Siyah kurt gözlerini yıldızlara diklerdi, aya, büyülenirdi ve tutkular dolanırdı içinde. Azim hissederdi, yüreğinde kırlangıçlardı azim. Dalga dalga büyürdü. Çığlık çığlığa uçardı kafasının içindeki gökyüzünde. Bir an önce büyüyüp avlanan sürüyle beraber hareket etmek, avlananlar yıldırım gibiydi, gözü pek, sonuna sapına kadar cesaretli: ÇARPIŞMA Ölümüne dövüşürlerdi ava giden ağabeyleri amcaları teyzeleri… amcaları. Minik siyah kurt o an bilemezdi ama onun ufak kalbi olağan üstü güzellikler ve iyiliklerle yaratılmıştı. Onun kalbine doğmadan önce öyle parlak bir ışık yerleştirilmişti ki. Sabırsızdı. İçi içine sığmazdı. Kalelerin içinde prensesler vardır, hapsedilmişlerdir. Sistem o prensesleri hiç sevmez. Her yörenin her şehrin her ülkenin prensesleri vardır. Devlet başkanları o prensleri mahkum etmiştir. Çünkü onlar prensesleri sevmezler. Güzel, iyi, adil ve tanrısal olanı. Minik siyah kurdun durumu o prenseslerinki gibiydi. Durma. Koş. Gücün neyse katkıda bulun. Sürün için bir şeyler yap. Daha süt dişlerin car ufaklık. Şu kemik parçasını bile haklayamadın. Gelmiş sırtıma sıçıyorsun. Kuyruğumu çekiyorsun. Çekil git. Bak uyuyacağım. Bir kaparsan enseni. Fena ısırırım bak. Yürü git. Bak avdan yeni geldim. Geberdim. Öldüm bittim. Sen gelmiş oyun oyna benle baba diyorsun. Annen şurada. Gitsene onun yanına evlat. Bak kızdırıyorsun beni. Şurada kardeşlerinle takılsana. Ufaktı. Ayaklarında yıldırımlar hissederdi. Çenesinde akıl almaz bir güç. Kemiğini kıramıyorsun daha. Onu çatır çutur yemen lazım ufaklık. Çekil üstümden. İçi içine sığmazdı minik siyah kurdun. İşte bir av yakalayacağım onu Evlat ona sakın dokunma. Akrep o. akrepleri yemeyiz. Sokarsa mahvolursun. Az sakin otursana bak kardeşlerin uzanmış. Sakin dur. Nende yaramazlık yapıp duruyorsun. Dün bulutları izledin mi. bulutlar sana çok şey öğretir evlat. Çekip gitmeyi. Sevmeyi ve ölmeyi. Sabret. Zamanın gelecek. Minik kurt bir an önce büyümek ister. Büyürse sürüsünün çeklik kanatlarından bir kanat olacaktır çünkü. İçinde kopar nehirler kör eden güneşler. Pırıltılı parlak gözlerine ay ışığı üşmüştür, küçük bir yansıması vardır gözlerinde, merkezinde. Karanlığa bakıp dalıp gitmiştir, geleceğini, sürüyle geleceğini, yapacaklarını hayal etmektedir. Dağların omurgasında gezinen rüzgar gibidir. Ağaçların köklerindeki enerji akımı gibidir geleceğine, sürüsüne duyduğu aşk. Acayip derin, sağlam ve sonsuz duygular onu önüne katmıştır yaprak gibi sürükler. Karanlığı ilk kez o gecelerde derinden hissetti. Ve kış geldiğinde. Şimdi iri lacivert ona o geceleri hatırlatmıştı. “Bu karanlıkları eriteceğiz dostum değil mi pençelerimizi birbirine katarak. “Hayat bilir. “Sen? “Bilmem. Siyah kurdun içinden şöyle geçiyordu: “dağları terk etmedim rüzgar dağları terk etmedim rüzgar annemin gözyaşları gibi kardeşlerim sürüm hepsini altın gittin yapayalnız kaldım hayatta bütün hayallerimi umutları kurup çöle çevirdin hayat. Yaşıyorsam eğer Yaşıyorsam eğer seni sevdiğim için değil Mecbur kaldığım için değil Ölmekten korktuğum için değil İntikam için değil. Her şeyi tersine çevirmek için. Anılarıma duyduğum bağlılık için. Sürüm Bana öğretilen her şeyin hakkın vermek için. Bir parça sevgi bir an bakış. Bir sevgi kırıntısı en zor zamanda. Kış günü. Açken. Bir umut pırıltısı her şey çok güzel olacak. Bir lokma. Kof bi kemik parçası. Sonsuz şefkatli yaz gecesi. Sıkıldığımda benle oyun oynayan mor turuncu kırmızı kelebek. Sıkıntıdan içimi kurtlar kemirirken Başımın üstüne aniden düşen yaprak parçası Beni sonsuz mutlu eden kuş cıvıltıları. Annemin bir damla sütü kursağımdaki. Babamın onurlu mücadelesi. Kan ter dökmesi bir lokma et için. Hepsine duyduğum saygı. Hepsine borçluyum. Ayaklarımın altındaki o sıcak toprak. Üstüne Dikildiğim o sonsuz merhametli toprak. Beni var eden toprak. Yeşil otlar…üstünde uzanıp uyuduğum yeşil. Otlar. Sarı otlar. Tepedeki güneş. Karanlık…bizi koruyan karanlık…geceleri..dinlendiğimiz geceler.. hayal kurduğumuz ve yeni umutlar icat ettiğimiz en zehir zemberek zor günlerimiz..açlıkla. fırtınayla yağmurla. Korkarak düşman tehlikesiyle. Her an birimizi kaybetme korkusu. Annem babam yuvaya bugün de dönecek mi Dönmeyebilir. Avda ölebilirler. Başlarına başka bir kötülük bela kaza gelebilir. Onlara borçluyum. Tepeden tırnağa kadar. Kalbimdeki onlara beslediğim merhamet yüzünden devam ediyorum ve asılıyorum hayat. Bu hayatın cehennem olduğunu ve tek saniye yaşanmaya değmez olduğunu sürümü kaybettiğim gece anladım. İçime zımbalandı o kötü his. İğrenç his. “Kanka güçlü şeyler var mı sende?” “Ne? Nasıl yani?” “Güçlü duygular.” “İşe yarasalar bari.” “Birini anlat?” “Leopar desenli. Ormana duyduğum saygı.” “Çiftlik evine gitmeliyiz. Bize tek koyun lazım. “Köpekleri vardır. Hemen sesimizi duyarlar. Bir lokma yemeden tüfekleriyle gelip vururlar bizi.” (çiftlik evininin ışıklarına dönük uzanmışlardır.)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |