Gerçeği arayan bir insan, öncelikle her şeyden gücü yettiğince kuşku duymalıdır. -Descartes |
|
||||||||||
|
OSMAN Osman kar fırtınasında ilerliyordu, kar hız kesmeden yağmaya devam ediyordu, kurt ulumaları duydu, bir uluma arkasından gelmişti, çok acılı ve karakterliydi, diğer uluma karşı taraftan gelmişti. Sert ve zor tanımaz bir ulumaydı bu, çok vahşi ve acımasız. “Bir tek siz eksiktiniz” diye düşündü Osman. Eski dostu Halit düştü aklına. “Şimdi ne yapıyor acaba?” diye düşündü.Halit’in şehirden döndüğü haftaydı. Osman bir köylünün tarlasında çalışmaya giderken uzaktan derede yüzen birini görmüştü. Tanıdık gelmişti bu kişi ona, yaklaştı. Halit’i tanıdı, çok sevindi onu gördüğüne. Çok zor ve acılı günü paylaştığı dostu. Nice serin yaz gecesinde köyün dışında birlikte yürüyüp sesli hayal kurdukları günler aklına geldi. Muhteşem gecelerdi onlar. Şehirde şehirli bir kızla evlenip orada iş tutmaya ve orada şehir konforunda yaşamaya dair. “Halit!” diye bağırdı, Halit yanıt verdi. Gülerek bir şeyler söyledi. Osman dereye indi yokuştan. “Sabahın yedisinde dereye mi girilir?” Güldü: “Öyle esti. Gece sıcak uyutmadı.” “Gözüne ne oldu?” “Düştüm.” “Düştün demek. Yalan atma.” Güldü. “Yok. Babam çaktı.” Güldü, “İçerde anamla konuşuyordu, bir baltaya sap olamayacakmışım filan. Zoruma gitti. Ya baba arkamdan atıp tutuyorsun, olur mu böyle. Yüzüme desene dedim. Çaktı. Ben de çaktım. Eve sakın uğrama dedi. Dereye bakıp düşünürken yüzeyim dedim.” “Hayırlı evlat, üstünü giyip gel benle” dedi Osman, “tarlaya çalışmaya gidiyorum.” “Tarla deme bana!” “Neden?” “O zihniyetle ileri gidilmiyor.” Güldü: “İyi o zaman. Sana derede bol şans.” Osman ona acıyarak baktı, Halit beyaz külotla giriyordu derere ve çok sefil, çok acınası görünüyordu. İnsanlığın yüz karası gibi. İri, kıllı, kararmış vücuduyla. “Para kazan ve mavi bir şort al kendine. Kedi değilsin sen. Köpek değilsin. Çocuk değilsin. Beyaz külotla 7 yaşındayken girerdik dereye.” Halit ona baktı ve başını öne eğdi suçlu gibi, sonra sırıtarak ona baktı: “Haklısın birader. Ne yaparsın, para yok.” “Gidiyorum. Geç kalmayayım.” “Nereye?” “İş bekliyor, dedim ya!” “Ne güzel muhabbet ediyorduk.” “Boş lafa vaktim yok.” “Dur, bende geleyim senle. Boş duramam. İş lazım.” “Tarla işi bana göre değil dedin?” Güldü: “Orası öyle de babam da evden attı. Ne yaparsın. Senle konuşunca yumuşadım, asiliğim eriyip gitti. Sen çok değer verdiğim birisin, Osman. Senle cehenneme bile giderim.” “Babana çaktın mı?” “Annem araya girdi. Tam değil.” “İyi yapmadın.” “Olan oldu, keşke olmasaydı. Devasa soğan tarlasının başına geldiler, ilerde bir kulübe vardı. “Soğan toplayacağız” dostum, “zor iş; ama başka ne yapacağız. Ben gidip patronla konuşayım. Umarım seni alır. Adam lazımdı, bulduğunuz adamı getirin demişti.” “Öldüren bir iş bu, eğilip soğan çıkarmak.” “Bana da hiç cazip gelmemişti başta. Alışıyorsun.” Derme çatma kulübenin olduğu yere ilerlediler. İşçilerin lideriyle konuştu Osman. Halit işe alınıştı. Diğerleriyle birlikte tarlaya doğru ilerlediler. Öğle vaktiydi. Kulübede yemek yapılmış, üçerli beşerli yer sofralarında yemeklerini yiyorlardı. Doyan kalktı gitti bir köşeye, saatin dolmasını bekliyorlardı. Halit ötede tek başına düşüncelere dalan ve uzaklara bakan Osman’ın yanına gitti, çimene oturdu. “Bu iş hiç de öldürmekten beter, mahvoldum” dedi Halit. Güldü. Osman gülümsedi. Halit ses alamamıştı, sohbet etmek istiyordu. Çünkü bu ona iyi geliyordu. Sustu. Halit onu konuşturmak için dedi ki: “Bu deli kavuran güneş insanın kapkara yapar. Ben zaten karayım. Zencilerden beter olacağız. Belimde ağrılar var.” Güldü: “Dişini sık. Güzel şeyler hayal et dayanma gücü bulursun.” İşçilerin lideri iri yarı adam, yaşlı bir işçiye bağırıp çağırıyordu, derken ona küfürler yağdırmaya başladı ve bir yumruk attı, yaşlı adam yere serildi. Halit fırlayacaktı, Osman onu tuttu. Halit, kolunu kurtardı ondan ve iri yarı adamın karşısına çıktı: “Dayıya el kaldırmaya utanmıyor musun?” “Sen karışma, genç adam.” “Karışırsam ne olur, neden vurdun ona?! Haksızlığa hiç gelemem de.” “Benden borç istedi. Para yok dedim. Küfür etti. Ben de vurdum.” Yaşlı adam söze girdi: “Alacağımı istedim, geçen haftadan alacağım var, vermiyor. Karımı hastaneye götüreceğim, para lazım.” Kalfa ona vurmaya çalıştı, ıskaladı, Halit onu tutmak istedi, bu kez Halit’e vurmak istedi. Halit başın eğmişti. Arkadan başka bir adam fırladı Halit’in üstüne. Halit bir yumruk yedi. Osman girdi kavgaya. Osman Halit’i yumruklayanı yere serdi. Kalfanın iki adamı daha girdi kavgaya. Dörde kaçı ikiydi. Halit ve Osman güreş yapmayı ve yumruk atmayı, kavga etmeyi, yakın dövüşü iyi bilirdi. İki genç sırt sıra verip onları güzelce pataklıyordu; ama diğer işçiler araya girip onları ayırdı. Kalfa, yaşlı adamın parasını vermişti. Osman ve Halit çalıştıkları kadar ücreti aldılar ve işten atıldılar. “Bir daha sizi gözüm görmesin buralarda!” “Yediğin dayağa doymadın herhalde!” dedi Halit. Osman Halit’i tuttu. Ses etmeyip oradan uzaklaştılar, yaşlı adam da yanlarındaydı. Gençler yaşlı adamla muhabbet başladı, Rıza, buralara uzak bir köyden gelmişti. Aslında 50 yaşındaydı; ama 70 gösteriyordu, bir hastalık geçirip böyle olmuştu. Kızı bu köye gelin gelmişti. Gençler o kadını ve o aileyi iyi bilirdi. Kerim dedi ki: “Çocuklar, size minnettarım, umarım günün birinde sizin için bir şeyler yaparım. Onca kel, sakallı, gün görmüş adam, sözde adam ses çıkarmadı ve siz ses çıkardınız. Size ne kadar teşekkür etsem azdır!” Dayı, mutlu biçimde yoluna gitti. Gözden kayboldu. Kafadarlar sessiz sedasız ilerliyorlardı. Osman, tek kelime etmemişti, uzun süre geçmesine rağmen. Halit kendini suçlu ve ezik hissediyordu. “Kusura bakma Osman. Dayanamadım.” dedi Halit. “Boş ver. Olan oldu. Zaten o adama hep bir tane çakmak isterdim. Benim yerime sen çaktın.” “Şimdi işsiz güçsüz olmaz ki. İşinden ettim seni.” “Sorun değil. Bir iş bulurum elbette. Doğruluğu olmayan adamın ekmeği zaten yenmez.” Toprak yoldan at arabasıyla bir adam geçiyordu, durdu: “Gençler selam!” dedi eşn şakrak, “olayınızı duydum, elinize sağlık, ben de hiç sevmezdim o adamı. Temiz dayak atmışsınız. Elleriniz dert görmesin.” Geçip gitti. Osman dedi ki: “Sevilmek güzel bir şey.” Halit güldü, sonra üzülerek dedi ki: “İşin acı tarafı var.” “Orası öyle; ama iyi tatmin oldum. Soğan toplama işi hayattaki en lanetlik iş dostum, popum çıktı ya, ayaklarımın dermanı, ruhu yok oldu, de bunu kendime bile çaktırmıyordum.” “Dişini sık, güzel şeyler düşün, ha.” “Eh, o an için en uygun sözlerdi. Halen de öyle.” Osman dostça onun omzuna dokundu: “Sen iyisini bilirsin, iyi adamsın ya.” “Biri bize iş verse. Lağımda bile çalışırım. Ne yapmak lazım, çocukluğumuzda kurduğumuz şehirde yaşamak hayali, bunu mu denesek.” “Şehre gidelim” dedi Halit. “Demesi kolay, annem 3 buzağı aldı, öyle tatlılar ki. Onlara aşık oldum. Onlar benim sorumluluğumda, onları bırakıp hiçbir yere gidemem. Köyde başka birçok sorumluluğum var. Bu işleri de seviyorum.” “Birader, seni anlıyorum da buranın buzağısı danası osu busu bitmez ki. Basıp gideceksin. İçin acır; ama gidersin. Sen çok duygusalsın.” Üstlerinden bir karga geçti. Pike yapmıştı. İkisi de korkup başını eğdi: “Şu namussuza bak, beynimizi oyacaktı nerdeyse!” Dedi Halit. “Yavrusu var demek buralarda bir yerde.” Bastılar. Bu sırada yanlarından geçen kamyonet yavaşlayıp durdu, arkasında birkaç un çuvalı vardı. “Gençler” dedi şoför, “atlayın, gideceğiniz yere kadar bırakırım.” Kamyonete atladılar sevinçle. Kamyonet harekete geçti. “İş arıyor musunuz?” dedi Adam. Osman Halit’e baktı: “Evet” dedi ve adama çevirdi gözlerini, “arıyoruz!” “Bunu duyduğuma sevindim! Namınızı duydum.” Neşeyle güldü. “Neymiş? dedi Osman. “Adamı iyi benzetmişsiniz.” Güldü. Kemal, onlara sorular sorup duruyor, onları tanımaya çalışıyordu. Bu arada Halit sordu: “Ne iş yapacağız usta?” Güldü : “Güzel soru. Tarlada güneş altında mahvolmak gibi değil kesinlikle. Ben de gençliğimde tarlalarda köle gibi çalıştım. Güneş altında imanım gevredi, size iş vereceğim ve güneş altında imanınız gevremeyecek.” “Peki ne bu iş?” “Gübre işi.” “Nasıl yani?” “Gübre topluyorum. Onları müşterilerime satıyorum.” “Ne gübresi?” “Yarasa gübresi.” “Burada o gübreden yok ki. Burada bu işi yapan varsa da biz duymadık. Kimlerdensin?” “Bak evlat, bana güvenmiyor musun? Nüfus memuru gibi soru sorup duruyorsun!” “Sorarım elbette, in misin cin misin bilelim elbette!” Kemal aracı aniden yolun kenarına çekti: “Eğer çalışmakta gözün yoksa in aşağı!” “Var abi. Ne kızdın, sordum sadece.” “Ben güzel güzel bir şeyler anlatıyorum, beni soruşturuyorsun, güzel para alacaksınız merak etme, tarlada kavrulup pişersiniz; ama üç beş kuruş alırsınız, feleğiniz şaşar. Ama benden daha fazla para alırsınız, daha az emek harcarsınız.” Kemal, aracı yürüttü. “Kasabada işlerim var. Yarın sabah işe başlarız…Yolun bir tarafına baktı: “Burası da nedir böyle?” “Mezarlık” dedi Osman. “Yarın sabah sekiz, dokuz gibi burada buluşalım. Çizmelerinizi de getirin. İş üstü filan. El feneri. Burada inin, kasabaya gitmem lazım. Yarın görüşürüz. Yarın burada dediğim saatte olmazsanız başkasını bulurum, ona göre.” Soru soracak oldu Halit, ses etmemeyi yeğledi, aynı düşünce Osman’ın içinden de geçmişti. Osman ve Halit araçtan indi. Araç, tozlu yolda usul usul gözden kaybolurken ikili bir süre keklik gibi bekledi orada, araca bakarak ve ilerleyip evlerinin yoluna saptılar bir garip sevinçle. “Bu adamı buralarda hiç görmedim.” dedi Halit. “Ben de.” “Kim bilir neyin nesi? Tanımadığımız birine neden güvenelim? “Orası öyle. Çok soru sorup durdun, sinir oldu.” Güldü. “E herhalde. Döverim bu adamı ben! Limon gibi sıkarım. Tam dayaklık biri” dedi Halit köpürerek, “beni sinir etti. Şebek!” Osman güldü: “Öyle deme.” “Şebek maymunu işte!” “Kimdir necidir? Bize bir iş etmesin, ne bileyim. Dünyanın kaç bin türlü hali var. Onu hiç tanımıyoruz.” “İyi birine benziyor.” dedi Osman, “tartalım bu şebeği, baktık sakata geleceğiz, boş veririz. Güzel bir iş fırsatıysa kaçırmayalım, bize burada böyle kim yaklaşıp da iş verir ki. Dilenci köpek gibi iş arasak zor buluruz.” “Haklısın dostum, sineye çekelim şimdilik… İn aşağı deyince nerdeyse patlatacaktım yüzüne, en son soğancıya vurup her şeyi berbat ettiğim aklıma gelince sakinleştim.” Ertesi gündü, otların delice kapladığı eski mezarlığa ilk gelen Osman’dı. İri bir taşın üstüne oturmuş, can sıkıntısıyla kıvranırken bir çalıyla toprağa bir resmi yapıyordu. Güneş yükselişe geçmek için beklemedeydi, şimdi hava serindi, arılar ve kelebekler uçuyordu mezarlığın oradaki çiçekler üzerinde. Yola baktı, gelen giden yoktu, erken gelmekle hata etini düşündü, gözünü ufka, dağlara çevirdi, kalktı, çimene uzandı, gözlerini kapadı, bir süre uyudu, gelen giden yine yoktu. Saat kaçtı acaba? Halit, kopuğu da görünürde yoktu. Bu paranın olmadığı köyden çoktan giderdi Halit’in yerinde olsa, o kafasına estiğini yapardı. Uzun boylu düşünmezdi, yeter ki onu bir şey harekete geçirsin. Halit gibi olmak gerçekten iyi olurdu, iyi hissettirirdi herhalde; ama bunun çok tehlikeli ve zararı büyük yanları da olabilirdi. Halit, yaş tahtaya basar, maceralara atılır ve yolun başına dönerdi. Yine de mutlu olmasını becerirdi, gamsızdı. Issız araziler vardı aşağıda, köyün ekili arazilerine bakıyordu. Yerden yeşil bir ot kopardı, ısırıp çiğnemeye başladı. Tertemiz, açık mavi gökyüzüne baktı. Bir bal arısı vızıldayarak yaklaştı, yüzüne konmak istedi, başını geri çekti. Otların arasında birkaç karınca vardı, toprakta, diğerlerini fark etti, ilerde, taşların arasından bir kertenkele çıktı, Osman’ı fark edince korkup taşların arasında gözden kayboldu. Osman çevresindeki bu ufak canlıları seyrederken zamanı unuttu. Halit’in sesiyle başını o tarafa çevirdi. Halit, geliyordu nefes nefese. Yaklaştı: “Geç kalmadım umarım?” “Yok, katır gibi bekle bekle öldüm yahu, eşeklik bende, işi kaçırırım diye çok erken geldim, işi sağlama almak için, sen de yoktun, ne biçim iş bu, deli oldum.” Halit güldü: “Bizim çakal geldi mi?” “Yok. Neden çakal diyorsun adama?” “Bence öyle.” “Bırak ya. Sen de işin gırgırındasın.” “Yok. Ayar oldum ona. Alacağım elime onu.” Güldü. “Sakın yapma Halit.” “Şaka yaptım… Ama bunu onun hareketleri belirler… Saat ona geliyor birader. Belki de 11 olmuştur. Çoktan gitmişsinizdir diye düşündüm. Adam bizi kandırdı anlaşılan, ekti. “İşi çıkmıştır, bekleyelim.” Halit, bir şarkı mırıldanmaya başladı. Bir tarafa baktı, daldı düşüncelere, az uzaklaştı, hayaller kurdu. Yüzünde bir umut, düşüncelere daldığında bir gülümseme beliriyordu yüzünde. Başka bir alemdeydi, Osman yanında yokmuş gibi dalgın davranıyordu. Osman onu izlemişti hep: “Sen bugün başkasın?” “Nasıl? dedi güldü. “Niye ki?” “Pek mutlu, içi aydınlık görünüyorsun. Babanla aran düzeldi galiba.” Güldü: “Yok… Gel senle çocukluğumuzda yüzdüğümüz dereye gidelim.” “Orası şimdi sığdır.” “Olsun gezeriz.” “İşin gücün eğlenmek. Adam gelirse bizi bulamaz taş kafa.” Yolda kamyoneti gördü Osman, dedi ki: “Geliyor bizimki!” Halit ekledi: “Bu çakal başımıza bir çorap örecek gibi.” “Paranoyak olmana gerek yok. Sıradan bir adam.” “Zavallı desek.” “Kapa çeneni!” Kamyonet, yolun kenarına yanaştı. Gençler araca bindi. Araç yürüdü. “Genç kaldım. Kusur bakmayın gençler, bir işim çıktı da…” Araç, yükseğe, dağlara doğru gidiyordu. “Çocuklar, buralarda mağaralar varmış, nerde olduğunu biliyor musunuz?” “Biliyorum” dedi Osman. Halit dedi ki: “Küçükken yüzdüğümüz derenin orada vardı birkaç tane.” “Demek öyle” dedi, “güzeee!” Bir süre gittiler ve Kemal, aracı yol kenarına çekti. Kamyonetin arkasına geçti: “Şu çuvalları alın. Küreği ve kazmayı da.” “Ne olacak bunlar?” dedi Halit. “Mezar yeri kazacağız.” “Kimin mezarı?” “Senin mezarını. Çok konuştuğun için.” Güldü. “Aman çok komik” der gibi Osman’a baktı Halit. “Şakayı severim.” “Ben de, ne taraftan gideceğiz?” Halit, eliyle işaret etti, Kemal bastı, arkasında Halit ve onun arkasında Osman vardı. Halit ona dil çıkardı ve kürekle sırtına vuracak gibi salladı küreği. Osman gülecek gibi oldu, kaş göz işareti yaptı. Kemal dedi ki: “Halit, sen çizme getirmemişsin.” “Unuttum.” “Sağa mı sapacağız, sola mı?” dedi Kemal. Halit, eliyle solu gösterdi. İlerlediler arka arkaya. Çok dik bir yamaca gelmişlerdi, aşağısı uçurumdu, ayakları kayarsa uçurumun dibini boylayabilirlerdi. Halit dedi ki: “Kemal abi mağarada yarasa gübresi toplayacağız, ha?” “Evet.” “Bu define aramak olmasın?” Güldü Kemal: “Defineci değilim.” “Yarasa gübresi işinde iyi para var mı?” “Var tabi. Yoksa neden uğraşayım.” “Ne zamandır bu iştesin?” “Yeni girdim bu işe. Bir arkadaşım bu işe başladı. Durumu çok iyi. Yarsa gübresi bütün gübrelerden daha iyi. Toprağı adeta sihirli hale getiriyor… Halit sen önden gider misin?” “Neden?” “Sen biliyorsun ya mağarayı.” “Peki” dedi Halit, öne geçti, Maymun kadar iyi tırmanıcıyım, ama çocukluğumda, buralarda az dolaşmadık. Kemal Osman’a göz kırptı ve Halit’e dil çıkardı. Osman gülümsedi. Kemal Osman’dan küreği aldı ve Halit’e vuracakmış gibi yaptı. Onun ensesine tokat atacak gibi yaptı bir eliyle ve Osman’a göz kırptı, Osman da sessizce güldü. Halit, bir şarkı söylemeye başladı. Kemal Osman’ı kenara çekti ve bir kayanın ardına saklandılar. Halit, yalnız başına ilerliyordu şarkı söyleyerek. Epey gitti ve yalnız olduğunu bilmiyordu. Geride Osman ve Kemal bekliyordu. Halit, aptallığının farkına varsın diye. Varamadı, epey gitti tek başına. Ayağı kaydı, bağırdı korku ve panikle, Uçurumdan aşağı düşecekti neredeyse. “Gübre uğruna nerdeyse uçurumun gibini boylayacaktım! İçine edeyim böyle işin.” Kıç üstüne oturmuştu. Ardında kimseyi görememişti. Ötekiler kopup yetişti: “Nerdeydiniz Allah’ın belaları!” “Yüzün kireç gibi beyaz” dedi Kemal. Osman ekledi: “Canın çekip gitmiş gibi.” “Ölüyordum gübre uğruna!” “Maymun kadar becerikli tırmanıcıydın hani?” “O eskidendi.” “Kalk, devam et.” dedi Kemal. “Yok, sıra sende. Benden bu kadar! Canımı yoldan bulmadım!” “Osman sırayı sen al, sonra ben alırım.” dedi Kemal. Osman öne geçti. Osman, uçurumun en tehlikeli yerine gelince Kemal’in şakacı tavrından tamamıyla sıyrılmış, gerçekliğin can acıtıcı yerine gelmişti. Bu iş ona da tekin gelmemişti. Korktu ve durdu: “Kemal abi sıra sende.” “Teşekkür ederim, çok arzu ediyordum zaten.” Öne geçti: “En kesin yer burası, aşağı düşsem işim biter. 100 metre var burası. Çocuklar çok dikkatli olun, Tahtalı köyü boylamayalım.” Çevik ilerledi. Arkasına baktı: “Kirpi kadar uyuşuksunuz.” İkili arkada durum analizi yapıyordu, işi bırakmak ya da bırakmamaya dair bir tartışmaya kaptırmışlardı kendilerini. Halit, “işi bırakalım” diyor, “başımıza bir hal gelecek, gelmeden bırakalım. Maymun bile olsa korkar, buralardan tırmanmaz. Sigortamız yok.” Osman ise sebat bilmez eski dostuna tersini diyor, ona umut verip şüphelerini gidermeye çabalıyordu. Kemal, onların gelmesini bekliyordu, sigara yakmıştı. Onları yanında görünce sevindi: “Çok yüksek burası. Aşağı düşsem ne olur acaba? Yarasa gibi kanatların varsa sorun değil tabi.” Mağaranın önüne geldiler. “Çocuklar, gidip kontrol edin mağarayı. Ayı, kurt ya da çakal var mı diye?” “Yok abi, cesurlar önden gider.” dedi Halit. “Şaka yaptım, ben bakıp geleyim, siz bekleyin. Yarasa gübresi var mı diye bakacağım, varsa gelin diye bağırırım.” Kemal, mağaraya girdi ve gözden kayboldu. Osman ve Halit yer değiştirdi, çıkıntının altına geçti, burası güneş almıyordu ve uzanacak kadar mesafe vardı. Yan yana oturdular. Halit dedi ki: “Bence bu adam yalan atıyor. Ömrüm boyunca mağarada yarasa gübresi arayan birini tanımadım, duymadım da. Bence bu adam başka bir iş peşinde. Defineci belki de. Gübre deyip ayak yapıyor. “Vay be” dedi Osman, “evet ya, defineci olabilir. Ya ben salak mıyım ya, senin düşündüğünü düşünemeyecek kadar! Bu adam defineci olamaz, onlar sinsidir, tanıdıklarıyla iş yapar. Bir yerlerde duymuştum, yarasa gübresi inanılmaz faydalıdır toprağa, babam mı anlatmıştı nedir.” Halit ve Osman sohbet ederken Kemal’in sesini duydular. “Kayıyorum imdaaaat! Yetişin!” diye haykırdı Kemal. “Eyvah, bu angut aşağı düştü” dedi Halit. Osman ekledi: “Eyvahlar olsun! Adamcağız gitti. Define için pisi pisine gitti.” Dinlediler, ses soluk yoktu, acılı bir inleme yoktu. “Hemen kaçalım buradan!” dedi Halit panikle, “Birileri çıkar adamı attınız aşağı derler. Ölür de başımıza kalır. Yıllarca hapis yatarız.” Kaçıyorlardı. Sesi işittiler. “Çocuklar, orada mısınız?” Halit dedi ki: “Ses aşağıdan geliyor. O halde uçurumun dibini boylamadı, çakal.” Güldü. Uçurumun o bölgesine yanaştılar. Kemal, uçurum kenarından iki metre kadar aşağıdaydı, uçurum duvarında biten bir ağaca tutunmuştu. Yüzünü gözü toz ve örümcek ağları içindeydi. “Bu ağaç fazla dayanmaz. Kurtarın beni çocuklar!” Halit, ona uzanmayı deneyecekti. “Öyle tehlikeli olur” dedi Osman, “başka şey düşünelim.” “Kamyonette halat var çocuklar, biriniz çabuk gidip onu alıp gelsin.” Osman, bir koşu gidip ipi alıp geldi. Kemal’i ipi sardı beline, onu yukarı çektiler. Toza toprağa ve korkuya bulanmıştı Tahsin, bazı yerleri yara bere ve diken çizikleriyle doluydu, kan ter içindeydi. Bir ayağı dizden aşağı yoktu. “Sol ayağın nerde Kemal abi?” dedi Halit, gülesi geldi. Tuttu kendini. “Düştü.” “Nasıl düşer ki?” “Gezmeye çıktı. İsyanlarda. Kafasız herif; Ayağım protez! Aşağı gidip ayağımı getirin ne olursunuz!” “Ne kızıyorsun abi. Şaka yapayım dedim.” Kemal sırt üstü uzandı, ölüm korkusuyla fena bir ter atmıştı cayır cayır. Şok içindeydi. Kalbinin deli ritmi azalmamıştı: “Geberiyordum az kalsın gübre uğruna. Başıma silah dayasalar yapmam bu işi bir daha. Osman sordu: “Abi bir yerinde bir kırık ya da başka bir sorun yok, değil mi?” “Yok. Gidip ayağımı uçurum dibinden alın.” “Onu alırız. Önce seni buradan çıkaralım. Dereye inmek uzun iş.” İkisi onu tutup oradan, o daracık patikadan çıkarmaya çalışıyorlardı. Biri tam kaysa, diğeri de onun yüzünden kayacak ve hepsi birlikte uçurumdan aşağı yuvarlanacaktı. Halit bıraktı: “Bu iş böyle olmaz.” “Ya nasıl?” dedi Osman. “Bırak; sürünerek gelsin. Yoksa üçümüz birden aşağı yuvarlanacağız.” Üçü birlikte gidemiyordu dar patikadan. Kemal dedi ki: “Çocuklar yapmayın. Osman söze girdi: “Halit haklı, beline ip bağlayalım, kendi çabanla kaya kaya inersin aşağı, biz yukardan tutarız seni.” Kemal’in beline ipi bağladılar ve onu yavaş yavaş kaydırarak aşağı indiriyorlardı. “Sürü Tahsin abi. Sürün.” dedi Osman. Tahsin ağlar gibi konuşuyordu: “Çocuklar beni bırakmayın burada. Aman ipi sıkı tutun.” Halit dedi ki: “Ya bir ayağın yok. Bir de ne gübresi ararsın arkadaş uçurumlarda. Ayranı yok içmeye, atla gider çeşmeye. Ajan gibi sinsisin. Baştan her şeyi açıklasaydın ya. Bir ayağının protez olduğunu. Biz de ona göre tedbirimizi alır, oraların sana göre olmadığını anlatırdık, sen gelmezdin, biz gidip gübreyi alıp gelirdik. Haklısın genç, ama bana itibar etmezdiniz diye korktum, gelmezdiniz diye.” Kemal, kıç üstü kaya kaya aşağı iniyordu. “Devam et usta” dedi Halit, “oluyor, sağ salim seni aşağı indireceğiz. Seni gidi kandırıkçı. Define arıyorsun, kandırıp getirdin bizi buraya. Gübreymiş! Ne kadar da safmışız. Bize sakladığın şeyleri anlat, rahatla.” “Çocuklar, defineci değilim. Çocukken bir kaza mı geçirdin sen, aynı zırvayı tekrarlıyorsun. Beni ilk sorgulaman gibi.” Halit güldü. “Ben yarasa gübresi peşineyim. Bu pazarda ben de ciddi bir yer edinmek istiyorum. Zengin müşteriler var. Bahçelerinde çeşit çeşit bitkiler, ağaçlar filan yetiştirir sosyeteler. Yarasa gübresi peşindeler. Türkiye pazarı, sonra dünya pazarına açılmak hedefim. Dünya pazarı olunca dolar söz konusu. Yani çok para demek bu.” “Böyle bir iş kolu hiç duymadım” dedi Halit, “Yeme bizi, Kemal abi, bak yaşına başına saygım var. Gerçeği de; kurtul!” Osman dedi ki: Halit, Kemal abinin yalancı olduğunu sanmıyorum, uzatma.” “Hadi öyle olsun.” Güldü. Tehlikeli yeri aşmışlardı. Biri Kemal’in sağına geçti. Öteki soluna. İlerliyorlardı. Onu kamyonetin yanına getirdiler. Osman dedi ki: “Kemal abi, sen burada bekle bizi. Biz senin ayağını bulup geliriz. Suyun dibini boylamamışsa ya da akıntıyla akıp kaybolmamışsa.” “Bulun onu ne olursunuz. Ayaksız ne yaparım. Ayaksız bitiğim” dedi ağlayarak, “siz bilmezsiniz bunun ne demek olduğunu.” Osman, şefkatle onun sırtına dokundu: “Bulacağız, merak etme.” İkili yola koyuldu. Osman dedi ki: “Çakal dediğin adam ne çıktı.” “Ya ne bileyim.” Protez bacağı derenin kenarında, irili ufaklı yuvarlak taşların içinde bulup Tahsin’e getirdiler. Kemal, dünya onun olmuş gibi sevindi ve bacağı öptü, sonra yerine taktı. Sevinç kahkahası attı, ayağa kalktı, üstüne bastı, birkaç deneme yaptı, sonra asla gibi dedi ki: “Çocuklar artık bambaşka boyuttayız! Bu arkadaşlığımız bence çok randımanlı olacak. Sizi çok sevdim, beni acayip sevindirdiniz! Ben de sizi sevindirmek için elimden geleni yapacağımdan kuşku duymayın.” “Randımanlı mı?” dedi Halit, çok ilginç, randıman kelimesini Ali aga pancar motorunu çalıştırırken söyler, bu sene randıman alamadım, beş dakika sonra benzer cümle ve içinde mutlaka yine randıman kelimesi olur, kahvehanede hep benzer lafları der, millet kapa şu randımanlı çeneni dediğinde gülmeye başlar. Sizi nasıl kanser ettim ama. Şaka mı yapar; yoksa rahatsız mıdır çıkaramayız. Net olan şu: Adamın hayatı randımanlı gidiyor. Bir evsiz olarak hayatını sürdürebilirdi ya da kalp hastası olarak. Aslan gibi sağlıklı bir adam. Önemli olan da bu değil mi? Yani randıman!” Kemal dedi: “Ne demek istediğini anlayamadım. Yani randıman meselesini?” “Demek istediğim şu; randımanla aram hiç randımanlı değil! Çok konuşuyorsun; bizi kandırmandan endişeleniyorum.” Bunları çok sert, içindeki gizli, bataklığa dönmüş sıkıntıyı saçıyormuş gibi demişti. “Para konusun kafaya takmayın, inşallah güzel paralar kazanacağız. Sırt sırta vererek. İşçi patron ayırımı yok, emekçi sömürüsü yok, siz ne yerseniz ben de onu yiyeceğim. Zamanla bağlarımız kuvvetlenecek.” “İşte bak bu lafı sevdim!” dedi Osman, “Ama senin bu ayakla bu iş zor. Kusura bakma.” “Yok be! Ben inşaatlarda bile çalıştım, kalıp söktüm. Ama günün birinde arkadaşımın tahtaları düzensiz yığması yüzünden kaza geçirdim. Tahta koyarken tahtalar üstüme yığıldı, sırayı düzgün yapmamıştı, moloz! Sonra patron da beni karşısına aldı, zaten sigortasız çalıştığımı, başıma bir şey gelirse devletle başının belaya gireceğini söyledi ve beni kibarca işten kovdu. Beni protez bacakla işe almıştı zamanında. Kovması zoruma gitmedi. Sonra seyyar satıcılık yaptım bir süre. İkiz kızlarım var. 13 yaşındalar. İlk karım boşadı beni, ayağımı bahane etti ve çocuğumuz da olmuyordu, asıl sebep buydu, bende bir sorun olduğunu söyleyip duruyordu, o zamanlar pazarcı değildim, eskiciydim, maddi sorunlarım vardı, boşadı beni ve sonra yeniden evlendim. İşler daha da zorlaştı. Evden attı bizi ev sahibi. Hayatın en zor yüzüyle tanıştım. Hayat çelik yumruğuyla yüzüme patlattı bir tane. Bir bacak protez olunca işler çok zor ya. Bazen uyanıyorum, ayağım sağlam sanıyorum, bir de bakıyorum ki; protez. Korkunç bu. Neyse ki aldığım karı direnişçi çıktı, müthiş mücadeleciydi, soğan ekmek yeriz yaşarız demiyordu; döşemeleri söküp yeriz diyordu, sen delirdin mi der gibi bakıyordum yüzüne, sırıtıyordu. Esprisi olan kadın ilerleme gücü verir insana. Kırsal arazide naylondan yaptığımız çadırda yaşadık kış boyu. Aldığın karı hayatını, kaderini belirler, iyi karı alırsan hayatın düze çıkar, kötü karı alırsan mahvolursun. Benim karının içinin kalitesi çok iyi çıktı şansıma. Birlikte zor günleri aşabildik, sırt sırta vererek. Çeşit çeşit işler yaptım, pazarlarda çakmak, mendil, tıraş bıçağı, kibrit sattım. Bunlara her zaman talep çoktur. Bu işte geliştikten sonra sadece çorap satma işine girdim, altı ayda işi öğrenip büyülttüm, sonra bu eski kamyoneti satın aldım, çorap satma işi iyi gidiyordu, daha fazla kazanmak için gübre işine girdim, bu işte başarılı olamazsam yine çorap işine dönerim, yaz kış çorap satıyordum pazarlarda. Bunlar temel eşya, insanlar bunlara çok ihtiyaç duyar. Kadın iç çamaşırı, badi, atlet, sutyen de satıyordum. Onları üstüme geçirip şov yaparı pazarda. Bu yüzden size seksi gelmişsem şaşırmayın.” Osman ve Halit güldü başladı. Halit dedi ki: “Bence çorap işine dönsen iyi edersin, ben bu işte çalışırım senle. Gübre işi yaş. Mağarada gübre aramak delilik, hayalperestlik. Ama pazarda tezgah açmak net ve gerçek. “Haklısın evlat, tespitlerini yerinde; hatta harika buldum, pazarcı olur senden; ama denemek lazım. Büyük işler denemek lazım. Pazarcı olarak kalmak istemem. Bok işi olmadı; gelirsin çalışırsın benle. Bu arada senin bir randıman meselen var.” Halit çocukça güldü: “Ne demek istedin?” “Var mı onu söyle. Sen söylemezsen ben söylerim.” “Var; ama sen onu bilemezsin ki.” “Hayatınla ilgili sorunların var, belki de ailevi, babanla sorunların mı var çözemediğin, anlat, açıl bana. Çekinme.” Halit, başını önüne eğdi, gözlerinden sessiz yaşlar döküldü. Bu adam onun can yarasına dokunmuştu. Bunu bilmesi onu şoke etmiş, ensesinden yakalamıştı adeta ve yüzleşmek istemediği o duyguyla yüzleşmek zorunda kalmıştı soluk soluğa, tek yumrukla nakavt olan şampiyon boksör gibiydi. Şampiyon kendini yenilmez sanıyordu ve yerde başının çevresinde yıldızlar uçuşuyordu. Kemal, onun yanına oturdu, sırtına dokundu: “Üzülme evlat. Ben de babamla hiç anlaşamazdım. Bir gün yanlışlıkla evin camını kırmıştım küçükken, evden üç gün çıkmama cezası vermişti. İlk o zaman derin bir yalnızlığa düştüğümü hissettim, ufacık bir çocukken. Ama bu da iyiydi. İnsanın sağlam derdi olunca boş şeylerle ilgilenecek zamanı ve yüreği olmuyor, dert adamı adam eder, dedi Kemal, ayaklandı. Kamyonetin arkasına geçti, plastik bidondan erik kompostosu suyu ve bisküvi çıkarıp getirdi ve ikiliye bardakla ikram etti ve son bardağı kendine doldurdu. “Erik suyunu çok severim. Üniversite okurken komposto yapmayı öğrendim, asitli içecekler içerdim, arkadaşlardan biri zararlı olduğunu söylerdi. Hep tartışırdık onunla, söylemleri bana salakça gelirdi, devrimciğini de salakça bulurdum. Bir gün pazardan kara erik satın alıp geldi, erik kompostosu yaptı. Yaz gecesiydi, dolapta asitli içeceğim yoktu ve bodrum kattaydık. Havalandırma yoktu. Kavruluyorduk orada, bir oda bir mutfaktı ev, kan ter içinde uyanmıştım gece yarısı sıcaktan bunalıp. Pencere açıktı; ama tüy kımıldamıyordu, boğucu bir hava vardı. İçim yanıyordu susuzluktan, dolapta tencerede saatler önce soğumaya bırakılan kompostoyu gördüm, bakayım tadına dedim, bir tas alıp baktım, inanılmaz lezzetli geldi, hepsini yiyip bitirdim. Ertesi gün arkadaşım çok kızdı bana, ona ayırmadım diye. O günden sonra sürekli komposto içmeye başladım, yapmasını da öğretti arkadaşım. Doğru bir şeyle başlamak lazım, yiyecek olur, içecek olur, yanlış bir şeyle başlarsan kötü oluyor, bağımlılık. Kurtulman zor oluyor. Beni kimse vazgeçiremezdi asitli içecekten; ama vazgeçtim. Erik suyu içince motivasyonum, enerjim geliyor... Üniversite hayatım güzeldi. Türkçe öğretmeni oldum, tam işe başlayacaktım, bir hafta sonra, kaldırımda yürürken araç çarptı, gençti şoför, alkollüydü. Ayağım düzelecek gibi değildi, kestiler. İyileştim, protez ayak kullanmaya başladım, yerime başkasını almışlardı ve başka bir okula da almadılar, bir ayağım yok diye. Engelliler okuluna başvur dediler, başvurdum, torpili ve ayakları sağlam olanı aldılar. Ben de çok kızdım bu işe. Asla öğretmenlik yapmayacağım dedim. Kan, ter ve gözyaşı döktüm çok. Hayatta kalabilmek için delice gayret etmek zorunda kaldım. Tamamdır, kendimi çok iyi hissediyorum, biraz sonra mağaraya gideriz.” Osman ve Halit birbirine baktı. Osman önüne baktı. Halit dedi ki: “Kemal abi, kusura bakma ama biz seninle çalışmayı düşünemiyoruz. Tahsin bağdaş kurup oturmuştu, ayaklarını uzattı. Onlara baktı uzun uzun ve arkasını döndü. Halit dedi ki: “Biz gidiyoruz, diyeceğin var mı abi?” Kemal onlara döndü, gözlerinde yaşlar vardı: “Yapmayın çocuklar. Siz olmazsanız kimi bulurum. İkiz kızlarıma ekmek parası götürmem lazım. “Bu işi yapmayacaktın hani. Dereye düşüp ölüyordun nerdeyse?” “Ölüm korkusuyla dedim öyle, bazen yılgınlığa kapılırız.” “Yokuz biz” dedi Halit. “Sen de bu işi bırak, gidip pazarda çorak satsan çok güvenli olacak.” Kemal, acıyla güldü: “Son şansım sizdiniz. Ama tek başıma da devam ederim, ne yapayım” dedi, onlara sırtını döndü ve sessizce ağlamaya başladı. Osman ve Halit az uzaklaşmıştı, dönüp ona baktılar. Halit dedi ki: “Ya üzüldüm şimdi. Bu adam zor durumda. Ne yapalım?” “Ölürse ikiz kızlarını hiç göremeyecek. Kafama takılan şu: bize son şansımız sizdiniz dedi, birinin son şansı olmak…şimdi bu adamı yalnız bırakırsak kafam onda takılı kalacak. Bence bir süre daha yanında takılalım. Vereceği para umurumda değil. Bir şekilde ona caydıralım, gitsin buralardan.” “Ben bu adamın başımıza bela getireceğini sezmiştim. Tamam; dediğin gibi yapalım. Bir oyun oynayalım şuna. Gel benle.” Kamyonetin arkasına saklandılar. Bir süre geçmişti. Kemal ayaklandı. Sigara yaktı. Kamyonetin ön kaputuna oturdu. Manzarayı seyrederek düşüncelere daldı. “Şu sigara bitsin, işe devam dedi kendine.” Halit, arkadan yanaştı, omuzlardan tuttu garip bir ses çıkararak. Kemal, öyle pek korkmuşa benzemiyordu. “Neden korkmadın?” Ayak sesi duydum; anladım saklandığınızı. Bak bu iş bitsin Halit, sen kesinlikle pazarlarda çalışmalısın.” “Neden?” Kapasite var sende, müşteri çekersin. Ses tonunda, bakışlarında ışık var, dört tekerli bir arabayla domates satsan sokak sokak gezerek iyi iş yaparsın, ben bir süre böyle çalışarak öğrendim pazarcılığı. Neyse, bugünlük çalışmaya son verelim, eve gitmem lazım, bazı işlerim var, yarın da deneriz, gübre bulamazsam bu işi sonlandırırım. Yarın sabah 9 gibi sizi mezarlığın oradan alırım.” Kamyonete bineceklerdi. Tuğla yüklü traktör geçiyordu, yavaşladı. Gençlerin çok iyi tanıdığı ve çok sevdiği Yasin şoförün yanındaydı. 70 yaşında sakallı bir dedeydi Yasin. Hoşbeş ediyorlardı. Yasin, eski evinin oraya beton ev yaptırıyordu ve iki ustaya yardım edecek 2 amele lazımdı. Gelecek olan iki adamın işi çıktığı için gelememişlerdi. Yasin genç adamlara iş teklifinde bulundu. Gençler teklifi seve seve kabul etti ve traktörün römorkuna atladı. O gün akşama dek çalışıp evlerinin yolunu tuttular. Kemal, tozlu yolda kamyonetiyle ters yöne gitti. Ertesi günün öğle saatleriydi. Kemal, buluşma noktasına gelmişti ve gençleri bekliyordu, saatine baktı, çoktan gelmiş olmalıydılar. Acaba ne olmuştu da gelmemişlerdi ve birden dün o traktördeki yaşlı adamla konuşmalarını hatırladı, kamyonete atladı ve aracı yürüttü. Gübre işini bırakmayı düşünüyordu; ama gençlere veda etmeden de buradan ayrılmak istemiyordu, gübre işine belki devam ederdi, bilemiyordu; ama çok sevdiği iki yürekli gence ulaşmalıydı. Pazarcılığa başladığı ilk yıllardaki ezik ama azimli kendisini görmüştü onlarda, evet, o yakışıklı ışık onlarda da vardı, biri ellerinden tutarsa hayatta çok iyi noktalara gelebilirlerdi. Kemal, pazarcılığa ilk el arabasında marul satarak başlamıştı, pazarcılar ona destek olmuştu. Birkaç kilometre sonra yol kenarına yakın eski evin yan tarafında, yeni evin inşaatında çalışan aradığı gençleri fark etti ve aracı yolun kenarına park edip iki tarla ortasından uzanan yola girdi. Ev sahibi yaşlı adam bahçede karşıladı onu, çay içiyordu, çay ikram etti. Sohbet başladı aralarında. Kemal pazarcılık işi yaptığından, ailesinden söz etti. “Benim elemanları kaptın” dedi Kemal, güldü, “onları arıyordum.” “Kusura bakma.” “Çayın güzelmiş.” “Karnın aç mı, yemek hazırlasın nene sana.” “Teşekkür ederim, aç değilim.” Kemal, yaşlı adamın babacan tavrından çok hoşlanmıştı. “Bir kişi daha olsa iş çabuk biter, ben hiç işe yaramıyorum, yaşlılık işte. İstersen sen de çalışabilirsin. Paranı veririm.” Kemal de işe dahil oldu. Vakit akıp geçti su gibi. İş sırasında muhabbet ederken vaktin nasıl geçtiğini anlayamamışlardı. Hava kararmaya yakındı. İş bitmişti. Gençler ellerini yüzünü yıkadı, Kemal de ıslak elleriyle hemen bir sigara yaktı. Gençler, iki usta ve Kemal ayrılacaktı. Yaşlı adamın gelini gözleme ve çay yaptı. Gideceklerdi ama hayır diyemediler. Bahçedeki masada, incir ağacının gölgesinde gözleme yiyip sohbet ediyorlardı. Köyden yaşlı adamın torunlarından biri geldi bisikletiyle. Heyecanla bir şeyler anlatmaya başladı: “Köyde jandarma üç defineci peşinde. İki genç ve bir adamı arıyorlar.” Aranan kişilerin tariflerini verdi. Kemal, yüzünü başka tarafa çevirdi. Tarif edilen kişiye aynen uyuyordu. Halit ve Osman çaktırmadan Kemal’e bakış attılar onu yiyecekmiş gibi. Bu defineciler çok adiymiş. İki köylünün 15 sığırını da yürürmüşler gece yarısı. Kamyonla gelmişler köye. Köylü alarmda, silahlarıyla bekliyorlar. Bu gece onları mermi manyağı yapacaklar gelirlerse, yolları tutmuşlar.” Yemek faslı bitti ve kamyonete doluştular. Kemal iki ustayı yol üstündeki evlerine bırakacaktı, inşaat ustalarından biri dedi ki: “Kemal kardeş, çocuğun bahsettiği defineci ve hırsıza çok benziyorsun.” “İnsan insana benzer.” Güldü. “İşin nedir?” “Pazarcıyım. Sofrada konuştuk ya.” “Ha, evet. Unutmuşum. Senin bu kamyonete iki sığar mı?” “Sığar da neden sordun?” “Ne bileyim.” Kemal güldü: “Senin gibi bir sığır çok kolay sığar. Ölüsü kolay sığar!” Sesi titreyerek dedi ki: “Yok canım, kızma birader.” “İçimden bir ses bu adamı döveceksin ama sabret, şeytana uyuyor diyor.” “Ya kusura bakma, bir an senin hırsız olduğunu düşündüm de.” Ustaları bir nokta bıraktı, evleri birbirine yakındı adamların.” Hava kararmıştı. Kemal bir süre daha sürdü aracı ve yolun ilersindeki ışıkları gördü: O da neyin nesi, jandarma aracı herhalde ilerdeki. “Yok evin ışığı o” dedi Osman. “Çocuklar bu durumda köye dönmeseniz iyi olacak. Ortadan kaybolsak iyi olur.” Halit dedi ki: “Neden korkuyorsun ki. Sen yarasa gübresi peşindesin.” “Öyle; ama bizi onlarla karıştırabilirler. Nice adamlar var ki suçsuzlukları kanıtlanana kadar onca yıl hapis yatarlar. En iyisi bu akşam köye dönmesek. Arkada bir sürü alet edavat var. Bizi kesin defineci sanırlar. Osman söze girdi: “Geri dönmeyip ne yapacağız?” “Saklanacağız. Bir yerde. Gün aydınlanınca da tek tek yollarınıza gidesiniz. Yollar kapatılmışsa beraber görünmesek iyi olur. Ya da şu: Ben gidip yolu kontrol edeyim. Jandarma var mı yok mu bir bakıp gelirim. Siz burada inin. Alet edavatı da indirin.” “Tamam” dedi gençler ve aletleri indirdiler aşağı. Onları yoldan içeri tarafa taşıdılar. “Bekleyin beni, geleceğim kertenkele yavruları!” dedi Kemal çok ciddi ve gizemli biçimde ve bir sinema filmi karakteri gibi, yaratıkları öldürmeye giden infazcı gibi soğukkanlı biçimde arkasını döndü, usulca ilerledi, araca bindi. Aracı yürüttü. Araç gözden kayboldu hayalet misali. “Deli bu ya” dedi Halit, “bize kertenkele yavrusu dedi,” birlikte güldüler. Hava iyice, simsiyah ve vazgeçilmez, kadife gibi kararmıştı ve binlerce yıldız gökyüzünde yanıp yanıp sönüyordu. Halit ve Osman çimene oturmuş sohbet ediyorlardı, gerginlik ve merak içinde; ama bundan delice haz duya duya. Çocukken birlikte köyden arkadaşlarıyla dağları keşfe gittikleri zamanlardaki duydukları heyecan ve gizem hissiyatı içindeydiler ve gizem onları süngerin suyu çekmesi gibi içine çekerdi, kavuran sıcakta serin ve mutlu eden bir his gibi. Halit dedi ki: “Bence bu adam bize yalan attı, ikiz kızları filan yok.” “Köpek gibi ağladı be. Kimse bu kadar içten ağlamaz. Gerçeği söyleyen biri ancak bu kadar içten gözyaşı döker. Yalan söylediğini sanmam. ” “Jandarmanın aradığı defineci adam ve gençleri merak ettim.” “Belki de bizi biri mağaraya girerken gördü ya da yolda gördü.” Bir süre sohbet ettiler ve sustular. Uzun bir sessizlikti. Bir cırcır böceği ötmeye başladı ötede bir yerde. Beklemekten canı sıkkın gençler buna sevindi. “Ne düşünüyorsun?” dedi Halit. “Hiç. Peki sen?” “Evde olsam da çay içsem” dedi Osman. Halit, bir şarkı mırıldanmaya başladı. Yarıda kesip dedi ki: “Aşk nedir sence?” “Ne bileyim.” “Sence bu köyde aşık olunacak kız var mı?” “Vardır. Sende bir gariplik var.” Güldü: “Hiç böyle değildin. Böyle şeyleri konuşmazdın.” “Köyde bir kız gördüm de.” “Eee?” “Çok güzeldi. Selam diyecektim caydım, bana kızar diye korkmuştum, ben de gülümsedim. O da karşılık verdi. Çok güzel gülümsedi bana, öyle böyle değil yani.” “Başka?” “Onun kalbini hissettim. Sanki onu yıllardır tanıyorum gibi bir his oluştu içimde. Onunla aramda muhteşem bir bağlantı oldu. Ve onu hissedince kalbim inanılmaz bir havaya girdi. Huzur buldu, evet, şimdi bana tam olarak ne olduğunu buldum; kalbim huzur buldu.” “Nişanlıdır, belki de evlidir, yanlılıkla gülümsemiştir, öyle hemen havalara girme.” Güldü. “Haklısın; harika içine ediyorsun, hiç böyle düşünmemiştim.” Güldü: “Şaka yaptım.” “Yalnız kafama bir şey takıldı, Kemal abinin çantaları ?” dedi, kalktı, çantaların yanına gitti. “İçinde ne var acaba? Eşek ölüsü gibi ağır bu. Tarihi eser olmasın.” Çantayı karıştırdı. Osman da onun yanına gitti. “Bunlar da ne böyle?” dedi Halit. Çakmağı çaktı. “Bu kaya parçalarını niye buraya koymuş bu adam? Birini öldürmek için ideal.” Güldü. Çanta, irili ufaklı taş parçalarıyla doluydu. “Karıştırma. Gelince sorarız.” Kısa bir süre sonra Kemal araçla göründü. “Çocuklar, çantaları aletleri yükleyin. Jandarma falan yok. Gidiyoruz. Sizi de evinize bırakayım.” Tam yola çıkacaklardı, öteden yaklaşan bir ışık göründü. “Eyvahlar olsun!”dedi Kemal , ters yöne bastı. Gazı kökledi. “Abi dur da ne olduğunu anlayalım” dedi Osman. “Hapse düşmeye niyetim yok.” Halit dedi ki: “Abi panik yapma. Biz bir suç işlemedik ki.” “Tabi ki” dedi Kemal, “onlar işlediğimizi düşünüyorsa iş başka. Aranan kişilere çok benziyoruz. Böyle şansın içine! Kızlarım ekmek bekliyor ve ben kodese girmek istemem.” Bir elini camdan çıkarcı. “Cuv, cıuv” diyordu. “Abi ne yapıyorsun?” dedi Halit. “Ateş ediyorum tabancamla. Kasaya çık Halit. Ateş et, al tabancamı. İstersen kaçış arabasını sen sür. Daha önce kaçış şoförlüğü yaptın mı?” Osman ve Halit güldü bir süre. “Gerginliği azaltmaya çalışıyordum, nasıl güldürdüm sizi ama.” Güldü: “Banka soyguncuları bankayı soyar ve bekleyen kaçış arabasına atlar. Kaçış şoförü onları kurtarır.” “Abi, çok fazla film seyrettin sen. Bırak. Kenara çek. Başınızı iyice belaya sokacağız kaçınca.” “Sen karışma işime! Ben ne yaptığımı çok iyi biliyorum.” Kemal, aracı yoldan çıkardı. Osman dedi ki: “Yavaş abi.” “Nedenmiş?” “Kötü olacak.” “Neden diyorum?” “Çok kötü.” “Ne kötü?” Halit dedi ki: “Abi oraya sürme. Orada bir göl var.” “Göl mü?” “Evet. Derinliği beş metre. Tarla sahibi tarlayı sulamak için yaptırdı.” “Şunu baştan söylesenize geri zekalı kertenkele yavruları! Frenler tutmuyor çocuklar! Bittik.” Araç, yokuş aşağı kaptırmış taşlara çarpıp zıplayıp sallanarak ve ses çıkarak, gacır gucur ederek çılgın gibi gidiyordu. “Çocuklar araçtan atlayın. Hadi Allah’a emanet. Herkes başının çaresine baksın.” dedi. Kapıyı açtı ve birden attı kendini aşağı. Osman ve Halit şaşkınlıktan ve korkudan dondular bir an. Halit atladı. Peşine Osman. Top gibi yuvarlanarak gittiler bir yana. Kamyonet, göle birkaç metre kala ufak bir kayaya çarptı bir tekeri, havalandı ve takla atarak düştü toprağa. Yan yatmıştı. Havada kalan tekerler süratle dönüyordu. Halit ve Osman bir araba dolusu dayak yemiş gibiydi. Kalın bir sopayla. Beyinleri sarsılmıştı, taşlara taşa toprağa çimene dikene sürtünüp yuvarlanmışlardı. Sıyrıklar, ufak yara bereler, ezikler vardı vücutlarında, belli yerleri yanıyordu acıyla. Zil zurna içmiş gibi baygındılar. Usul usul kendilerine geliyorlar, ağır çekimde hareket ediyorlar, başlarında vızır vızır yıldızlar uçuşuyordu, her yerlerinde ağrılar vardı. Osman, sırt üstü uzanmış acıyla kıvranıyordu, zaman geçtikçe daha iyi hissedeceğine daha kötü hissediyordu, yıldızlara bakıp inliyordu. Acıdan ağrıdan gözyaşları döküyordu. Halit ise az aşağıda acıyla inliyordu, o da Osman gibi perişandı, gözlerinden yaşlar düşüyordu. Az sonra daha iyi hissetti ve güçlükle kalkıp topallayarak Osman’ın yanına gitti. “Ben sana demiştim Osman” diyordu Halit. “Ben sana demiştim. Geberip gidiyorduk nerdeyse!” “Kapa çeneni!” dedi Osman, “Kırık var mı?” “Bilmem.” Kemal, yukardan onların yanına geldi sakin sakin. “Kertenkele yavruları, iyi misiniz?” Güldü, “aslanlarım benim.” Halit, bir küfür savurdu şansına: “Senin yüzünden düştüğümüz şu hale bak.” “Kusura bakma. Ama aşağıda gölet olduğunu geç söylediniz.” “Aniden daldın yokuş aşağı” dedi Osman, “Neden panik yaptın ki?” “Olan oldu, bağışlayın. Fren tutmadı. Amcamın oğlu 15 yıl hapis yattı. O aklıma geldi. Gerçek katile benzetildi için. Yanlışlıkla 15 yıl yatmak kim ister. Hayatı bitti. Ama yeniden evlendi, çocukları oldu. Halit dedi ki: “Kemal abi, sen sığır hırsızı mısın, itiraf et, çantana baktık, defineci misin?” “Evet lan!” diye bağırdı, “yeter ya! Fitil ettin beni! Ben sığır hırsızıyım, köylünün 15 sığırını çaldım ve ben defineciyim!” Güldü, sakince ekledi: “Aş oğlum şu paranoyaları artık. Benim yasa dışı işlerle alakam olmaz.” “Tamam!” diye bağırdı Halit, “sen sığır hırsızısın, ben de senin baş yardımcın, yarın 12 sığır çalmaya var mısın? Ve define bulmaya.” “30 sığır çalalım.” Güldüler. Yukarda bir ışık göründü. “Orda biri var” dedi Halit. “Susun.” “Bu arızalı Hüseyin. Bisikletiyle gezer akşamları. O ışık bisikletinin ışığıymış” dedi Osman. Kemal sevinçle güldü: “Oh şükür!” dedi. “Çocuklar kusura bakamayın.” Hüseyin bağırdı: “Sığır hırsızları! Pis defineciler!” Sizi bildireceğim!” “Harika” dedi Halit, “bir yerlerini yırtarcasına bağırdın Kemal abi, çocuk da duydu, şimdi gidip herkese söyler. İşimiz bitti. Şakasına sormuştum sana o soruyu, seni deli etmek için; çünkü kamyoneti yokuş aşağı sürdün, solucana döndük acıdan. Çocuk hepsini duydu. Harbiden mahvolduk.” Bisiklet aniden durduğu noktadan kayboldu ışığıyla. “Toparlanın çocuklar buradan gitmeliyiz. En azından bu gece saklanmalıyız. Dağlara gidelim. Sonra orada ateş yakarız. Burası çok soğuk; gelin benle.” “Çantalar, kamyonet ne olacak? Peşte iz bırakmamalıyız. Kamyoneti buradan çıkarabiliriz.” dedi Osman. “Vay! Aslanım! Tamamdır, o zaman tamam, gidip çantaları alıp gelin!” Osman ve Halit yukardan çantaları alıp geldiler. Yan yatan kamyoneti düzelttiler. Kamyonet çalışınca Kemal çocuk gibi sevindi: “Atlayın, buradan toz oluyoruz! Bir daha yarasa gübresi aramak mı; asla! Mezardan babam çıkıp gelse şurada mağarada 100 ton yarası gübresi var dese gitmem, yüz ton altın ya da elmas varsa gitmem.” Kemal, kamyoneti yürüttü, epey gittiler ve ormanlık alana geldiler. Kamyonet aniden durdu. Kemal yapmak için çıkıp baktı, depo delinmişti. Delik ufaktı; ama benzin kalmamıştı. “Kamyoneti burada bulamazlar” dedi Kemal, çalılarla üstünü kapatalım.” Kamyoneti dar toprak yoldan içeri aldılar iterek. Üstünü ağaç dallarıyla kapatıp oradan ayrıldılar. Halit dedi ki: “Ben gidiyorum. Size bol şans arkadaşlar. Bugün çok uç şey yaşadım. Fazlasına gerek yok. Pederle iyice papaz olamam.” “Olmaz, birlikte hareket edelim, birlikte daha güçlü oluruz. Hapishaneden tünel kazarak kaçan mahkumlar birlikte hareket ederlerse başarılı olur. Bir basit hata yaparsın, işimiz biter; ama birlikte sağlam oluruz. Kollarız birbirimizi, en azından bu gece için. Üç akıl tek akıldan iyidir.” “İyice hava girdin sen.” Güldü. “Haklı adam” dedi Osman, “en azından bu gece. İş daha da zora girmesin.” Nehir kenarına geldiler. Orada bir ev fark etti Kemal: “Şu evin samanlığına gidelim.” “Ben o adamı tanırım, insandan hiç hoşlanmaz.” “Peki ne bu adam? Şey demeliyim, ne sever?” “Biraz manyak. Tek başına yaşar. Siz de görüyor musunuz? Bir el fenerinin ışığı var orada.” Tüfek patladı. Osman fırladı, peşinden Halit, peşinden Kemal. Tekrar ormana girmişlerdi. “O da neydi?” dedi Kemal. Bir ağacın altında durumu değerlendiriyorlardı, “bizi nasıl da hemen fark etti?” “Domuz sesi duydum” dedi Osman, “gece bahçesini domuzlar talan ediyor, domuzlara ateş ediyor olmalı. Bunu duymuştum, bir keresinde kendini yaralamış mankafa. Şu taraftan.” İlerlediler. “Buraları çocukken iyi bilirdim” dedi Halit, “sen unutmamışsın Osman. Osman güldü. Epey ilerlemişlerdi, kan ter içinde kalmışlardı, gökyüzünde ay vardı balina gibi. İnsanı kış gecesi anne gibi saran türde ve çok tatlı bir his veriyordu insana. Oturdular. “Durun; arkadan gelen var mı; dinleyelim” dedi Halit. Dinletiler, çıt gelmiyordu geriden, sadece çok uzaktan havlayan bir köpeğin yorgun sesi geliyordu. Osman yüzündeki şıpır teri elinin tersiyle silip attı: Çok acıktım, bir öküzü yiyebilirim.” Dedi. Güldü diğerleri. “Ben de çok acıktım birader” dedi Halit. Kemal söze girdi heyecanla: “Tarla marla yok mu burada, mutlaka vardır. Ne bileyim, yiyecek bir şeyler vardır. Ben de çok pis acıktım, karım köfte kızartır bazı sabahlar, müthiş lezzetlidir, bir gün gelirsiniz bize. E söyleyin, kurbağa gibi susmayın, bağ bahçe yok mu buralarda?” “Şu tarafta İbrahim amcanın tarlası, bağı bahçesi var. Her sene düzenli olarak domates, biber eker, iri armutları olan koca bir ağaç vardır odada, elma ağacı da var” dedi Osman, “demeyecektim, başımız belaya girer diye; ama bu gece aç geçmez.” “Tamamdır kertenkele, süpersin!” dedi Kemal, “ben gidip yiyecek bulup geleyim. Bu gece aç geçemez, aksi halde birinizi yerdim.” Güldü. “Kemal abi, gitme derim; ama açım, gözünü seveyim dikkat et, peşine birilerini takıp getirme ne olursun.” Güldü. Onun sırtına dokundu: “Birkaç domates alacağım. Hepsi bu. Ayrıca bu saatte mışıl mışıl uyurlar.” Halit sordu: “Çantadaki kaya parçaları nedir?” “Değerli materyalleri içirip içermediğini test için bir yere göndereceğim onları. Altın, gümüş, yakut ya da kuvars olabilir.” “Sen gübreci değil miydin?” “Orası öyle; ama altın yatağı bulursam. Yarasaların olduğu mağaralarda madenler oluyormuş. Bir taşla iki kuş vurmak. Gübre için giriyorsam değerli madenleri de var mıdır diye araştırıyorum. Suç değil bu. Tabi mağara bölgesi, toprak bana ait olmuyor, atlın varsa alıyorsam suç olur. Ama Allah’ın dağı, madeni. Devlet buralarda değerli maden olduğunu nasıl bilsin. Satın alırsın araziyi. Sonra madenin sahibi olursun.” Güldü. “Sen çok uyanıksın.” “Yok be, garibanın tekiyim.” Güldü: “Ben gidiyorum” dedi, “Biri gelirse kaçıp saklanın, yakalanırsanız sakın beni ele vermeyin.” Kamyonetin yanından ayrılırken sırt çantasını, (özel eşyaları var) ve küçük baltayı almıştı. Sırt çantasını açıp el fenerini çıkardı, iri bıçağı alıp beline koydu. Sırt çantasını sırtına taktı, bir elinde balta vardı, dedi ki: “Domates bulamazsam eve girerim, biri yakalarsa baltayı indiririm. Yiyeceklerle gelirim yanınıza. Hiç merak etmeyin cezaevi firarileri. Filmlerde böyle olmaz mı?” Güldü. “Kemal abi, sakın! Sakın bir geri zekalılık yapmayım deme” dedi Halit. “Korku filmlerindeki gibi sıcak bir hava. Güzel çığlık atacak bir kız yok mu? Korku filmi müziği yapın çocuklar. İşi İyice gerilimli hale getirsek güzel olur.” Güldü deli deli ve uzaklaşacaktı, dedi ki: “Şeyi merak ettim: Adam tek mi yaşar?” “Hayır, sekiz çocuğu var” dedi Halit.” “Deme.” “Yok” dedi Osman, “tek yaşar.” “Köpeği var mı?” “Yok.” “Var oğlum, bir kangal aldı diye duydum” dedi Halit. “Kangal hiç sevmez o, yok abi köpeği. Git sen.” “Var mı, yok mu?” Osman: “Yok.” Halit: “Var.” Halit şöyle dedi: “Yoktur umarım.” Osman ekledi: “Varsa bile tüylü minik bir şeydir. Fino cinsi.” Yarım saat kadar bir süre geçmişti, ikili çok büyük bir endişeyle bekliyordu Kemal’i. Konuşup durdular can sıkıntılarını, gergin bekleyişi atlatmak için. Sonra Kemal’in gittiği yönden köpek sesleri geldi. Çok geçmedi, ayak sesi, çıtırtılar gelmeye başladı. İkili sus pus olup saklandı. Kemal ses verdi: “Sevimli kertenkeleler, nereye gittiniz?” El fenerini çevreye tutuyordu. “Kapat şunu!” dedi Osman, “biri burada olduğumuzu fark edecek.” Saklandıkları yerden çıkıp ona yaklaştılar. Çöktüler oraya yan yana. Kemal, elindeki iki tavuğu yere attı, el fenerini tavuklara tuttu: “Bakın çocuklar. Size yemek getirdim!” “Kemal abi hamile gibi görünüyorsun?” dedi Halit gülerek. “He, orada adamın karsıyla denk geldim, yıldırım aşkı oldu, kızıştık, samanlığa girdik, işi bitirdik ve samanlıktan çıkarken bir de baktım hamile kalmışım.” Kemal koynundakileri döktü, domates, biber ve iri sarı armutlar saçıldı yere. Halit tavuklardan birini elime alıp dedi ki: “Ayağına bilezik kaybolursa diye koyuldu, üstünde telefon numarası var. Eyvahlar olsun! Şimdi kazığa oturduk!” dedi Halit, “Kezban ve Jale bu. Filmdeki hizmetçi kız Kezban ve ev sahibi zengin marjinal kadın Jale.” “Ne saçmalıyorsun be sen?!” dedi Kemal, “Tavuk bunlar tavuk. Kör müsün?!” “İbrahim amcanın evladından çok sevdiği, hatta kat be kat üstün tuttuğu ithal süs tavukları bunlar. Çok sevdiği dizi filmdeki karakterlerin adlarını onlara verdi ve sen onları katlettin! Başımız gerçekten belada şimdi.” Ağlamaklı demişti. “Şunu baştan diyeydin ya dünya zeka şampiyonu! Katletmedim. Bahçenin kenarındaydı, tilki birini alıp götürüyordu, tavuğu ağzında görünce koştum peşinden, kaçayım derken panik yapıp düşürdü tavuğu, gidip baktım, tavuk yeni ölmüş, sıcaktı. Ve orada bir tane daha gördüm. Her neyse. Bir ateş yakalım ve yiyelim bunları.” “Köpek sesleri duyduk, sana saldırdı diye çok korktuk” dedi Osman. “Evet, köpek yok dediniz; ama bir fino vardı ve bir kangal köpeği.” “Yapma ya” dedi Halit. “Neyse ki tilkinin peşindeydiler. İkinci tilkinin. Sizin verdiğiniz yanlış bilgi yüzünden nerdeyse kıçı kaptıracaktım. Dikkatliydim ve tilkinin peşinden koşmaya başladılar, bu sayede domates toplayabildim. Sonra bastım. Kayboldum. Zor buldum yolu. Ondan uzun sürdü gelmem. Tamam, odun toplayıp ateş yakın, protez bacağım ağrıdı, sırt üstü uzanmam lazım.” “Ateş yakarsak bizi görürler” dedi Osman. “Bu saatte kim olur buralarda, geçin o korkuyu çocuklar.” “En azından buradan uzaklaşalım, İbrahim amca biz karnımızı doyururken tüfekle baskın yapmasın.” Çantaları orada bıraktılar. Toparlandılar ve ormanın kuytu bölgesine ilerlemeye başladılar. “İlerde bir göl olacaktı, ormanın en gizli kalmış yerinde. Oraya gidelim” dedi Osman. Bastılar, Osman eline el fenerini almıştı. Bir saat kadar ilerlediler, sıcaktı orman ve yol aldıkça daha sıcaklaşıyordu hava, yoğun ağaç ve bitki örtüsü burayı adeta gizli bir vahaya çevirmişti. Sonunda geldiler küçük gölün oraya. Küçük bir çocuk havuzu gibiydi göl. Kemal uzandı. “Öldüm bittim anacım.” dedi, kendi kendine konuşmaya başladı: “Anamın babamın duasını aldım. Bana kötü bir şey olmaz. Param olsun köye gidip onları göreceğim, hediyelerle.” Bu sırada Halit, ateş yakmak için odun toplarken, Osman tavukları temizlemeye başladı. Ateş çatırdamaya başladı. Osman öfkelenmişti: “Birader kafayı mı yedin, nedir?!” “Neyin var senin?” “Mars’tan görünecek kadar bu denli hayvan gibi büyük ateş yakmanın alemi nedir, herkesi başımıza toplayacaksın.” Ateşin dağıttı, küçük bir kısmını canlı bıraktı. Kemal güldü. Osman ayıkladığı tavukları gölde yıkayıp çubuğa geçirip ateş üstüne koydu. Az sonra tavuk cızırdamaya ve tatlı kokusunu yaymaya başlamıştı, duman çıkıyordu. Osman pişirmekle uğraşırken diğerleri aç ve sessiz gözlerle onu seyrediyordu zevkle. Osman bir kısım eti de parçalayıp közün üstüne koydu. Baş döndüren güzel bir kokuydu, yağı akıyordu tavukların. Halit dedi ki: “İbrahim amca bu tavuklar yüzünden karısıyla kötü oldu, yaşlı kadın bastı gitti baba evine, tavuklar 30 taneydi. Hastalık vurdu, hepsi öldü, kaldı 2 tane. Ayşe teyze tavukların geberip gitmesini isterdi ve dilediği oldu, bak o bakımdan iyi oldu. İbrahim amca yalvardı yakardı, kadın dönüp geldi yanına. İhtiyarın hayallerini, aşkını yiyeceğiz.” Kemal ve Osman gülmeye başladı. Osman dedi ki: “Kemal abi, bir tadına bak bakalım, pişti mi?” Uzattı tavuktan bir parça çubukla. Kemal parçayı ağzı yanarak hızla yedi. “Lokum gibi güzel!” dedi. Halit’in de canı çekti: “Biraz da bana ver.” Osman, bir parça da ona uzattı: Halit sıcak et parçasını yedi, parmak uçlarını yaladı: “Mükemmelmiş! Ama İbrahim amcanın elini yermiş gibi hissettim. Kırış kırış yüzünü. Diğerleri güldü. Kemal dedi ki: Şu domatesleri bölüp közün üstüne koy, pişsin, biberleri de koy, çok güzel olur tavukla. Osman denileni yaptı ve tavuktan bir parça koparıp yedi: “Ömrümde böyle lezzetli tavuk yemedim!” dedi. “Durun” dedi Kemal, çantamda tuzluk ve kırmızı pul biber olacaktı, hep yanımda taşırım. Yolda izde bir şey yediğimde lazım olur. Çantadan tuzluğu ve kırmızı pul biberi çıkardı. Tavuklar pişmişti. Tuz ve kırmızı pul biberle tavuğun lezzeti büyülü hale geldi. Kemal dedi ki: “Çocuklar tavuk çiftliği kurmaya ne dersiniz?” “Güzel iş” dedi Halit. “Sermaye lazım” dedi Osman. Domates ve biberden yediler, zevkle kendilerinden geçiyorlardı, yavaş yiyorlardı ve bitsin istemiyorlardı. “Domates bambaşka çocuklar” dedi Kemal, göze çok faydalıdır. Biberin lezzeti öldürdü. Bizim köyde tepede bir tavuk çiftliği vardı, çiftlik dediğim 2 katlı kaba keresteden ev gibi bir yer. Ufak bir yerdi, adam yıllarca tavuk baktı orada, evin yanından geçerken gıdaklama sesi cayır cayır olurdu, ölen tavukları arka tarafa rastgele atarlardı. Tavuklar hep kapalıydı herhalde. İşte o zamanlar böyle bir tavuk çiftliği kurma hayalim vardı. Karınları doymuştu, tavuktan yine kalmıştı. Onu da sabah yiyeceklerdi. Kemal, ateşin yanında yan yatmış, bir elini yastık yapmıştı başına: “Karnımız tok, ateşimiz var, daha ne isteyebiliriz, burada güvendeyiz, çok güzel bir gece geçirdik çocuklar, size her şey için çok teşekkür ederim, dilerim bu dostluk sonsuza dek sürer. Çok heyecanlı bir geceydi, böyle bir serüven hiç yaşamamıştım.” Halit ve Osman ateşin diğer tarafında yan yana uzanmışlardı. Gece orman soğuktu, arkaları üşüyordu ama ön tarafları iyice ısınmış, kedi gibi mayışıp gevşemişlerdi. Halit ve Osman uyur gibiydi, bir kulakları ondaydı. Çünkü Kemal’in sohbeti onlara tatlı gelmişti. Kemal kalkıp ateşe odun attı, bağdaş kurup oturdu, uykusu kaçmıştı konuşmaktan: “Çocuklar çok gençsiniz, ne güzel bir zamandır, deli dolu, güçlü ve çevik. Ama yıllar çok çabuk akıp geçer ve olursunuz 45 yaşında. Ah, sizin zamanlarınıza bir dönebilsem, saçlar beyazlamış, dökülmüş. Bir ayak protez. Bu anları tadını iyi çıkarın; çünkü asla geri gelmeyecek anlar bunlar.” Bir an sustu ve ateşe dikti gözlerini. “Aklıma bir görüntü geldi” dedi, “şehirde dolanırken bir kadın gördüm, caddenin birinde sergi açmıştı kaldırıma, yumurta ve benzeri köy ürünleri satıyordu. Kadının köylü olduğu belliydi kıyafetinden. 12, 13 yaşında bir çocuk vardı, kadının oğlu olduğu belliydi. Sarışın, iri mavi gözleri olan bir çocuktu, kadın telaşla ona bir şeyler anlatıyor, çocuk gülümseyerek bir şeyler diyor, kadın sergiyi düzenliyordu arada. Canımı aldı bu görüntü bir anda, çok sevdim. Belli ki zor geçiniyorlar ve yetiştirdikleri ürünleri burada satışa çıkarıp ek gelir elde etmeye çalışıyordu, birisiniz, pazarlarda kar, kış, yağmur, çamur, ayaz demeden ürün satan yaşlı kadınlar vardır… Gidip kadından bir şeyler almak istedim, oğlu ve annesi ve bu saf dişi mücadele çok hoşuma gitmişti. Ama param yoktu. Cebimi yine yokladım belli üç beş yumurta alacak para çıkar diye. Buldum. Baktım saydım para yetiyordu. Sergiye yaklaşıyordum. Tavukları kesip parçalamış, pişirmeye tam hazır hale getirmişti kadın, 5, 6 tavuk vardı. O tavuğun büyümesi aylar sürer, teki kaç lira eder acaba dedim, harcanan emeği karşılar mı, sanmam. Ama büyük bir mücadele veriyor, ailesi için, tarlada o marulları lahanaları yetiştirmek kolay değildir, o yeşil soğanları. Gecesini gündüzüne katıp canla başla çalışıyor. Beş yumurta aldım kadından.” Kemal sustu, uzun bir sessizlik oldu, Kemal uzandı, protez bacağını çıkardı, öptü, gözlerinden yaşlar düştü. Osman soracaktı. Neden diye. Soramadı. Çok duygulandı ve gözlerinden yaşlar düştü, Halit de duygulanmıştı. Kemal, uykuya daldı ve diğerleri de kendilerini uykuya bıraktı. Gün doğarken uyandı Kemal, gençleri uyandırdı, çantaları bıraktıkları yere, oradan da kamyoneti yanına gittiler. O gece sığır hırsızları iş esnasında yakalanmış ve jandarmaya teslim edilmişti, 18 yaşında iki genç ve 45 yaşında bir adam. Kemal, birkaç gün sonra köyün dışındaki birçok mağarayı gezi ama yarasa gübresi ya da değerli maden bulamadı. Kasabaya indi. Bir iş teklifi aldı, inşaat malzemeleri satan iş yeri sahibinden, ve Osman ve Halit’in de oraya girmesini sağladı bir gün sonra. Bir hafta orada çalıştıktan sonra pazarcılığa döndü, Halit’i de yanına aldı. Osman inşaat malzemeleri satan iş yerinde kalmayı tercih etmişti. Osman geçmişin derinliğinden sıyrılıp çıktı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |