En tatlı sevinçler, en hiddetli kederler sevgidedir. -Pearl Bailey |
|
||||||||||
|
Bir kadının yaşı ilerlemişse, artık işlerin hiç düzelmeyeceğini anlamışsa ya da anlamazdan gelmeye çalışıyorsa, ‘yine de bir umut vardır’a sığınmaya çalışıyorsa, birçok hayal kırıklığı biriktirmişse, anne de olamamışsa; bir şeye, bir varlığa sığınmak ister, kızı gibi göreceği bir varlığa… ve o kızı bulduğunsa akıl almaz bir dürtüyle, onu milyon kez doğurmuş gibi, onu doğurmak için yaşamın en güçlü şeytanlarıyla ve engelleriyle bir arenada savaşmışcasına o kızı sahiplenir, bağrına basar. O kutsal alfa ışığı, o mercek, o sihirli şeffaflıktan bakar adeta evrenin en karanlık yüzünü görür gibi, aydınlatır gibi heveslerle, tutkuyla… bu tutku birike birike dağlar olan hayal kırıklıklarını eritmeye başlar, annelik oyunu böyledir, bu akıl almaz içgüdü, kadının canı sıkan şeylerin ve başındaki belaların önemi yoktur, onu yaşatan bir aşkı, bağlantısı vardır hayatla, kozmik bir bağlantı. Ve bu genç kıza bakarken kendi genç kızlığını hatırlar, karşısındaki genç kızla öyle bağlantı kurar ki… kendi kayıp, acılı, çok trajik, hep engellenmiş ve engelleri bütün mücadelesine rağmen aşamamış o harap gençliğinden gelen o kız, o parlak suratlı genç kız… günümüze gelmiştir ve bu ruh annelik oyunlarıyla benimsediği kişide erimiş, bütünleşmiştir. Kadın kayıp gençliğini temize geçmeye çalışır gibi, berbat şeyler çektiği zamanlar, yalnızlık acısı hissettiği zamanlar, rehbersizlik… yoldaş bulamamanın hayal kırıklığı, sığınacağı kimsenin olması, olanların da kalın kafalı olması, onu sömürmeye, kullanmaya ya da gençlik pırıltılarını söküp yerine zehir koymaya çalışmaları. Tamam, bu genç kızı buldu ya, onunla geçmişten gelen acılı genç kızı temize geçecek, yılar öncesinde gözyaşlarıyla kalan genç kızı, dualar edip edip karşılık bulamadığı halde duadan vazgeçmeyen, en önemlisi canını dişine katıp mücadeleden pes etmeyen, düşe kalka bir şekilde hayatta ilerlemeye çalışan genç kızlığı. Bir şekilde yolunu bulmuş, aşçı olarak çalıştığı bir çok yerde ezilmiş, parası eksik verilmiş, ( OKUDUĞUNUZ BU ROMANIN YAZARI O KIZI TRAMVAYDA GÖRDÜ, YALNIZ YAŞI 46 OLMUŞTU) YEDİNCİ BÖLÜM Gece olmuştu, gökyüzü yıldız kaynıyordu, araç dağa tırmanmıştı, serin hava üşütüyordu, araç ağaçların arasından çiftlik evine yaklaşıyordu Dolmuşta bütün yolcular uyuyordu, sadece karı koca uyanıktı. İdris camı aralamıştı, karısı sayıklar gibiydi. Açık camdan içeri dolan ağaç kokusunu içine çekti, içi açılmıştı, uykusu kaçtı. “Çok zıpır hareketler görmeye başladım sende İdris bey, neden böylesin? Neler oluyor?” “Düşünsel ve ruhsal bir süreçteyim.” “Bokunu çıkarıyorsun ama.” Gülümsedi: “Haklısın. Aşırı gittiğimin farkındayım. Ama şu var, hani sen diyordun ya ipe aptal tütün dizmeyi öğrendim, dedin ya, muhteşem, ben de öyle bir evredeyim, hayatımın en ilginç, muhteşem bir noktasındayım. Hayatımın en ilginç noktasındayım, hayatımın en muhteşem günleri… aşkınlık taşkınlık yapabilirim… tabi senin de hayatının en ilginç ve muhteşem günleri olmasını istiyorum lütfen arkamda ol. Bu büyük bir dönüşüm. Yıllar önce bir kazaya uğradı ve gerçekleşemedi. “Elbette” dedi bir eliyle onun elini tuttu uzatıp. Dolmuş virajlardan yol aldı. Karısı gözlerini kapatmıştı. Geldi dedi İdris, aracı çiftlik evinin önüne korkarak çekinerek çekti. Evi seyretti uzun saliseler boyunca, sigara yaktı, çok gergindi, kalbi başka türlü atıyordu, “bismillah” dedi araçtan indi. Korkarak utanarak sıkılarak suç işlemiş gibi…çevreye göz atıyordu. Uzun yıllardır görmediği…büyüdüğü çiftlik evine…ağaçlar aynı…daha da görkemli hale gelmişler. çocukluğunun geçtiği iki katlı çiftlik evine bakıyordu. Eve yaklaştı biraz ve pencerenin birine gözünü dikti. İkinci kattaki oda…büyüğünü oda…o odadan yazı, kışı…bir sürü şeyi seyretmişti, sabah uyanmaları…sevinçler, üzüntüler ev içi kavgalar.. pırıl pırıl heyecanlar…ergenlik dönemi… ergenlik döneminin o sihirli ve vazgeçilmez ve mükemmel saflığı, yaşama hevesi, engelleri aşma, bir şeyleri başarabilme dürtüsü, yaşamda var olma ateşi, kanda delice dolanan, aşk dürtüsü, sevmek ve sevişmek…annesiyle en kavgalı olduğu dönen… derken annesinin yüzü belirdi o pencerenin önünde, korktu, annesinin elinde bir iri bıçak, ekmek bıçağı, Hitchcock filmlerinden bir sahne gibi, çiftlik evi o filmlerdeki evleri andırıyordu, eli bıçak tutan anne senle hesaplaşacağız oğlum diyordu, İdris ise “Bana mektup atıp yalvarmasan buraya asla gelmezdim anne, her neyse, umarım bu buluşma iyi olur. “ Bir kavga patlak verirse… eğer…kendisini tutamazsa…annesini bokun içine tıkar ya da atar gibi sayar durursa…burayı acilen terk etmek zorunda kalırdı, her şeye hazırlıklıydı, o taş yürekli annesi alttan alacak cinsten biri değildi. Belki de eline bir bıçak alıp saldırırdı Alfred Hitchcock filmlerindeki gibi. Bunamıştı belki de. O demir kadın neden onu buraya çağırdı ki. “Aklını yitirmiş olmalı. Ya da bunamıştır. He yapsam onu görünce, ne yapacağım, hemen gidip elini öpsem? Yooo, beni evden kovan kendisi.” Sonra şöyle düşündü; “koy verme kendini, kendini ağırda sat, sana yaptığı o şeyler var, özür dilemeli, evet, özür dilemeli.” Tekrar kötü şeyler yaşamak, kapışmak istemiyordu annesiyle ilgili. Burhanın dediklerini hatırladı. Eski o kavgacı ergen genç, beyaz elbiseli genç, gururlu ve yılansı kibirli genç içinde dirilir gibi oldu ve yere düştü, eriyip kaybolup gitti benliğinde. Tekrar o pencereye baktı, o odada çoktan unuttuğu ne çok anısı vardı, peş peşe gözünde canlanıyorlardı, onlardan en mühimi, yağmurlu bir gündü ve annesi eve erken gel demişti, ergenlik dönemiydi ve annesiyle kavga edip duruyor, söz dinlemiyordu. Annesinin yatak odasının ışığı kapalıydı, eve geçecekti, kendi odasında bir gölge gördü, bu gölgenin elinde iri bir bıçak vardı, bu gölge annesine benziyordu. “Annem kafayı sıyırmış olmalı” diye düşündü, ben oğlunum, beni öldüremezsin ki anne. Eve girdi. Özür dileyecekti. Bir ayak sesi duydu, bir gölge gördü, bıçak parıltısı, annesi bıçakla onu kovalıyordu, korkudan fırıldak kesilmişti, odasına koştu merdivenleri tırmanıp bir erkek sesi duydu, annenin sözünü dinle evlat. Kapıyı açtı, annesinin elbiselerini giymiş o adamı gördü. Adamı odasına aldı. İçmişsin…çiftlik evini çalışanı adam ona öğüt vermeye başladı. İdris ağaçların arasından ilerledi, kahyanın tadilat halindeki küçük ahşap evinin ışığı yanıyordu, İdris, aracın yanına gidip kornaya bastı. Az sonra aceleyle Kadir hızlı adımlarla kopup geldi. Yaşlı ama çevik adam İdris’i görünce çok şaşırdı, karanlıktaki ona yaklaşan gölgenin yürüyüşünden İdris onu tanımıştı, onu canı gibi severdi, onu büyütenler arasındaki en önemli kişiydi kadir, çiftliğin her türlü işine bakardı, “İdris, sen misin?” “Evet Kadir amca.” İkisinin de içine bir başka sıcaklık, yayılmıştı. “Yolunu mu şaşırdın?” dedi Kadir. Güldü, hay aslanım!” Kucaklaştılar. Yılların acı hasreti paramparça oldu bir anda, yaşlı adam ağladı, sohbet devam ediyordu, ikisinin de içine bir coşku, muazzam bir ferahlık yayılmıştı. “Ailem” dedi, geride, aracın yanında ayakta bekleşenleri işaret etti. Kadir inanamadı kulaklarına, İdris gibi asi biri…bir zamanlar…yıllar sonra…aile kurmuş…başkaldırıyı tarzı haline getirmiş o genç…hayret ediyordu. Kadir kurt gibi ilerledi o tarafa, gelenlere hoş geldin deyip bütün yüreğiyle konuşup onları bağrına bastığını belirtti. Kadir çiftlik evine fırladı, aşçı nezaket ve hizmetçi kız Zarife’yi alıp geldi. Misafirler içeri geçti, Nezaket onlara kalacakları odaları gösteriyordu, Nezaket, evin hanımı Hayriye’yle görüşüp aşağı kata indi, kadirle görüştü. Kadir İdris’le bahçede sigara içiyordu. “Annen hap içtiği için uykulu, gelecek durumda değilmiş. Gelmene hiç sevinmemiş, bana bir güzel odun hazırla, onu pataklamadan içim rahat etmeyecek dedi. Aynen böyle dedi, olur mu hanımım dedim, yapmayın, uzun yoldan gelmiş dedim, sen dediğimi de, karışma işime diye bağırdı bana, bence büyük bir kavga çıkmadan git, onu sakinleştireyim öyle gelirsin.” İdris’in gözleri önüne düştü. “Şaka yaptım be! Hemen inandın, gelmene çok sevinmiş.” Kadir, evin hizmetçisi ve aşçı nezaket bavulları içeri taşıdı. İdris Kadir’le mutfakta soğuk ayran içerek sohbet ediyordu, Nezaket ise yemek ısıtıyordu. İdris tuvalete gitti. Dönüşte annesiyle karşılaştı. “Ne o anne, bembeyaz kesindin, hayalet görmüş gibisin?” Güldü. “Yüzüme krem sürdüm, eşek herif.” Kollarını açtı. Birbirlerine sarıldılar. “Çok uykum var, sarhoş gibiyim, ilaçlardan. Seni bir göreyim dedim içim rahat etmedi. Gelmekle çok iyi yaptın. Sabah görüşürüz.” Ses tonu soğuktu, diplomatikti. Her zamanki gibi. Kızınca çocuğunun kıçına şaplak atan bir kadın asla olmamıştı. Sadece gerek hissettiğinde sert bakardı çelik gibi. Sarılma işini korkarak yapmıştı, hiç sarılmazdı annesi. Bir sahtekarlık vardı bu sarılmada sanki, hiç sarılmazdı ki annesi, bir sıkıntı, robotsu bir sarılmaydı sanki, çok kısa sürmüştü ve İdris içinden geldiği gibi hareket etmek için davrandı, diz çöktü hemen, ayrılmak üzere olan annesinin önünde, bir elini öptü. Bu köpek gibi yakarış, kedi gibi sırnaşma gururlu ve ciddi bir kadın olan Hayriye’nin pek hoşuna gitmişti ve beton gibi asi oğlu gülünç gelmişti gözüne. Adam olmuştu demek, diz çöktüğüne göre? bilemiyordu ama hareketi yüreğine geçmişti, ve sevecenlikle şöyle dedi: “Seni at kafa, sonunda geldin demek.” Oğlunun başını okşadı. İdris, esir gibi, suç işlemiş lanet olası bir köle gibi köpek gibi bir süre öyle kaldı. Milyonlarca kitabın anlattığını basit içten bir hareket anlatır, söze gerek bile kalmaz. Ayakları tuttu, öptü, kadın da baş okşadı. “Yeter, tamam” dedi, kadın, İdris çekildi kenara hizmetçi gibi. Kadın usul adımlarla ilerlerdi, merdivenlere yöneldi. loş ışıkta. Ertesi gündü, sabah erkenden kuş gibi uyanmıştı İdris, kendini çok hafiflemiş hissediyordu, annesinin odasına çıktı, kapıyı tıklattı, içeri girmek için izin istedi, babasıyla görüşmeyi çok istiyordu, uyuyor dedi annesi, hortladın mı…o sırada Lütfü uyandı, bir gözünü açıp oğluna baktı, birden uzattı ellerini, yatağın kenarına oturan İdris’in bir elini tuttu, gülüşmeler oldu, yaşlı adam garip sesler çıkardı, sağ elini yumruk yaptı, bu bir oyundu, İdris küçükken babasının yumruk biçimine soktuğu tek eli iki eliyle açmaya çalışırdı. Şakalar kahkahalar eridi odada, sonra ciddi ve derin bir konuşma başladı aralarında. Daha çok eski günlere yönelik. Çiftlik evinde olan güzel anılara yönelik. Aile bahçede, sergi salonu gibi büyük ağaçların altına kurulu ağaç masada kahvaltı yaptı. Ailenin çiftlik evi sakinleriyle kaynaşması katlanarak büyüdü çığ gibi. İdris’in kayıp noktası açığa çıkmış, bambaşka, değerli ve tadılmamış duygularını açığa çıkarmıştı. Karısının annesi ve babası yoktu, şimdi bir babası ve annesi olmuştu, Hayriye ve kocasının renkli ve fantastik resimlerle sürü bir sörf tahtası gibi iki torunu karşılarındaydı. Ve İdris canı gibi sevdiği bu yerle, küstüğü ve koptuğu bu yerle bir barış anlaşması imzalamanın huzurunu yaşıyordu. İdris ailesine buraları gezdirmek istiyordu, bu sırada Hasan geldi, çiftlik işçilerinden biri, çok soylu bir at geldi, simsiyah, sizi onun üstünde görmek isterim diyordu, İdris hasanla atlar üstüne sohbeti koyulaştırdı. Hasan şöyle dedi: Abim, sabahın erken saatlerinde senin oğlanla tanıştım, güzel bir çocuk yetiştirmişsiniz, efendim.” Fısıltıyla: “Cahil çocuktur, ona abilik edip bir şeyler öğretirsen sevinirim.” “Ne demek, tabi ki. Sanırım senin çocukla kafalarımız birbirine uydu.” “Zora gelmeyi sevmez. Onu katır gibi çalıştırmak isterim. Bunu yapabilir misin?” Gülmesini tutarak; “denerim. Eğlence olmalı işin içinde. İnsan zor şeyleri böylece sever.” Sonra Hasan işi olduğu için ayrıldı sofradan. İdris keyif çayı içiyordu sofrada, hizmetçi zarife sofrayı topluyordu nezaketle. Hayriye ve kocası Lütfü sohbet ediyordu nimetle. Nur, Ayla da oradaydı. İdris gidip şu güzel ata binelim çocuklar dedi ve ailesini alıp çiftliğin arka tarafına gittiler. Dair biçimli çitin içinde at yoktu, Hasan çite yaslanmış sigara içiyor, uzaklara bakıyordu, konuşma seslerini duyup arkasına baktı, sigarayı yere atıp ayakkabısıyla ezip söndürdü. “At nerde dostum?” dedi İdris. Siz gelmeden az önce bastı gitti, tam alışmadı buraya. Kızdım ona. Anladı. Atlar çok hislidir. Küstü bana, çayırda dolanıyordur.” “Biz de ata binelim dedik ama.” “Bir eşek ayarlamam lazım” dedi gitti… İdris, çocukluk anılarını hatırladı. Eşeğe çok binmişliği vardı. İdris’in bahçeden uzaklaşırken manzaraya, sofraya eve geriden baktı, gözleri oğlunun aradı. Kahvaltıdan beri yoktu Taner, bu sırada kahya Kadir yanaştı. Ona oğlunu sordu. “Bir ara buradaydı, nereye kayboldu bilemiyorum. Buralardadır” dedi Kadir, “bizim sohbetimizi anlamaz gençler, yaşlıların sohbeti sıkar onları, kendi başlarına takılıp keşfetsinler burayı.” “Tehlikeli şeyler olabilir.” “Hangi bakımdan; anlamadım?” İdris düşüncelere daldı. Taner sofrayı kaldıran Zarife’ye öyle pis bakmıştı ki, üstüne atlayacak gibi. “Düşer bir hendeğe, ne bileyim, köy yeri burası. Başına bir şey gelir diye endişelendim” Diye yalan atıyordu. “Yok canım; endişelenme. Senin aslan gibi oğlun var bakar çaresine.” İdris, çevresine bakındı, ben bir lavaboya gidip geleyim diye yalan alttı, çiftlik evine geçti. Ev işlerini yapan, ve aşçı Nezaket’e yardım eden Zarife’yi arıyordu evde. Zarife’yi göremedi. Mutfakta nezaketle karşılaştı: “Nezaket hanım benim oğlanı gördünüz mü?” “Zarife çıktığından az sonra o da çıktı. Şu tarafa gitti.” Mutfak camından yolu gösterdi. “Evin arkasına bak. Hasan’dan söz etmişti bana. Hasan’ı sevdi. İdris, korkunç bir hisle evden çıktı, bu azgın köpek kıza bir şey yaparsa… Zarife, çamaşır sepetiyle eve yaklaşıyordu, çamaşır asmıştı. “Benim oğlanı gördün mü, kızım?” dedi. “İlerde” dedi, “salıncakta…” Eliyle işaret etti. “Al şu yapışkanı yakamdan” diyecekti, şakayla karışık, son anda caymıştı, Taner’den hoşlanmıştı, saçından, ses tonundan, mavi bakışından, kokusundan, o kendine güvenen, rahat şehirli atmosferinden. Taner, buna bir sürü laf söylemişti kendini sevdirmeye çabalayarak, “sohbet edelim,” şehirde böyle, şudur budur, kız çamaşır asıp durmuş, Taner kızın aklını çelmek için arı gibi vızıldamış, genç kız güleceği geldiğinde kendini sıkıp içine atmış, onun yüzüne bile bakmamıştı, ayağa dolanan pes etmez aç bir kedi gibiydi Taner, “çekil be işim var” demişti, seleden çamaşırı alıp silkeleyip ağzına iki mandal koydu. Sonunda pes etmişti, “kafanı ütüledim, kusura bakma. Beni tanıyınca çok seveceksin. Umarım o güzel gözlerin tek bana öyle bakıyordur. Issız ve soğuk bir gecedeki bir sokak lambası gibi. Bir patikadaki….” Bu son cümle çok hoşuna gitmişti Zarife’nin. Bu cümleyi düşünüp düşünüp duruyordu. Ama onun arsız ve güvenilmez olduğunu sezip çıt çıkarmamıştı, Zarife üzülmek, yıkılmak istemiyordu, çünkü yıkılırsa çok kötü şeyler yapardı, ona ya da bu çiftlik evini yakardı mesela. Gönül meselesinde kırılmak…her şeye katlanır da buna katlanamazdı. Bu şehirli piçin onu kandırma çabaları… Ona şöyle diyecekti; “gözü açılmamış, saf ve güzel bir Zarife bulursan üstüne atla. Ama ben o değilim. Uza çekil git başımdan seni Hayriye hanıma şikayet ederim bak!” Bir an nerdeyse böyle diyecekti. Ama komikti de bu sefil. Ondan kızgınlığı çabuk geçip gitmiş, katlanmıştı ona. İpe çamaşır asma süresince. Taner, ele avuca sığmaz maceralı sokak köpeğinin tekiydi, mutlaka bir hata, suç yapardı istemeden. İdris’e göre, misafirliğe gittikleri evdeki kadının bacak arasını görmek için neler yapmıştı, 7 yaşındaydı o zamanlar. 20 DAKİKA ÖNCE Taner, sofradan kalktıktan sonra Zarife’nin peşine düşmüştü, ondan umut kesince, yani onun aklını çelip onunla buradan uzakta baş başa, diz dize nefes nefese çok samimi sohbet etme (bir tür ilk aşk heyecanı gibi) imkanı olmadığını anlayınca çiftlik evinden uzaklaşmış, çevrede keşfe çıkmayı düşünmüş, bu sırada, çitlik evinin toprak yolunun başında uzun bir adamla karşılamıştı, 30 yaşlarında. Sıcakta beyaz atlet üstüne siyah takım elbise giyen adam garibine gitmişti. Solgun eski püskü ayakkabıların topuklarına basıyor. Nihat, çiftlik çalışanı Hasan’ın can ciğer dostuydu, orada dudağında yeşil bir otla hayaller kurarak Hasan’ın gelmesini bekliyordu, Hasan, ona; “beni bekle” demişti. Bu garip giyimli adamın yanından geçerken ona selam verip vermemeyi düşünürken Taner… “Misafirsin galiba?” dedi Nihat. Aralarındaki sohbet böyle başladı. Nihat, hoş sohbet, matrak biriydi, Taner, böylece onunla aktı. Yolda ilerliyorlardı sohbet ederek. “Burası gözüme çok sıkıcı göründü bir şeyler, heyecanlı bir şeyler yapmak lazım, tahrik eden şeyleri severim.” dedi Taner. Nihat güldü bilgece; “orası hiç öyle değil aslında. Önemli olan içinde ne taşıdığın. İçinde bir coşku, neşe, yaşama tutkusu varsa ıssız bir tarlada geceleyin meditasyon yapar gibi saatler geçirirsin yıldızlara bakarak. “Yıldızları severim. Ama uzaktalar ve ben küçük bir kız değilim, onlara bakıp dalıp düşler kuran, bir halta yaramıyorlar bence.” Nihat güldü, coşkulu, bu asi lafları çekinmeden söyleyen gençten hoşlanmıştı. Taner de sevinmişti bu genç adamın laflarını, “işte takılabileceğim biri” diye düşünmüş, içi ısınmıştı ona. “Buranın geceleri güzeldir. Gece yaşamayı sever misin?” “Tabi” dedi Taner, gece barlarda, yollarda kumsallarda dostlarıyla takıldığı geceler en mutlu geceleriydi. “Gece buluşalım.” “Neden?” “Yıldızları sayarız.” Taner, ona garip bakmıştı. Ya sana kötü şeyler yapmam; korkma. Hasan’a sor beni. Yıldızları en son ne zaman saydın?” “Ufak bir çocukken.” “Hadi gel benim mekana gidelim.” “Nerde?” “Yakında.” Asfalt yolda bir süre ilerlediler, sonra yolun bir tarafındaki patikada ilerlediler, ağaçlık bir alana geldiler, burada kayalık tepe bir bölge vardı, “işte orası” dedi Nihat. Orada bir mağara ilişti gözüne Taner’in. Endişeliydi, bu adam ona bir iş ederse, babasının sözü aklına geldi; “erkek milletine karşı çok dikkatli ol evlat, özellikle hiç tanımadıklarına, tanıdıkların bile seni sırtından bıçaklayabilir, bir suçu üstüne atabilir, ne olduğunu anlayamazsın, bir yalanla seni bir yere götürürler, aracı sen sür derler, sürersin, burada bekle derler, beklersin gece, koşarak içi çuvalla gelirler, ev soymuşlardır ya da banka, sonra, polis sirenleri. Bas gaza derler. İşin biter, belki de organlarını sökmek isteyen birileriyle dost olursun. Belki sapık biriyle, insanların içlerindekini bilemezsin evlat.” Mağaranın önüne geldiler, giriş çalı çırpıyla kapatılmıştı, Nihat onları kaldırdı. “Buyur” dedi. “Ya ne burası? Girmem ben!” Taner geri geri çekildi, kalçasına dokunarak, “kestaneyi çizdirmesem iyi olacak” diye düşündü sürat koşup kaçmaya hazırdı. Alt dudağını ısırdı, Nihat’a pis bir bakış attı. Nihat, güldü. “Ben önden gireyim öyleyse.” “Burada ne var ki, neden giriyoruz?” “Burası mekanım. Çok ilginç bir yerdir, kimseyi sokmam ama sen girebilirsin.” “Ne var içerde?” “Dostum endişelenme. İstemiyorsan girme. Ben içerden bazı şeyler alacağım. Bekle beni bir yere kaybolma.” Nihat, içeri tilki gibi girip bir poşetle çıktı, poşetten bir bira çıkardı, içmeye başladı. İçer misin?” “Yok; sağ ol.” “Yıllar önce buraya Cim Gorrison geldi. O büyük şarkıcı. Dünyaca ünlü.” “Hadi ya!” dedi ama afalladı, kim bu şarkıcı, Hiç duymamıştı, çıkaramadı. “Evet, geldi, cami inşaatında çalıştı.” “Neyse ne” dedi içinden, onu bozmamak için muhabbeti devam etti: “Hadi be! İnanılmaz!” “Ondan sonra Ferdi Merkür’ü de geldi.” Taner düşündü durdu, sinirlendi, patlayacaktı: “Öyle bir şarkıcı yok ki. Sonra anladı işin aslını. Güldü. “Adı yanlış söyledin ustam?” “Yok be.” Bir süre bu konuda tartıştılar ve Nihat ad soyadı yanlış söylediğini kabullendi. “O adam buraya gelmiş olamaz. Atma!” “Evet, geldi” dedi Nihat, bir ermiş hikayesi anlatır gibi, “o güne dair bir şeyler anlatıyordu, yere çöktü. Bu sırada Nihat uzaktan yaklaşan tehlikeye takıldı gözü; “aman beni görmesin” diyerek sıvıştı, mağaraya girdi. Taner, bakındı ama kimseyi göremedi, ağaçların arasından bir kadın çıktı. “Nerde o kalker kafa?” dedi. “Nihat, nereye kayboldun?” Bilmiyorum teyze. “Yalan atma” dedi elindeki odunu sallayarak. Girişirim sana bak!” Taner güldü. “Teyzeciğim lütfen beni bu işe karıştırma.” “Allah için de; çok fazla vurmam.” Taner bir gözünün ucuyla mağarayı işaret etti. Kadın mağaraya girdi. Taner de kadının peşinden girdi. İş çığırından çıkarsa müdahale etmek için. Kadın Nihat’a odunla girişmişti. Nihat ise kımıldamadan duruyor, sopayı onun elinden almaya çabalamıyordu bile, acıyla inliyor, yalvarıyordu, “yapma anacığım. Canını yediğim yetmedi mi, arada gülüyor, sonra inliyor, “ah, of’” diyor. Sonunda Nihat ağlamaya bağlayınca Taner duramadı, “e Allah için dur be teyzeciğim!” Kadının elinden sopayı aldı, kırıp attı kenara. Kartal bakışlı yaşlılığa merdiven dayayan kadın diz çöktü oğlunun yanında, nefes nefeseydi. Bir aralıktan içeri gün ışığı sızıyordu, ve bununla harmanlanan gölgeler…içinde ince bir toz bulutu… Mağaranın duvarlarında yerli yabancı kimi düşünür, filozof ve yarı çıplak güzel ama muazzam aptal şarkıcı ve oyuncuların fotoğrafları vardı gazete ve dergilerden kesilmiş. Araya meze gibi serpiştirmişti o yarı çıplakları. Çünkü bir ihbar bir şey olur, bu adam bilmem ne örgüt üyesi (devlet düşmanı) filan diye jandarma onu içeri alır diye yaka paça. Felsefeci ve düşünürler işin içinde oldu mu Türkiye’de mutlaka rahatsız olur birileri, düşünen adamları sevmezleri çünkü. Kendileri kalın kafalı oldukları için. Kavrayamadıkları için hayatın gerçeklerini, devletin ve hayatın işleyişini. vs. Arada yarı çıplaklar olunca araştırmaya ve soruşturmaya değmez vaka gibi görünmek istemişti. Amerika’nın kimi şehirlerine ait bilgisayar çıktısı resimler. Dağlar. Arizona. Teksas. Las Vegas. Bolca vestern film kahramanları. Klasiklerden. Kızılderililer, Gerenimo, kurtlar, geyikler, kara ayı başını şapka gibi giyen genç kız, Kızılderili şef ve kabilesi. Çilekeş, şalvarlı, başı örtülü köylü kadın çocuk gibi ağlayan diz çökmüş oğluna acıyarak ve nefretle baktı, Taner, hayretler içindeydi, o da diz çöktüğü yerde iki tarafı gözlemliyordu, o boylu poslu ve ağzı iyi laf yapan Nihat, görkemli adam, ağaç gibi adam kuzuya ya da kedi yavrusuna dönmüş, annesine zerre karşı koymamıştı, oysa Taner olsaydı öyle ağlayıp durmazdı kendini savunurdu, kaçardı; hatta karşı saldırı başlatırdı. Mağaranın duvarlarına derme çatma tutturulmuş resimleri parçalamaya başladı kadın “Ana yapma” diyordu Nihat, ağlıyordu o boylu poslu adam. Dil döküp duruyordu. Taner ona öyle acıdı ki. “Gardaş, şuna bir şey söylesene.” “Kraker kafa seni gidi, annenin işine karışma, bırak hırsını alsın.” Sırıttı. “Sersem! Kraker değil! Kalker! “O da nedir?” “Bir tür taş, mıcır yapılan taşın ana maddesi. Yollara serilen mıcır yani.” Taner kalkıp kadının yanına gidip bir omzuna dokundu; “teyze, dur dinlen, yapma lütfen, kendini harap etme” diye araya girdi Taner, "Kalanları bırak bari. Avunsun.” Kadın yorulmuştu sökmekten, çok fotoğraf vardı, bitmemişti ve kan ter içindeydi, durdu, yere çöktü. “Ben buna git çalış diyorum, böyle abuk subuk insanların fotoğraflarını bulup kilise gibi bir yer inşa ediyor.” Taner, gülecek gibiydi. “Ana ne zararı var ki? Hayal dünyası bu. Stres atma yeri. Dün çalıştım ya tarlada.” “Çalıştın ama erken gittin.” Kadın Taner’e dönük konuştu: “bir boka yarasa burada yaptıkların; yok!” Taner’e bakıp; “ben bunu evlendirmek istedim, kız ‘senin oğlun’ dedi, lafı tamamlayamadı, antika dedi. Ne demek istediğini anladım, senin oğlun deli demek istiyor. Ne demek istiyorsun dedim, boş ver anacığım dedi. Sen çok iyi bir kadınsın.” “Anne o kız para peşindeydi. Bırak şundan söz etmeyi!” “Orası öyle ama; sen de kızı ikna edemedin ki. Evin orada yaptı böyle bir mekan, köpek kulübesi gibi, dağıttım orayı, kızı oraya götürmüş, kız da fotoğrafları görünce ‘bu kafayı üşümüş’ diye düşündü, gelip bana anlattı, tarlada katır gibi çalışan, pes etmek nedir bilmez tosun gibi aygır gibi bir kızdı. Güçlü. Sebatkar. Yüz kiloluk çuvalı sırtlıyor. Bir de kıza bir hikaye anlatmış. Cim Gorrison diye biri Amerika’dan buraya gelmiş de, cami inşaatında çalışmış filan. Elin gavuru hristiyanı cami inşaatında neden çalışsın ki? Bir de bir kitap yazarından söz ediyor, fantaziler kuruyor, hayal dünyasında yaşıyor. İnek!” “Yok anne, ona şaka yapmaya çalıştım, gır gır geçiyordum, o deli olduğumu düşündü, matrak geçiyordum. Ben onu mekana neden götürdüm, çok fantezi bir hikaye anlattı bana, şu berduş dayısı hakkında, geçen sene dağda ayıyı alt ettiğini anlatı, dayısı ayıyla güreşir gibi kavga etmiş, ayıyı burnundan öpmüş, bir el hareketi yapmış, sadece bir el hareketi ve ayı o an kuzuya dönmüş, adam beş yaşındaki çocuğu tokatlar gibi tokatlamış ayıyı. ayı korkup kaçmış. Öyle detaylı anlatıyordu ki bu saçma saçma hikayeyi. Hatta ayıyı kuzuya çeviren hareketi çok yalvardığım için… başkasına göstermeyeceğine yemin ettirdi de bana gösterdi… neymiş dayının gizli ilim bilgisi varmış metafizik…Ben de malım; inandım, öyle davrandım. Yeme beni kızım demedim, senin cılız, kokuşmuş dayın yalan atmış diyecektim, seni akıllı bilirdim ama senin kadar avanak yoktur yeryüzünde; zoruna gider diye demedim. Uydurukçu dayına inanıyorsan benim uyduruklarıma da inanırsın anlamında, onunla dolaylı yolla dalga geçmek için onu mekana götürdüm.” “Ah bu benim kalker kafalı oğlum, bir gıdım zekası yoğun bakımdaki ezik, sefil oğlum, dandik, mal oğlum saçmalamasaydı.” “Anne bu kadar övgü yetmez mi?” “Espri mi yapıyorsun, sıçarım esprine bak!” Odunu salladı, sus kafanı patlarım! Oyarım seni!” “Kız gelip bana senin oğlunun bir tahtası eksik demiyor da, kibar kibar ‘senin evlat fazla ilginç’ dedi, anlamadım dedim, açık konuş, evin arkasında bir mekan yapmış kendine dedi. Seni severim Hasibe teyze ama bu iş olacak gibi görünmüyor dedi bana. Ah, o kızı alsaydı tarlada ne güzel çalıştırırdım onu, çalışmaya bayılan bir kız. Katır gibi “Tanker gibi kızdı ya!” Kadın, ağlamaya başladı. “Ya ben ne yapacağım bu deli oğlanla.” “Ya anne ben deli değilim ya. Kız beni reddettiği için çok üzüldüm, bunalıma girdim, bu mağarayı gördüm, dosyada vardı bu resimler, yapıştırdım. “Bilimsel araştırma dosyası mı, yüksek bilinç gelişim dosyası mı, ef bi ay dosyası mı, ebedi başarıya nasıl uğraşılır kişisel gelirim dosyası mı, ahiret dosyası mı ne amk. koyduğumun evladı!” Taner ve Nihat güldü. “Gideceğim buralardan ana, çalışacağım, çok para kazanacağım. Seni de gül gibi yaşatacağım.” Herkes sustu, Nihat sessizce ağlıyordu; “Zehra’yı ben de çok istemiştim, tam senin istediğin gibi bir kızdı, sen başka kızla anlaşamazdın zaten. Takma kafana anacığım. Birkaç gün sonra gideceğim buralardan.” “Ben ne yapacağım, abilerin gitti, bizi unuttu hayırsızlar! Güya para yollayacaklardı! Kalk yürü eve. Burayı da boş ver, kalk yürü gidelim eve; yemek yiyelim.” Nihat, kalktı. Topallıyordu. Annesinden yediği sopa bacağına gelmişti. “Sen önden git anne. Ben gelirim.” Kadın gitti. Nihat Taner’le bir süre sohbet etti ve ayaklandılar. “Taner, sen de gel yemek yiyek.” “Teşekkürler; aç değilim.” “Olsun gel. Çay içersin. Takılırız. Bizim evin orası çok güzeldir.” Yola çıktılar. “Buralardan gideceğim” dedi Nihat, “Amerika’ya gideceğim.” “Dil bilmen gerek.” “O orada öğrenilir; ama bak sana bir İngilizce şarkı söyleyeyim.” Şarkıyı öyle güzel okudu ki, Taner şaştı kaldı. “Amerika’ya nasıl gidilir bilgin var mı ki bence ütopik konuşuyorsun. Ütopyanın anlamını bile bilmezsin.” Nihat tlki gibi glümsedi: “Yakında bir köy var, bakkal şöyle yazmış, ‘ütopyama hoş geldiniz!’ Taner güldü. “Bakkalda yok yok. .. Sandığın kadar ütopik takılmıyorum. Taner, Amerika’ya nasıl gidilir çok çalıştım dersime.” Son dönemde Türkiye’den yurt dışına yerleşen kişi sayısı arttı,Tercih edilen rotalardan biri olan Meksika sınırından kaçak geçen binlerce Türk ABD’de ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalıyor. Ölüme giden zor şartların altını çizen bir Türk, “Alacağınız risklere değmez. Nehirde boğulabilirsiniz, uyuşturucu kartellerinin, insan kaçakçılarının eline düşebilirsiniz” diyor, cep telefonundan haberi açıp gösterdi: “Dünyanın dört bir yanından Meksika sınırını aşarak ABD’ye geçen sığınmacı sayısı giderek artıyor. Sınırı geçtikten sonra ABD’ye iltica başvurusunda bulunan sığınmacılar arasında binlerce Türk vatandaşı da var. Amerikan Gümrük ve Sınır Koruma Dairesi’nin son verilerine göre, Meksika sınırını aştıktan sonra ABD’ye iltica talebiyle gelen Türk sığınmacı sayısı, son 18 ayda 33 bin kişiye yükseldi. YAŞAM MÜCADELESİ Aralarında, doktor, hukukçu ve mühendis gibi çeşitli meslek dallarından Türklerin de bulunduğu sığınmacılar, Meksika sınırını geçtikten sonra sınır devriyeleri tarafından yakalanarak sadece sığınmacıların bulunduğu Arizona ve Teksas’taki hapishanelere gönderiliyor. Burada yasal işlemleri tamamlanan sığınmacılar, mahkemeye çıkarıldıktan sonra en erken bir haftada bazen de aylar sonra serbest bırakılıyor ya da ülkesine geri gönderilebiliyor. Aralarında Türklerin da bulunduğu sığınmacıların bazıları Arizona ve Texsas’tan otobüslerle New York’a gönderiliyor. New York Belediyesi, kente gelen sığınmacıların gıda ve barınma ihtiyaçlarını karşılıyor. Sayıları yüz bin kişiyi aşan sığınmacılar, başta evsiz barınakları olmak üzere farklı yerlerde çok zor şartlarda yaşam mücadelesi veriyor. New York’taki sığınmacılar, yaşadıkları zor şartlar nedeniyle farklı travmalar yaşarken, bazıları intihar ediyor, bazıları ise aşırı dozda uyuşturucu nedeniyle yaşamını yitiriyor. NEW YORK’TA ÖLEN İLK TÜRK SIĞINMACI New York’taki Türk sığınmacılar arasında ilk can kaybı geçtiğimiz hafta içinde yaşandı. Meksika sınırını geçtikten sonra 4 ay önce ABD’ye gelen, bir süre hapiste kaldıktan sonra New York’a gönderilen ve belediyenin evsiz barınaklarından birinde yaşayan Türk sığınmacı Abdülhekim Eşiyok yaşamını yitirdi. Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesinden ABD’ye giden Eşiyok, alkollü sürücünün yaptığı kazaya kurban gitti. Eşiyok’un cenazesi, düzenlenen yardım kampanyası sayesinde Türkiye’ye gönderildi. ‘ASLA BU YOLLA GELMEYİ DÜŞÜNMEYİN’ ABD hükümetine bağlı ABD Vaiz Gücü’nden bağımsız imam Ahmet Dönmez, VOA Türkçe’ye, ’’Son bir yılda yaklaşık 600 kadar sığınmacı Türk’ü, ben belediyenin barınma evlerine yerleştirdim. Bunların arasında 40-50 kadar aile de var. 2-3 çocuklarıyla kaçıp gelmişler. Birkaç yüzde tek başlarına gelenler. Bunların hepsini sığınma yerlerine ben yerleştirdim. Bunların dışında başkalarının da yerleştirdiği Türk sığınmacılar var. New York’ta çok zor şartlarda, dramatik şekilde yaşamak zorunda olan binlerce Türk sığınmacı var’’ ifadelerini kullandı. Dönmez, Türkiye’den yola çıkıp Meksika sınırından ABD’ye gelecek Türklerin sayısının çok daha artabileceğini belirterek “Asla bu yolla gelmeyi düşünmeyin. Bu doğru bir çözüm yolu değil. Çok büyük riskler alacaksınız buna değmez. Nehirde boğulup, uyuşturucu kartellerinin, insan kaçakçılarının eline düşebilirsiniz. Eğer bu yolla bu ülkeye gelmişseniz de bu ülkede yasaların dışına çıkmayın, kanunlara uyun. Türk toplumuyla bağlantı içinde olun ki başınıza bir şey geldiğinde size ulaşılsın” diye konuştu.” Taner şöyle dedi; “Bence hiç oralara gitmeyi deneme, yollarda öldürülürsün, kötü şeyler olur ne bileyim, gemide işe girip germi Amerika’ya uğrayınca Amerika’ya kaçak giren arkadaşlarım oldu, kısa sürede pişman olup geri döndüler. Aile yok, dost yok, kendilerini yapayalnız hissettiler, Hayal kurdukları gibi, filmlerde izledikleri gibi olmadığını söylediler. Bunun bir serüven değil; bir cehennem olduğunu anladılar acı çekerek. Annemi yalnız bırakma; bırakırsan çok üzülürsün.” “Ama para lazım, parasız pulsuz olmaz, inşaatlarda çalışmak da çok zor, dur bakalım ne olacak, ama bir sebebim olsa köpek gibi çalışırdım buralarda, şu kız meselesi istediğimiz gibi olsaydı, beni umursayan, aile kurabileceğim bir kız olsaydı dağları delerdim çekiçle, pes etmezdim, bıkmazdım, sebebim olurdu mücadele için. Ama yok be kardeş!” “Sıkma canını, onurlu kızlar çok hayatta.” İlerde bir traktör durdu ve biri, bir kız koşarak indi traktörden, peşinden bir adam fırladı, kızın acı çığlığı duyuldu: “İmdaaaat!” Taner, fırladı. Nihat, bu sesi tanımıştı. “Taner!” diye bağırdı Nihat, annemin sözünü ettiği kız bu; karışma bu işe. O nişanlı. Uzak dur onlardan, aslanım!” Taner, lafları işitti ama duramazdı, orada dayak yiyen bir genç kız vardı. Yüz metre atleti gibi canla başka koşuyordu. Genç kız adamın elinden kendini kurtarıp yolun kenarındaki mısır tarlasına dalmıştı. Taner, mısır tarlasında sesin kaynağına gitti, ufak tefek bir adam, 40 yaşlarında olmalı, iri yarı kızı yere tekme atıyordu, bir elinde bıçak vardı. Kızın yüzü yumruk darbelerinden kan revan içindeydi. “Neler oluyor burada, birader; dur!” “Sen karışma lan! S.ktir git.” “Beni öldürecek, yardım et ne olursun!” diyordu genç kız. Adama; “bu iş bitti, senle asla evlenmem! Bu iş bitti. Ne yaparsan yap. Nişanı attım bitti gitti! İstersen öldür, ne yaparsan yap seninle evlenmem! Ölürüm daha iyi.” Taner bir şeyler söylüyordu aceleyle: “…ya abi, dur lütfen.” Taner, ona yaklaşmaya çalışıyordu. Adam; “yaklaşma sakın! Defol git, deşerim lan seni!” Genç kız yerde bazen oturur bazen sürünür vaziyetteydi, adamın elinden kurtulmaya çabalıyordu, büyük kediden dayak yiyen yavru bir kedi gibiydi. Genç kız sırt üstü dönüp ayaklarıyla onu kendinde uzak tutmaya çalışıyordu, adamın bir ayakkabısı ayağından çıkmıştı. Genç kıza küfür ederek tekme atmaya çalıştı yüzüne, genç kız ayakkabısız ayağı tuttu ve ısırdı, ki eliyle yapışmıştı, bırakmıyordu. Adam acıyla bağırdı. Eğildi ayağını çekmek istedi, genç kız bıraktı ayağı aniden, adam geri geri gitti ve yere düştü, yere düşerken bıçak öteye savruldu, Taner fırlamıştı, adamın üstüne çıkıp yumukları saydırmaya başladı, sağı sollu yumrukları indirdi adamın yüzüne, adamın yüzü gözü kana bulandı kısa sürede. Dudağı patladı. Yalvarıyordu; ya dostum yeter, vurma artık!” diye yalvarıyor, iki eliyle yüzünü kapatmaya çalışıyordu. Taner’in elleri acımıştı, toprak arasından bulduğu taşı kaptı, yüze indirecekti, genç kız onun kolundan tutu; “bırak; başına iş alma; gidelim!” Tarladan çıkıyorlardı, Nihat gelmişti. Zehra ağlıyordu, yüzü gözü kanlı ve sıyrıklar içindeydi toz toprak içindeydi. Nihat, bir şey diyecekti, ne diyebilirdi. Kız onu reddetmişti. Başını çevirip başka tarafa baktı. Taner dedi ki: “Nihat abi, sana senden hızlı olduğumu söylemiştim ve ablayı kurtardım dediğin gibi. Hatırın olmasa hiç uğraşmazdım, biliyorsun bu yüzden çiftlere karışanlar mağdur oluyor, çocuk çifte müdahale etti, adamı öldürdü, hapse girdi… Biz olmasak kesin onu öldürmüştü. Genç kız şaşırdı. Nihat da şaşırdı ama çaktırmamaya çalışıyordu. Zehra yalvarır yakarır gibi bağışlanma ister gibi dokunaklı biçimde dedi ki: “Nihat, onu ben istemedim, onu annem istedi, parası var diye, tarlaları var diye, ben seni deli meli ne olsan sevmiştim, annene seni reddetmem için bir bahane lazımdı, senin oğlan ilginç gibisinden laflar dedim, bir bahane bul dedi annem, o işi bırak yoksa senin gibi kızım yok, annemi severim, her neyse, traktörde giderken yoldan geçen yaşlı adama selam verip hal hatır sorup gülümsedim diye kıskançlık yaptı, biz böyle anlaşamayız bu iş olmaz dedim, tartıştık, tokatladı, atladım aşağı. Bu iş bitti dedim. O iş bitti, benimle olmaya var mısın?” “Varım. Ama annen. Razı gelir mi?” “Durum ortada, beni öldürmeye çalıştı. Annem razı gelmese de kaçar gideriz bir yerlere.” Nihat’ın gözlerinin içine çok parlak bir ışık, mutluluk ışığı geldi. Dayak yiyen adam onlara yaklaşıyordu, Nihat adama doğru gitti, bir süre konuştular, Nihat geldi, dedi iki: “Benden şikayetçi olmasın, bu mesele kapansın, hayatta yolu açık olsun, aldığım bütün hediyeler onun olsun, altınlar ve dört sığır verdim annesine. Ondan özür dilediğimi söyle.” Zehra Nihat’a sordu: “Altın ve sığırları geri vereyim mi sence? “Kusura bakma ama aç annen onları asla geri vermez.” Zehra güldü: “Vermesin zaten. Bu saatten sonra haklı bence, çok zamanımı çaldı o adam. Hediyeleri vermeye hiç niyetim yok, zaten onları annem istedi ve aldı. İyi ki de almış; yoksa yediğim dayakla kalırdım. Gidip rapor almam lazım, fotoğraflarımın çekilmesi lazım, olanların belgelenmesi lazım, bu eşek herif caydım, hediyeleri verin derse şikayetçi olacağım.” “Bunu ben de düşünmüştüm.” “Peynir fabrikası kurarız, bunun için 10, 15 inek yeter. O kadar mal sahip olmak da zor değil. Ufak alır büyütürüz, dana almak çok kolay. Çalışırız.” Peynir fabrikası ha, Nihat’ın hiç düşünmediği, kafasının basmadığı bir şeydi. Çok sevindi bu işe. Yanında azimli bir kız vardı! Bu kızla en ütopik düşlere erişebilirdi. Taner’e, bu parlak suratlı şehirli çocuğa minnettarlıkla gülümsedi. Bu çocukta bir sihir olduğunu düşündü. Yaralı kızla topal Nihat ve Taner eve vardılar. Olayı anneye anlattılar, dertleşip rahatlıyorlardı. Sofra kuruldu. Yemekten sonra çay içmeye başladılar. Nihat çok mutluydu. Sureti, özellikle gözleri yaz gecesi gökyüzüne uzanan ıslak çiçekler gibi ışıltılar ışıklar kıvılcımlar saçıyordu. Nihat’ın anası ve Zehra bir tarafta kafa kafaya verip derin ve kahkaha dolu bir sohbete daldı. Olup bitenle ikisinin de içi çok rahat etmiş, büyük engeller ortadan kalkmıştı. Özgürleşip rahatlayan enerjileri dev alevler gibi birbirini sarıyor, birbirini güçlendiriyordu. “Neden takım elbise atlet?” “Çocukluk hayali… hep başkasını eskilerini giyindim. Geçen ay tarlalarda çalışıp biriktirdiğim parayla aldım bu takım elbiseyi. Eziklik işte. Eksik büyümek.” Güldü. “Elbise perişan olana kadar giyip bir daha takım elbise görmek giymek istemeyeceğim. Her gün patates haşlaması yemekten nasıl bıkarsa insan. Birlikte güldüler. Taner: “Cılkını çıkaracaksın yani.” “Aynen. Aslında okumak hayalimdi, köy böyle devlet adamları gelmişti ben küçükken. Maddiyat yoktu; okuyamadım. Bilindik ama acı bir hikaye… Konuyu değiştirelim. Hasan’la aran nasıl?” “Onu sevdim, onu çok tuttum.” Taner Hasan’ı övüp durdu uzun bir süre. “Hasan tekin biri değildir, ona dikkat et.” “Neden böyle dedin?” “Ya ben bu kadarını diyeyim. Ona dikkat et işte.” “Neden?” “Bilmem ben.” “Neden ya?” Gülümsedi. “Çok soru sorma. Zamanla anlarsın. Nihat abim uyarmıştı dersin.” “Hııı. Peki. Anladım. Galiba onun da bir beyaz atlet ve siyah takım elbise gibi bir durumu var.” Güldü: ”Kesinlikle… Senin zekan parlak, sevdim seni Taner. Ama fazla zeka iyi değildir ve sen başını çok çabuk belaya sokacak gibi duruyorsun, bir şeyler arıyorsun, dostları çok önemseme, başını belaya sokarlar. Bu hayatta kimin beyaz atlet siyah takım elbise durumu yok ki. Buralar, bu köy özellikle ezik dolu. Buralarda insanlar sana zarar vermez, insanlar güler yüzlü, saf, misafirperver diye düşünürsün, haklısın, ama uyanık ol.” “Büyük şehre göre burası cennet bence.” “Hım, sayı az olabilir burada ama burada eziğin, suçunun iyisi, azılısı çıkar Taner. Azdır ama bir iki tanesi bütün şehri yakabilir, öyle canavarlaşır ki insan, şeytanlaşır, bu şeytanlaşma buralardan daha besili, kararlı çıkar. Çok acı çekmiştir filan. Bu konuda motivasyonu yüksektir filan.” “Şehirdeki okumuş insanların lafları gibi lafların var.” “Boş zamanımda kitap okurum.” A İdris, çiftlik evinin çevresinde oğlunu arıyordu telaşla, ağaçların arasından sıyrıldıktan sonra uçsuz bucaksız görünen tarlalar ortaya çıktı, eski günlere savruldu İdris, buraları eskiden hiç önemsemezdi, cehennem gibi gelirdi ona bu topraklar, can sıkıcı, umut kırıcı, güneş yakar kavururdu öğleyin, ve şimdi taşı toprağı altın gibi değerliydi, tarif edilmez coşkulu bir his vardı içinde, kıymetini anlayamamış bu tarların. Oğlu aklından silinip gitmişti, ağacın altında oturmuş tarlaları seyrediyordu. Ufuk bir noktada düz bir çizgi oluyor ve titreşiyordu sıcakla. İdris, orada uzun bir süre geçirdi, huzur ve iç barışıyla gözlerini kapattı, eski günleri gözlerinin önüne gelip duruyordu, uyku uyanıklık arasındaydı, kaygısı onu düşsel durumdan çıkardı bir anda. Kalktı, derin bir nefes aldı, sigara yaktı ve çiftlik evine gitti, mutfak camında Zarife’yi gördü, elinde çay bardağı. Bu zarif kızı görür görmez içine bir ışık geçmişti, harika hissetmişti. “Benim oğlanı gördün mü acaba?” dedi kibarca. “Hayır efendim.” “Kaç yaşındasın diye sorabilir miyim?” Zarife, 15 yaşındaydı, ufak tefekti, yeşil gözleri safiyetle bakardı, hep uzun etekler giyerdi, yüzünde ilk göze çarpan zariflikti, ince, meleksi güzelliğiydi, onun masumiyeti herkesi büyülerdi. Ayna önünde uzun zaman harcayıp; “ne kadar güzelim, bugün ne giysem?” diye düşünmezdi, düşünemezdi, çalışmaktan canı çıkardı, ve bundan bezmişti, evin hizmetçisiydi, hamal gibi dur duraksız çalışır, hep bir şeyler yapardı. Gerekli gereksiz her işe katır gibi koşturulurdu. Aynı zamanda aşçı Nezaket’e de yardım ederdi, Nezaket onu birkaç yıldır yanında tutuyordu, onu kızı gibi benimsiyor, bakıyordu. Onu nüfusuna aldırmıştı. İdris, Zarife’deki saran kelebeksi şeyden çok etkilenmişti, onu çok değerli bulmuştu, su gibi, peki oğlu, böyle bir kıza balıklama atlardı kesin, çok tehlikeli bir şeyler hissetti, korktu, bir rezillik çıkmasından. Taner, bu kızcağızı kandırıp ahlaksızlık yaparsa facia olurdu. Oysa İdris geçmişte çarpıştığı, ister istemez ayrı düştüğü annesiyle güzel bağlar kurmak ve buradan gönül rahatlığıyla ayrılmaya kafasına koymuştu, ailecek onlarda güçlü, güzel hatıralar ve parlak bir izlenim bırakıp eve dönmek istiyordu, iç ısıtan şeyler bırakmalıydı onlarda, “iyi ki geldiler” diye düşünmeliydiler. Hatta onlar giderken çiftlik halkı üzüntüden ağlamalıydı, çok güçlü, sarsıcı bir his duymalıydı annesi ve “İdris çok güzel çocuklar yetiştirmiş, çok güzel bir ailesi var” türünden şeyler düşünmeliydi. Hayriye evladı ve ailesiyle gururlanmalıydı. Öyle düşüncelerle dalıp gitmeliydi, İdris, büyük şehirdeki evinde hayatına devam ettiğinde, “bir daha gelseler, özledim” diye düşünmeliydi annesi. Eğer oğlu bu zarif köylü kızını yatağa atıp becermeye kalkışırsa? Evet, oğlu kesin bir iş çevirecekti bu konuda. Şüpheleri hep doğru çıkardı. Canı sıkıldı, belki de vesvese yapıyordu, oğlu o kadar mal olamazdı, güldü, karısıyla sohbet etmek ve karanlık düşünceleri dağıtmak için onu aradı gözleri, neredeydi? Nur ve Ayla çiftlik evinin önündeki devasa bahçede gezintiye çıkmışlardı, burada görecek çok şey vardı, renk renk bitkiler… kimine dokunup inceliyorlar, onlar üstüne neşeli bir sohbet gerçekleşiyor, neşeyle ilerliyorlardı ve sonra yorgunlukla çimene uzanmışlardı, sırt üstü. Burası onlara iyi gelmişti, neşeli bir sohbete dalmışlar, sık sık birbirini güldürüyorlardı, mutluydular. Zarife, bir süre onların peşinden gidip onları gözetlemiş, aslında onlarla takılmak istemiş ama buna cesaret edememişti; çünkü onları tanımıyordu, kendini küçük düşürebilir, alay konusu olabilirdi, ona sataşabilirler, kalbini kırabilirlerdi. Çünkü o buranın bir çalışanıydı, köle gibi bir işçiydi, eski çağlarda Afrika’dan gemiyle getirip satılan zenci gibi biriydi, O iki kız ise zengindi, ve ağırlıklı olarak bu eve gelen zengin konuklar çiftliğin çalışanlarıyla samimi olmazlardı, hele de hizmetçi kızla. Çalışanları kendi kalitelerinde görmezlerdi, uşak uşaktı, ve onlar cahildi, kabaydı ve aptaldılar. Birçok kişi Zarife’ye böyle hissettirmişti. Belki de bu düşünceler Zarife’nin eziklik psikolojisinden kaynaklanıyordu. Ama Nezaket ona şöyle derdi: “İşine gücüne bak, onlarla gereksiz yere muhatap olma. Mesafeni koru. Onlar bizi, iç dünyamızı anlamaz. Gün gelir paramız olur çeker gideriz bu çöplükten. Sabret.” Bu kötü hissettirmişti Zarife’ye, sanki mahkumdular ve gün gelecek kaçıp gideceklerdi bu çiftliğe benzeyen cezaevinden. Nezaket’in “çekip gideriz bu çöplükten” demesi onu çok heyecanlandırmıştı, çok mutlu olmuştu, Nezaket buraya ilgili hep güzel sözler söylerdi, vefa yüklü sözler; ama ilk kez böyle açık seçik biçimde hissettiğinden söz etmişti. İlk kez sansürsüz konuşmuştu. “Demek onun içinde de bu lanetlik yerden kaçıp gitmek arzusu varmış” diye düşünmüştü. Nezaket, Zarife’nin ayrıksılık hissedip yanlış yollara gitmesini ya da meyletmesini istemediği için, farkında olmadan onu zehirlememek için hep uzlaştırıcı ve barışçıl sözler söylerdi bu çiftlik evi ve insanları için. Parlak genç kızın varoluşsal acısı, çalışma acısı, gençlik hayallerini bilmese de hissederdi, sezerdi; çünkü bir zamanlar o da genç kızdı. Ne çılgın ve ütopik hayaller kurardı, hiçbiri gerçek olmamıştı. Ve Zarife burada kendini çoğu zaman kötü hissederdi, bir sıçandan türemiş gibi, bir böcekmiş gibi ve ilk kez bu güzel görünen ve kokan şehirli kızları görünce içinde sarsıcı bir şey uyanmıştı, asla cayılmayacak bir hırs, hayatta yükselme hırsı, para kazanıp özgürce, kimseye sabretmemden ve boyun eğmeden yaşamam hırsı, bir çılgın azim, bu kısır döngüyü paramparça edecek bir alev. Bu gösterişli şehirli kızlarla yoldaşlık edip onları tanımak, neler yaşadıklarını incelemek, nasıl zamanlar geçirdiklerini dinlemek. Nezaketin en büyük korkusu Zarife’nin başına bir kötülük gelmesiydi, namusuna, gençliğinin tertemiz düşünce ve duygularının hasar görmesi. Bu yüzden kendi ezikliğini, karamsarlığını ve bozuk düşüncelerini Zarife ye bulaştırmaya çabalıyordu, eziklik bulaşıcıdır, bir hastalık gibi. Bu yüzden içinden geçenleri ona hiç çaktırmazdı, başkalarına da. Güçlü, azimli, çalışkan ve sarsılmaz, yenilmez kadını oynardı. Gözyaşlarını, acılarını, travmalarını ondan ve diğerlerinden saklardı. Ve zarife için her şeyin en iyisi ve güzeli olmalıydı. Aslında onu kendi acılarının ve başaramadıklarının bir tür ağlama duvarına çevirmişti ama kimse bunu bilmiyordu. O görünce içi açılır, mutlu olurdu, bu genç kız duruşuyla, bakışıyla, ses tonuyla, konuşma sakinliği ve saflığıyla yeni bir kan katardı nezaketin can sıkıcı, renksiz ve tektüze hayatına. Tazelik hissederdi Nezaket, geleceğe dair yenilmez bir umut. Bir kadının bir genç kıza duyduğu yakınlık, ona annelik hisleriyle bağlanması bambaşka bir şeydir. Zarife, konuklarla mesafesini korurdu hep ama bu kez o sınırı darmadağın etmek istiyordu, onlara bir “merhaba” demek, “nasıl gidiyor arkadaşlar, sizin için ne yapabilirim, sorun var mı?” Onları içlerini çok merak ediyordu. Onlara çok yaklaşınca başına bir felaket geçecek gibi hissedip korktu, bir suç işleyecekmiş gibi korktu, “Aaa! Gelene bak.” dedi Nur. “Hangi kız?” dedi Ayla, Zarife’yi gözü seçmişti: “Şu köpek gibi çalıştırılan zavallı.” “Ayıp ettin, öyle deme be kızım.” . Güldü: “O burada, yani Allah’ın unuttuğu bu yerde, mutfakta gördüğüm en güzel şey. Bir görüşte aşık oldum ona, buradan giderken onu da alacağım yanıma.” Nur güldü: “Alemsin!” Gülmekten kendini alamıyordu, gözlerinden yaş gelmişti, makara başlamıştı: “Bir kurbağa ya da sincap mı ki o.” Ayla güldü: “Çok üstün bir şey var bu kızda, bize ona katlar. Bakışlarında bir asillik, benzersizlik var.” Zarife, onlara yaklaşırken bu diyaloğu uzaktan işitmiş, ağlayacak gibi olmuş; ama kendini hemen toparlamış, onların “şımarık, piçleşmiş şehir kızları” olduğuna düşünmüş; ama diyaloğun bütününü düşünceyle irdeleyince pek sevinmiş, içerlemesi bir anda yok olmuş ve kendiyle pek gururlanmıştı. Ama korktu, Nezaket bu davranışını fark ederse iyi olmazdı hem yapılacak işler onu bekliyordu. “Heyyy, baksana!” diye seslendi Nur, gel gel işareti yaptı eliyle. Zarife, onlara dönüp baktı. Aklında bir ışık yandı ve fırladı çiftlik evine. Bir kilim kapıp gelmişti. İki yastık. İki minder. Soğuk içecek, meyve dolu tabak. “Böyle sizin için daha iyi olur” dedi kilimi sererken. Ayla şöyle dedi: “Bu da nerden geldi aklına? Sen çok düşünceli bir kızsın. Onca işin ardında bunu, bizi düşündün.” Zarife, dayanamadı, dedi ki: “Köpek gibi çalıştığım doğrudur, ne yaparsın; kader.” “Ah canım!” dedi Ayla, “demek beni duydun, kötü anlamda demedim, ve ben de köpek gibi yaşıyorum, sokak köpeği gibi mesela. Çok çalıştırılıyorsun, sömürülüyorsun anlamında dedim canım.” Kalktı kilimin üstünden. Onu yanına oturdu, onu yandan kucakladı, saçını okşadı. Yanaktan öptü, bir eliyle yanağı okşadı. Sonra sırtını. Arkasına geçti, iki eliyle omuzları masaj yapar gibi okşadı. “Sana straplez çok yakışır.” “O da ne ki?” dedi Zarife çocukça, saf saf, tam bir avanak gibi. Çok meraklanmıştı. Ayla güldü, Nur da katıldı bu gülüşe. “Omuz askısı olmayan elbise, sırt ve omuzlar açıkta kalıyor. Bende ondan var, sana uyar, kaç yıldır saklıyorum annem hediye etmişti doğum günümde, sarı renkte. Şehre dönünce sana onu kargoyla yollarım, geliştiğim için o elbiseyi giyemedim. Birkaç kez giydim; ama yepyeni.” “Bu da nerden çıktı şimdi?” “İçimden geldi. Sana başka elbiseler de yollarım, yepyeni elbiseler, ne tür seversin?” Ve bu Zarife’nin kalbini ısıttı, o sözlerin acısı içinden birden yok olup gitmişti. Kadın gardiyan elbisesi gibi, rahibe elbisesi gibi can sıkıcı, morg görevlisi gibi bir üniformaya benzeyen bir giysi giyerdi hep; çünkü Nezaket bunu seçmişti, ciddi, cici ve çok namuslu bir hanım, genç kız görüntüsü vermek için Nezaket bunu seçmişti. Kendi dikmişti bu elbiseyi. Ve bu elbise sürekli sırtında olurdu, olmadı aynı elbisenin bir başka benzeri, kene gibi, bir yaratık gibi hep sırtındaydı bunlar, başka şeyler giymeyi dert edinmezdi, “şunu giyeyim bunu seçeyim” diye bir arzusu , özeni çoktan ölmüştü, bezmişti hayatından, sırtında ne olduğunu bir kıymeti yoktu ki. Ve unuttuğu o heyecan içini kıpır kıpır etmişti. Ne kadar salak sarsak giyindiğini, iğrenç bir sitilde olduğunu fark etti. O elbiseyi hayal etti. “Nezaket ablam keser beni, omuzlar nasıl açıkta olur ki?” Seyrettiği bir dizideki kadın aklına geldi. Ayla, cep telefonunu açtı, internete girdi ve sözü edilen straplez elbiseyi ona gösterdi. Renk renk elbiseler giyen genç çıtır kızlar, Zarife ömrü boyunca böyle elbiseler giymemişti, bu çiftlik denen mezarlıkta zenginlerin keyfini yerine getirmek için, şeylerinin keyfi için, orayı sil süpür, orayı topla, bulaşık yıka, çamaşır as. Patates soy, marul ayıkla. Çamaşır as, renk renk giysiler ve kahkaha atan kızlar öteki tarafta, “neler kaçırıyorum,” “harcanıyorum,” ezikliği, koyu bir karanlık hissetti, yabancılaşma. Bir isyan hissetti, bir başkaldırı. İçi gitti o kızlara, rahat tarzlarına. “Ben de sana makyaj setimi hediye ederim!” dedi Nur, sırt çantamda, eve gidince veririm.” Arkadaşlar yapmayın, beni mahcup ediyorsunuz..” Peki o askısız elbiseyi nerde giyecek? Nezaket o giysiyi görse çıldırır, paramparça eder onu. O halde ondan gizli yatmadan önce giyerdi, üstelik makyaj yapardı, yalnız boy aynası yoktu odasında, ufak bir ayna vardı. “Neden gençliğimi yaşamama izin vermiyor ki?” diye düşündü, biliyordu elbette meselenin özünü, bu bölgeye, dar kafalılığına, çitlik evindekilere derin bir öfke duydu Nezaket’e, buradan kaçıp gitmeyi düşündü. Peki Nezaket bu gözü açılmamış ve zarif kıza birçok konuda neden sertti, neden esnek değildi? Nezaket canavar bir kadın mıydı? ve Zarife onun canavar olduğunu düşünürdü çoğu zaman. Bu ahmak sistemin, köleliğin ürettiği canavar. Bir kadının yaşı ilerlemişse, artık işlerin hiç düzelmeyeceğini anlamışsa ya da anlamazdan gelmeye çalışıyorsa, ‘yine de bir umut vardır’a sığınmaya çalışıyorsa, birçok hayal kırıklığı biriktirmişse, anne de olamamışsa; bir şeye, bir varlığa sığınmak ister, kızı gibi göreceği bir varlığa… ve o kızı bulduğunsa akıl almaz bir dürtüyle, onu milyon kez doğurmuş gibi, onu doğurmak için yaşamın en güçlü şeytanlarıyla ve engelleriyle bir arenada savaşmışcasına o kızı sahiplenir, bağrına basar. O kutsal alfa ışığı, o mercek, o sihirli şeffaflıktan bakar adeta evrenin en karanlık yüzünü görür gibi, aydınlatır gibi heveslerle, tutkuyla… bu tutku birike birike dağlar olan hayal kırıklıklarını eritmeye başlar, annelik oyunu böyledir, bu akıl almaz içgüdü, kadının canı sıkan şeylerin ve başındaki belaların önemi yoktur, onu yaşatan bir aşkı, bağlantısı vardır hayatla, kozmik bir bağlantı. Ve bu genç kıza bakarken kendi genç kızlığını hatırlar, karşısındaki genç kızla öyle bağlantı kurar ki… kendi kayıp, acılı, çok trajik, hep engellenmiş ve engelleri bütün mücadelesine rağmen aşamamış o harap gençliğinden gelen o kız, o parlak suratlı genç kız… günümüze gelmiştir ve bu ruh annelik oyunlarıyla benimsediği kişide erimiş, bütünleşmiştir. Kadın kayıp gençliğini temize geçmeye çalışır gibi, berbat şeyler çektiği zamanlar, yalnızlık acısı hissettiği zamanlar, rehbersizlik… yoldaş bulamamanın hayal kırıklığı, sığınacağı kimsenin olması, olanların da kalın kafalı olması, onu sömürmeye, kullanmaya ya da gençlik pırıltılarını söküp yerine zehir koymaya çalışmaları. Tamam, bu genç kızı buldu ya, onunla geçmişten gelen acılı genç kızı temize geçecek, yılar öncesinde gözyaşlarıyla kalan genç kızı, dualar edip edip karşılık bulamadığı halde duadan vazgeçmeyen, en önemlisi canını dişine katıp mücadeleden pes etmeyen, düşe kalka bir şekilde hayatta ilerlemeye çalışan genç kızlığı. Bir şekilde yolunu bulmuş, aşçı olarak çalıştığı bir çok yerde ezilmiş, parası eksik verilmiş, (OKIUDUĞUNUZ BU ROMANIN YAZARI O KIZI TRAMVAYDA GÖRDÜ, YALNIZ YAŞI 46 OLMUŞTU) Türkiye böyle bir ülke, paralar hep eksik verilir. Sonunda Nezaket bu çiftlik evinde iş bulup rahat etmişi kalacak yeri olmuş; ama çok daha fazla sorumlulukla omuzlarındaki yükü artmış ve bu onu yaşama yorgununa çevirmişti. Ruhsal yorgunluğu daha fazlaydı, boş olduğu zamanlara sevinir, sırt üstü uzanır, rahat eder, içi huzur arardı, güzel şeyler gelirdi içine, en önce: Zarife. Onun sıcak gülümsemesi. Ve bir genç kız yetiştirmenin zevki, mutluluğu ve huzuru bambaşkadır. Bu muazzam bir eser yaratmadır, Allah yaratır ama insan insanı bambaşka şekillendirir. Ve kendi inandıklarının, sevdiği şeylerinin bir örneğini yaşama bırakmak, bir genç kız üstünden, bir eşsiz balığı okyanusun en güzel sularına, özgür sularına bırakmak gibiydi, bu en ilginç ruhsal hazdır, deneyimdir. Ölmeden öteki dünyayı ziyaret edip aydınlatılmak gibi. Ölüm anından itibaren neler olacak, bilgi sahibi değiliz. Öteki dünya yaşamımız nasıl olacak? Ve bir kadını erkeklerden daha fazla mutlu eden bir şey vardır o da ruhuyla ona bakan, gerçekten saf, tertemiz bir genç kız… yoldaşlığı… o günahsız gözlerden yansıyan ruh, kadına ilaç gibi gelir, bu şifa içerir. Bu bilimsel olarak şu an kanıtlamaz belki. Ruhun da ne olduğu nu bilmiyor bilim adamları. İnsanlar evlatlarını, evlatları gibi gördükleri bireyleri bu yüzden sınırsızca severler: Ruhun ışığı! “Ay!” dedi Zarife, “işler beni bekliyor, lafa daldım, bu kadar kaytarma yeter.”güldü, ezik gibi gülmemişti, mutlu bir genç kız gibi gülmüştü, çok sevmişti bu iki genç kızı, onların bu hizmetçi kızla yoldaşlık etmeleri onu çok hoşnut etmişti, sihir gibi bir şey yaşamıştı sanki. Ezikliğini tamamen unutmuş, onların ilginç boyutuna girmişti. “Bırak şu gıcık kadını, azıcık dinlen.” “Olmazzzz! Yer beni, oyar beni.” Güldü. “Canınız ne ister, söyleyin hemen getireyim?” “Yok; otur sen” dedi kızlar gülüşerek. Zarife de güldü tatlı tatlı: “Tekrar uğrarım, burası sizin mekanınız olsun, kafa dağıtma yeriniz, şu büyükler anlamaz sizi. Can sıkarlar.” Zarife, yabani bir güvercin gibi süratle gitti koşarak. Nur güldü, Ayla da şaşkınca baktı, onun ardından yüzlerinde kalan kardeşlik duygusu gülümsemeyle uzun süre yüzlerinde asılı kaldı, bu köylü, ezik diye baştan düşündükleri kız çıra gibi yanıyordu, ışık saçıyordu. Hizmetçi kızın ardındaki insanı, genci, pırıltıyı hissetmişlerdi. Sönük, pasif, kara kafalı bir kız değilmiş. İçi daha güzelmiş. Zarife, uzun bir süre sonra onlara kahve ve kek getirdi. Keki yeni yapışmıştı Nezaket. Zarife gidecekti. “Otursana; konuşuruz,” dedi Nur, Ayla da ısrar etti. Zarife utandı, yeniden o hizmetçi kız gibi hissediyordu kendini. “İşlerim var, onları halledip gelirim” dedi, ama gelmedi. Gündüz çok sıcaktı, insan hareket edemiyordu, neyse ki karanlık çökünce o muazzam serinlik geldi. Bu insanları kendine getirdi. İdris, verandada babası Yusuf ve Kadir’le sohbet edip kahve içiyordu. Eski günlerden, her şeyden usul usul sohbet ediyorlardı. Taner göründü. İdris yerinden kalkıp oğlunun yanına gitti. Onun koluna girip bahçeye doğru çekti, ıssız yere: “Oğlum saatlerdir neredesin?!” “Geziyordum baba.” Ona çok kızgındı. Küfür etmek istiyor, eliyle ensesini sıkmak istiyordu, ama şöyle dedi: “Yemeği kaçırdın!” “Tokum.” “Ne yedin?” Hesaba çekilmekten rahatsızı: “Zıkkımın kökünü” diyecekti, “çocuk muyum ben. Yedim işte bir şeyler baba, çok karıştırma.” “Baba karıştırır; ama bok karıştırmaz, evlat ise karıştırır, babası üzülür… Neler yaptın?” “Gezdim dedim ya. Bana güven… Burada canını sıkan hiçbir şey yapmam…” “Evlat, ben yine uyarayım seni: Buradaki insanları tanımıyorsun, dikkat et kendine, başına belaya sokma, beni utandıracak bir şey yapma. Canımı sıkacak bir şeyler yaparsan, hele de buradakilerin canını sıkacak bir şey yaparsan seni mahvederim! Bir suça, bir rezilliğe, bir ahlaksızlığa sakın imza atma. Annemin evinden düzgünce ayrılmamız ve anılmamız gerek, onlara iyi hissettirip. Biraz gayret et yeter. Tamam mı?” Oğlunun sırtına dokundu, “pat pat” diye vurdu hafifçe. “Bu dediklerini aklımda tutacağım baba, canını sıkma. Aynen dediğin gibi.” Gülümsedi. “Söz mu evlat?” “Söz.” İçeri gitti, karısına Taner’le ilgili bir şeyler diyecekti, endişelerini anlatacaktı, “gözün onun üstünde olsun” diyecekti. İçerde karısı Nezaket’le sohbet ediyordu mutfakta, karısı çok mutlu görünüyordu, bu manzaraya sevindi. Oğluyla İlgili endişeleri, durumu abarttığını düşündü. Geceydi, İdris uyandı, tuvalete gitti, uykusu kaçmıştı, sigara içip çevrede gezeyim dedi, kendini kuş gibi hafif ve mutlu hissediyordu, muazzam bir huzur hissediyordu, mutfakta kendine kahve yaptı ve dışarı çıktı, 9 yaşındaki kadar mutluydu, kahveden son yudumu alıp çiftlik çevresinde dolaşmaya çıktı. Samanlık yanından geçerken sesler duydu, gülüşmeler, koyu bir sohbet, öpme, öpüşme sesleri, ıslak sesler. İnlemeler. İdris iki sesi tanımıştı. Tahta aralıktan içeri baktı, iki gölge görmüştü. “Dışarı gelin hemen!” Oğlu kaçacak delik arıyordu panikle, bir aralık buldu duvarda, çürümüş tahtayı birkaç darbeyle genişletti ve oradan yılan gibi sıyrılıp koşarak eriyip gitmişti karanlıkta. Zarife ise uyuşmuş gibi başı önde yavaşça geldi kapıya. “Neden izin verdin ki? Senin aptal bir kız olmadığını gördüm. Saf bir kız da değilsin. Senin neyin var, delirdin mi?!” “Bana aşık olduğunu, benimle evleneceğini söylediği için izin verdim. Kurduğum hayallerin özeti gibi şeyler anlattı, çok daha güzel şeyler; içim gitti. Bana dokununca da hayır diyemedim. Benimle evlenmek zorunda! Çocuk oyuncağı değilim ben! İdris, kahkaha attı: “Neden?” “Cinsel ilişkiye girdik.” İdris, yine güldü. “Ne gülüyorsun be! Yaşım 15, evlenmezse Jandarmaya şikayet ederim. Mahvolursunuz!” İdris’in içini korku aldı ama belli etmiyordu: “Pek de akıllısın. Sen bu üslupla konuşursan ben de sana derim ki: Bunu köyde kaç kişiyle yaptın peki? Büyüğüne saygılı ol bence.” ………………………………….. “Özür dilerim” dedi, Zarife, ağlamaya başladı, “ben orospu değilim. Ben bakireydim, ilk ve tek onunla yaptım. Bana her istediğimi alacağını söyledi. Beni buradan alıp gideceğini, burada çok çile çektiğimi ve bunu hak etmediğimi anlattı, peşimde dolanıp duruyordu, beni gördüğü andan beri. Çok ısrar edip durdu. Ona içimi döktüm. Oldu böyle. Kesinlikle kimseyle yapmadım öyle şeyler. Zaten biriyle kaçıp gitmeyi düşünüyordum buradan, hayalim buydu, o da tam üstüne denk geldi. Evlenmem lazım, bir yuvaya ihtiyacım olmasa da buradan gitmem lazım, yıllardır acı çektim. Annem, babam, kardeşim yok. Tek Nezaket ablam var; ama nereye kadar onunla kalabilirim ki, kendi ayaklarım üstünde durmam lazım. Burada kalırsam hizmetçi, hamal, besleme olarak kalacağım.” “Keşke ona inanmasaydın. Olmuş bir hatası. Şikayete, bunu birilerine anlatmaya gerek yok, bu işi çözeriz. Ama o mal evlenilecek türde biri değil; daha ekmek parası kazanmak nedir onu bilmez! Ne istiyorsan yaparız! Ama şikayeti karıştırma. Sana para veririm, her istediğini alırım, ilerde evleneceksin biriyle, parayı o zaman kullanırsın. Ama önce bir doktora gitmemiz lazım, hamile kalmaman gerek. Bu işlerden eşim anlar.” “Ben doktora filan gitmem, bebeğimin olmasını isterim.” İdris çok öfkelenmişti, onu oracıkta iki eliyle boğup öldürmeyi düşündü. “Bebek doğurursan kimden diyecekler, yaşın ufak, oğlumu hapse atarlar.” “Bu onun sorunu.” İdris, kızın boğazına yapıştı iki eliyle, annesi aklına gelmişti, giderek fazla sıkıyordu, kız boğuluyordu, “tamam tamam bırak, şaka yaptım.” diyebildi zorlukla. İdris, ellerini gevşetti, birden kendini kaybetmişti, kan ter içindeydi, korktu. “İyisin ya kızım.” Kız öksürüyordu. “Merak etme, sana çok para vereceğim.” “Verirsen iyi olur, aksi halde evin hanımı öğrenir bunları. O beni canı gibi sever. Eşinle doktora da giderim. Ama önce bana ne kadar para vereceğini konuşalım.” Oğlumla cinsel ilişkiye girdiğin doktor raporuyla belgelenirse, bunun ilk olduğu belgelenirse istediğin parayı alırsın, ne kadar istiyorsun onu söyle?” “30 trilyon.” İdris gülümsedi: “200 milyardan fazlası olmaz.” Anlaştık. Ama beni buradan alacaksın. Bir ev de alacaksın.” “Olur.” “İş yerinde iş vereceksin, aşçılık bilirim, çay kahve yaparım güzel.” “Olur.” İdris, kabustan uyandı. Kan ter içindeydi. “Oh” dedi, “hepsi rüyaymış!” (Rüya bu kadar detaylı olur mu? Oluyor, anlam konuşma olmadan zihne aktarılıyor çoğunlukla.) Nur ve Ayla’yı uyku tutmamıştı, odalarının penceresi açıktı, Nur pencere kenarında oturuyordu, sigara içiyorlardı. Bir süre cep telefonlarıyla meşgul oldular. Sonra baydı, bırakıp yatakta sırt üstü uzanıp sohbet etmeye başladılar, Nur bağdaş kurdu, Ayla ise ellerini başının arkasında birleştirmişti. Yarın çevreyi, daha uzakları keşfe çıkmaya karar verdiler. Bir maceraya atılmaya karar verdiler, bilmedikleri bu yerde keşfe çıkacaklardı. Her zamanki gibi uykuları gelene dek mırıl mırıl bir şeyler konuştular, son sözü Nur dedi, “Uyuyalım artık, sabah oldu.” Kızlar vakit öğlene yaklaşırken uyanmıştı, kahvaltıya kalkın çağrılarını geçiştirdiler. Odaya gireni kovdular kibarca. Yalan attılar. Nimet, bu işe çok sinirlenmişti: “Uyuyup kaldılar patates çuvalı gibi, burada bizim borumuz öter!” diye söylenerek odaya girdi. “Cici kızlar kalkın bakalım olmuyor böyle ama, burada bu kadar uyunmaz, gömü gibi yattınız kaldınız, gece yatmak bilmediniz. Bu işe son verseniz iyi olacak. Lütfen güzellerim, kalkın artık.” “Sen git; kalkacağız abla” dedi Nur, “haklısın.” Nimet, odadan çıkınca Ayla onu taklit etti yatakta, Nezaket’in birçok dediğini taklit edip durdu. Gülmeye, kıkırdamaya başladılar, Nur da taklide bir şeyler eklemeye çalıştı; ama böyle zevzeklikleri beceremezdi ve Ayla bu konuda çok iyiydi. Ayla, Nezaket’in odaya giriş anını, saçını düzeltişini… o sahnesini çok iyi canlandırıyordu, derin uykudaymış gibi yapıp onu izlemiş, ardından da dil çıkarmıştı. “Aynen şöyle girdi odaya, sanki prenses, vıfffft, saçına dokundu, yakasını düzeltti, dudağını yaladı. Baş belası ya! Güzellerimmiş. Güya tavlıyor bizi! Git mutfağına ya, odamızda işin ne, misafiriz!” Aniden sakince ruh gibi gülümsedi: “Ama iyi kadın; hakkını verelim. Ama uyuyan kız akreptir, yılandır; yaklaşılmaz, çok pis sokar!” Dilini yılan dili gibi hareket ettirdi, gidip Nur’un yanağını ısırdı, acıttı. Ellerini yüzlerini yıkayıp sofraya oturacakları sırada Ayla Nur’a işaret çaktı gözüyle, bir yandan Ayla, öte yandan Nur sokuldu, ocakta yemeklerle ilgilenen Nezaket’e, onu yanaktan öptüler, bir ellerini omza koydular. “Pilav yapıyorum kızlar!” dedi güldü utanarak, şaşırdı, böyle bir sevgi gösterisi, alaka hiç ummazdı onlardan. Şımarık piçler olarak sanırdı onları. Tencereden kaşığı çıkardı, ağzına götürdü, yemeğin pişip pişmediğine baktı, sonra diğer yemeği. Sofraya oturdular ve Nezaket onlara dolaptan kahvaltılıkları çıkarırken, tereyağında sucuklu yumurta kızartmaya başladı, patates kızartmasını ısıtmaya, süt. Peynir, domates, salatalık, biber, bal. Çemen. ‘Çemen’in ne olduğunu internetten araştırabilirsiniz. Çimen gibi değil mi ne hoş geliyor kulağa, çemen! Yok yok sofrada. Nezaket’in kanı çok ısınmıştı kızlara, yanaktan öpülmek çok hoşuna gitmişti. “Rahat uyudunuz mu, sevdiniz mi burayı?” diye soruyordu Nezaket, durmadan konuşuyordu, öte yandan iş yapıyordu, onlara öğüt veriyor, öte yandan onları bu şekilde boğmamak için çekiniyor ve onları güldürmeye çalışıyordu: “Ben kimim ki, sizin yerinizde olsan neler yapmam, ne aşırılıklar yaparım kimse beni tutamaz. Yapabildiğiniz bütün delilikleri yapın ama bedelini siz ödersiniz.” Gülüyor. Katı Kurallarla büyütülmüştü, onlardan hoşlanmamıştı ama sonra onların bir kısmının gerekli olduğuna inanmıştı olgunlaşınca: “Beni hep doğrucu, arılı uslu büyüttüler de ne oldu, sonra dedim kendime yaşamamışım, kafama eseni yapmaya cesaret edememişim… Çok uyumak iyi değildir… Gezin dolaşın varlık gösterin. Şeker kızlar! Kızlara yeni çay doldurdu, Nur’un bir omzunu okşadı, sonra Ayla’nın saçını düzeltip okşadı. Nur ve Ayla verandaya çıktı, Nur kollarını açtı ve gerindi, Ayla dedi ki: “Bu kokuşmuş yerde bir şeyler yapmalı, sıkıldım. “Bağır istersen herkes duysun! Usul konuş ya!” İlerde Nimet ve Hayriye dizi dizi ekilen çiçeklerin yanında sohbet ederek usul usul ilerliyordu. Bahçenin yakınlarında Hasan mangal için odun parçalıyordu baltayla. Kadir onun yanı başında bir elinde çay, konuşuyordu, sigara içiyordu, halinden son derece mutlu bir şeyler anlatıyordu, İdris de onların yanındaydı, Taner ortalıkta yoktu. Ayla Nur ile yan yana verandaya yaslanmıştı manzarayı seyrediyordu, biraz geri çekildi, mutfakta yerde gördüğü siyah muşamba parçasını pantolon cebinden çıkarıp Nur’un saçına bıraktı: “Saçında hamam böceği var!” Nur, çığlık atıp saçını çekiştirmeye başladı. Ayla gülüyordu: “Şakaydı.” “Dana gibi gülme be! Gıcık! Sana bunun hesabını soracağım!” Başlarım böyle şakaya!” Ayla yanaşıp onun yanağını öpmeye, gönlünü almaya çalıştı, öteden İdris kızına el el edip gel işareti yapmıştı, Nur fırladı, sonra geri döndü. Ayla korkuluydu: “Kusura bakma; baban kızmıştır. Ne dedi?” Nur yaşan attı: Kızdı tabi. Ayla’ya söyle onu getirdiğime pişman etmesin beni dedi, eşek şakası yapmasın dedi.” “Hadi gezelim enerjimizi atalım, yoksa saçmalıyorum.” “Haklısın. Ama izin almamız gerek.” “Babam Taner’i sordu, görürsek haber vermemiz gerek.” “Neden?” “Başını bir belaya sokmasın diye mal.” “Burada nasıl bela olur ki. Uyuşturucu çeteleri mi var, ne var burada?” “O bulur bok karıştıran.” Çay almak için içeri, mutfağa geçtiler. Çay bardaklarını dolduruyordu Nezaket. Nur dedi ki: “Biz biraz dolaşsak Nezaket abla, çevreyi keşfederiz.” “Demek öyle, ama buraları hiç bilmiyorsunuz. Ben de bir çay alayım, yemekler pişsin, biraz mola vereyim, bir bahçeye çıkalım önce.” Bahçeye çıktılar, Nezaket ilerledi kızlarla, bardağını kütüğün üstüne bıraktı, yerden bir bitki kopardı, bu nedir biliyor musunuz, sütleğen, bitkinin gövdesinden süt akıyordu, aç ağzını sütü iç çok faydalı… “Ayla, ağzını açtı. Nezaket dedi ki: “Yavrum, deli misin, bu bitki zehirlidir.” Ağzınıza bir şey sokmayın sakın, buralarda, hani ufakken anneniz size demiştir, bacak aranıza bir şey sokmayın diye, onun gibi bir şey.” Ayla, delice gülmeye başladı, Nur ise utanmıştı. “Bu kadar açık sözlü olmaya gerek var mı?!” diye düşünmüştü. Nezaket, onun garip bakışlarını yakalamıştı. Şöyle dedi: “Fazla açık sözlü oldumsa kusura bakma” “Ay olur mu öyle şey?” deyip ona sarıldı. Ayla ise gülüp gülüp duruyordu; çünkü zihninde o sözler dönüyordu. Nur ona parladı: “Dana gibi gülme be! Kes şunu!” Nezaket, “bacak aranıza bir şey sokmayın” söylemini daha da ileri boyutlara, hatta ütopik boyutlara taşımak için fırlayıp odasına gitti, ben yazdım diye bu şiiri, metni yutturmaya çalıştı: BAZI KIZLAR ÇOK DEĞERLİDİR Bazı genç kızlar çok değerlidir Bacak arasını korumasını biliyorsa ve sanki orası ona ait değil de ruhuna aitmiş gibi hissediyorsa Ya da biraz zirve yapalım ve diyelim ki orası Allah’a aitmiş gibi bir bağlılık hissediyorsa mavi gökyüzüne Özellikle ormanda çıplak adımlarla yürüdüğünde Hiçbir şeyden huzur bulamasa bile basit birkaç hayalle idare edebiliyorsa Basit birkaç umut mesela Sadık bir koca, bir işe sadık bir adam ama. Baba olmayı her şeyden çok isteyen Gece yatmadan önce tıpkı babam gibi ailesine dışarıdan bir kötülük gelecek diye balkonun kapısını evini kapısını kilitleyen uyku sersemi olsa bile İş boyu canı çıkana kadar çalışsa bile Evde saçmalayıp komiklikler yapabilen bir adam Böyle bir hayali varsa genç kızın Zor yollarda taşlı dikenli can cam parçalarıyla dolu yolda gece gündüz tek başına yürümek için canını dişine takmışsa, mücadelesine bir ata biner gibi dağda vahşi ata biner gibi saygı duyuyorsa, Munzur dağlarındaki vahşi atlar misali. Bazı kızlar çok değerlidir Bakışlarında içinde çok derinlerinde bir yerinde ağaçların sesliliğine ya da kış gecesi sessizliğine ve yağmur yağarken ritmine dolanan ve onu beşik gibi sallayan sessizliğine dolanıyorsa… O bakış o ağaç o kararlılık ışıktır Bir şeye sadık olmalı insan bu korkunç yaşamda Tıpkı gece bir başka dürtüyle ormanda büyüyen kurtlar gibi O böcekler o kelebekler ve o gece yürüyen geyiklerin nefesleri… ayazda Kurtlar bir başka türlü basar gece toprağa av ararken O genç kızın yıldız gibi ışıması gereken anlar vardır yaşamda Ve korkunç anlar tükenmez Yıldız gibi ışımak enerjini yaymak demektir ve bu seni korur Bir gaye sebebiyle yaşıyoruz ve yaşatılıyoruz Ve batığımız tırmandığımız ahşap basamaklar…ve sıklıkla o basamakların arası umutsuz, sonsuz boşluktur Adım atarsın ama o merdiven basamadığının olmadığın fark edemezsin Ve şaşın varsa bir melek bir şey o boşluğa yüreğini koyar, ruhunu, azmini. Mesela babam böyleydi boşluklarıma…saçmalıklarıma… Çürümüş merdivene göğsünü koyardı… geçmemi sağlardı. Sonra anladım… jeton geç düştü ama tam düştü… BAZI GENÇ KIZLAR ÇOK DEĞERLİDİR İnanıyorsa etrafı bulutları ve güneşleri içindeki iyilikle sallayabileceğine Hiçbir anne ihmal edilmemeli Yarışları sürekli kaybeden ve sonuncu gelen bir ata benzese bile Benim ablalarım haklarında söz edilmeyi hak eden yıldızlar gibidirler. Çok üşüyorum şimdi Ve dışarda uzun süre kaldım. Muzaffer ’e bir ekmek aldım Diğeri bana Birer yastık hediye ettim onlara En iyi hediye yastıktır Dumanlı kafanın dumanını artırır Huzur verir Yüreğinle ruhunla verdinse… Bir ufak çikolata… BAZI GENÇ KIZLAR ÇOK DEĞERLİDİR Ve annesi değil Zor anlar sırdaşı olur hayatta kalma mücadelesi Ne sevgiliye sığınır ne çocuğa… Bir tür yalnızlık geliştirmiştir sığın’lık (geyik) Alaska ormanlarında bir ruh… karanlıkta güçlenen… Bitmedi metin Sonra devam ederim… Bu metin Nezaket’in hayata, genç kızlara bakış açısını çok iyi özetliyordu, bu yüzden onu canı gibi saklıyordu, bu metin Zarife’nin hayatını özetliyordu, Nezaket’in onun için öngördüğü hayat, bir sefer Nezaket bu şiirden söz etmiş, “sen ne diyorsun be, geç şu saçmalığı!” demişti Zarife, Nezaket gülmüştü, diye diye oyarsın insanın beynini, sonra bir daha. Genç kızın itaat etmez beynini zamanla yola getireceğini bilirdi. Nezaket sonra, akşam olunca onunla baş başa çay içerken o ütopik söylem içeren şiirden söz edince Zarife çığırından çıkmış, sinirlerine hakim olamamıştı: “Sıçarım böyle şiirin içine, gerçek açık, Zehra teyzenin deyişiyle diyorum: “Doğarsın, büyürsün, sikişirsin ve ölürsün… dikişmek kaçınılmaz. Bacak arasını korumak saçma, evliya mı olacağım, git işine, kafamı bulandırma! Bu köydeki küfürlü şakalar yapmayı seven yaşlı bir kadındı. Nezaket epey güldü: “Çok kaba saba bir görüş bu. Zamanla neyin ne olduğunu anlarsın, sen kalbi yücelikle dolu bir kızsın.” Bu sözler Zarife’nin çok hoşuna gitti, ani çıkışıyla ilgili pişmanlık hissetti, “bu sadece tepkiydi, düşüncem değil” diyecekti, demedi. “Namuslu ol” tavrı onu sinir ederdi, Zarife neyin ne olduğunu bilmeyecek kadar saf değildi!” . Nezaket, bahçenin kuytu bir köşesinde onlarla takılırken sigara yaktı, ara ara sigara içer kız kıza ya da kadın kadınayken ve bunun bilinmesini istemezdi. Sigara ona kendini kadın gibi hissettirirdi, bir alışkanlıktı, iyi gelirdi ona sigara, yalnızlık anlarında özellikle, acılı düşüncelere daldığında. “Hayatta ilerleyebildim mi?” diye düşüncelere daldığında, “evlensem güzel bir hayatım olur muydu, boş ver be, en iyisini yaşıyorum, tek tabancayım, Zarife var, geçiniyorum, bir erkeğe bağımlı olmamak en iyisi. Onun kahrını çekmiyorum, evli olsam parama çökerdi döverdi aldatırdı, kim bilir? Nezaket, kızlara keyifle hazla hatta onlarla sevişir gibi zevkle bakarken, onlar konuşurken kendi gençliği geçiyor gözünün önünden, bir sigara daha yaktı, bir sigara daha ve bu böyle gidiyordu, ve birinin ona seslendiğini sanarak panikledi, sigarayı söndürdü ve fırlarken; “kızlar işler beni bekliyor, ocakta yemek var, yanmasın! Yangın çıkarsa mahvolurum demektir.” Ürkek geyik gibi kayboldu ortalıktan. İki genç kız biraz laflayıp koşmaya başladı, Nur önde, yakalayamazsın beni, gülüyor, fırlamıştı, Ayla arkada kaldı ama neydeyse onu yakalıyordu, nefes nefese evin önüne gelmişlerdi, mutfak camına yakın noktada oturdular çimene, “sıkıldım” dedi Nur, “yeni bir şeyler yapmalıyız.” Diğerinin gözleri parladı. Zarife bitmişti yanlarında, arkalarından sinsice gelerek, diyaloğu duymuştu. “Kadir amca size salıncak yapsın; sallanın.” Nur: “Salıncak fikri iyi ama bir süre dolaşsak iyi olacak. Kafayı dağıtmamamız lazım.” “İzin almalısınız. İzin almadan olmaz.” “Alırım.” “Ama şöyle yapsak; siz izin alın, ben gezeyim; siz de benim yerime işleri yapın.” Güldü. “Zaten iki üç kişinin işini yaparım her gün, canım çıksa da dur durak yok. Ama üçümüz için de izin alabilirsin. Ama bana izin vereceklerini sanmam.” “Adiler!” dedi, “ben senin için izin alırım. Canım benim üzülme.” Onun elini tuttu bir eliyle. “Bugün iş çok; ancak yarın izin verebilir Nezaket ablam,” dedi ağlayacak gibi, bıktım bu hayattan, patlayacak gibiyim.” Gözlerinden yaşlar düştü bir anda. “İnsan olduğumu unutturdular, köle gibiyim, Ondan beter oldum, körelip kaldım. Mahvoldum içme ata ata… İiçim simsiyah oldu gitti, sabrede sabrede…içimi düzeltmenin yolu sevişmek mi kana susamış kurt gibi, ne ana var ne baba, olacağı bu. Hani bıçak bir yere sürtünür de ilginç testere bir ses çıkarır ya öyle bir sevişmek aşk bence beni ayıltır…” Zarife gitti. Nur ve Ayla o zaman tuttukları kahkahayı biraz kaçırdı. Nur kalktı, annesinin yanına gitti. Annesiyle kısa bir sohbetin ardından döndü. Ses etmeden Ayla’nın yanına uzandı. Ayla çimene uzanmış, ellerini başının arkasında birleştirmiş gökyüzüne bakıyordu ağaçların arasından. Ağzına bir ot parçası almış, bir şarkı mırıldanıyordu dudaklarını açmadan, yaramazlık yapmak isteyen, macera peşimdeki bir çocuk gibiydi, başını kaldırıp civardaki insanlara göz attı. Sakin, olgun, bilgili tipler. Görmüş geçirmiş tipler. En gıcık olduğu insan tipleri. Hiç yanlış yapmayan, hep düzgün, namuslu yaşayan, hiç suç işlememiş gibi davranan zengin züppeler. Damarlarındaki kan uyuşuk akan insanlar. Güzel görünen ucubeler. Nur, saçını düzeltti ve sordu: “Kanka, neler düşünüyorsun, burada sıra dışı kimse yok, öyle bir şey de yok. Bir şeyler yapalım; ama buradan uzakta. Burada ilginç biri var, o da zarife ama onun da kanını eme eme hasta ettiler kızı. Annem yakınlarda gezmemize onay verdi ama zarife için izin verme yetkisine be sahip değilim; nezaket ablandan izin almalısın dedi, o onun sorumluluğunda dedi. “Haklı; Nezaket’e yapışalım, bizi kırmaz.” “O kızın yerinde olsan ne yapardın?” “Birilerini öldürürdüm herhalde… Saçma sapan düşünceler geçiyor kafamdan. Bu ortam çok huzurlu, çok sakin. Baydı.” Mutfağa geçip Nezaket’le konuştular. İzin koparamadılar Zarife çin; ama yarın için söz aldılar. Zarife, üst katta odaları temizliyordu. Kızların seslerini ve gülmelerini duydukça seviniyor, içi bir hoş oluyor, içine ormansı bir ferahlık iniyor; ama o ıslak bezi sert sert öfkeyle ahşaba sürerken çılgın bir isyan hissediyordu, bu ahşabın da evin de… küfür ediyordu içinden. Evin hanımı Hayriye temizlik konusunda hastalıklıydı, her yer temiz olsa bile yine temizlenmeliydi, özellikle onun odası. Ve Zarife bu işi yapmaya öyle konsantre olurdu ki sanki ahşapla sevişirdi, kan ter içinde kalırdı, Nezaket onun görür; “kız bırak delirdin mi sıçarım evine! Gel yanımda otur, abarttın… Hayriye, onu böyle alıştırmıştı, bir bakışta onun yüreğiyle çalışıp çalışmadığını anlar, işi iyi yapmıyorsa tekrar sildirirdi aynı yerleri. Gıcıklığından değil; içi rahat etmediğinden. Sonra kendine kızardı kızı yordum diye ve Zarife’ye ara ara altın eşyalar alırdı ama Zarife’nin bundan haberi olmazdı, (mesela kolye, küpe) Nezaket o altınları saklardı. Hayriye ufak tefek altın eşyaları Zarife’nin çeyizi için, evlendiğinde bozdurup kullanması için verirdi, bunu söylerdi Nezaket’e ama Nezaket bu altınları ikisinin sonsuza dek yaşamasına olanak verir diye delice sevinerek, Roma arenasındaki gladyatör gibi hırsla saklıyordu, ne evlenmesi! Zarife’yi bir güzel dövüp sömürüp her şeyi elinden alırlar ve sokağa atarlardı. En iyisi ikisinin beraber yaşlanmasıydı, ancaaak çok güvenilir birisi çıkarsa… ona da belki onay verirdi. Erkekler başta düzgündür, sevgi doludur; ama sonra çocuklar olur, karılarını dövmeye başlarlar, sonra onları başlarından atıp yeni karı almaya… Zarife, çeyiz denen şeyden de hiç hoşlanmaz ki, ikisi için istedikleri gibi takıldıkları, bir boyunduruk altında olmadıkları rahat bir yaşamı sever ama… peki, Zarife kendi yolunu, kaderini çizmek için Nezaket’i terk etmek istese, işte bunu Nezaket hiç düşünmüyordu ve düşünmek bile istemiyordu; çünkü o ellerindeki gözle görünmez pençeleri, çenesindeki gözle görünmez dişleri, kılıç dişli aslan dişleri…düşleri… pençelerini onun ensesine, uzun keskin pençeleri de genç kızın safiyet dolu papatyalar kadar güzel sırtına geçirmişti, “sonsuza dek benimsin! Çığlığıyla çarpıyordu sinesi. Büyükler küçüklerin üstüne mutluluklarını kurmak isterken küçükler tam tersi yollarda koşmayı pek severler. Küçükler için yaşamın yaptığı planı kimse bilmez. Peki, sevgili okur, sırtında sıfatında öyle pençeler varsa onlardan nasıl kurtulacaksın? Pençeli sırt rahat edemez ve bu senin enerjini kurtarma, bağımsızlaştırma mücadelendir, geleneksel olarak bu işe “imtihan” derler. Zarife, o yaşta bunları nasıl bilebilsin ki? Sırtındaki mahzun papatyaları hayran kalıp koparacak, ya da çalmak isteyenleri nasıl bilebilsin ki? Nur tuvalete gitti, Ayla ise ayna önünde makyajını tazeliyordu. Kirpiklerine maskara sürerken yapacakları gezintiye dair sohbet ediyorlardı, “akşam olmadan dönsek iyi olur” dedi Ayla. Nezaket onların gezme düşüncesini, kaçak olarak gidebileceklerini Nezaket’e fısıldamıştı. Nezaket onları gözlüyordu, kızlar sırtlarına sırt çantalarını takıp sıvışacakken; “kızlar selam vermeden nereye” dedi, onları evin arkasına çekti, “bir yolculuğa mı çıkıyorsunuz, nedir? Bu yemek uzmanı köpeğin hiç değeri yok mudur?” Kızlar kem küm edip yalan atmaya çalışıyorlardı. Sonunda amaçlarını itiraf etmek zorunda kaldılar; “fazla uzaklaşmayacağız. Merak etme; başımızın çaresine bakarız.” “Aaa, nasıl endişelenmem ki! Beni çorba yerine koydunuz! İnsan söylemez mi, bilgi vermez mi ya? Ayıp ettiniz kızlar. Sansar gibi kaçıyordunuz. Küçüksünüz; ama çok güzelsiniz ışık gibi. Bacak arasında bir boğa yılanı yaşadığını sanan ve tecavüzden sabıkası olmak üzere olan zihni gelişmemiş adamlar var buralarda (yalan atıyor onları korkutmak için) Sizi yalamak isterler, cehennemi yaşatırlar. Götünüzden kan alırlar.” İki kız buz kesti. Tedirgin olup gerilmişlerdi. Nezaket güldü: “Hiç yalattınız mı?” Bu soruyu çok ciddi sormuştu. Kızlar ne diyeceğini bilemedi. Ayla dayanamadı; patladı: “Doktora götür bari; amlarımızı kontrol ettirmeye ne dersin?” Nezaket parlamadan hoşlandı, kahkaha attı: “Amlarınızı yerim! Kız kıza muhabbette her soru sorulur. İki erkek sohbet ediyor, biri şöyle başlıyor lafa; taşağını yediğimin güzel adamı; anlat bakalım nasılsın görüşmeyeli?” Kızlar kıkır kıkır gülmeye başladı. Nezaket, eğlence olsun diye, bir gardiyan gibi algılanmamak için konuşuyordu öyle, birkaç pis seks fıkrası anlattı. Kızları güldürdü. “Zarife’ye böyle şeyler anlattığımı sakın söylemeyin. Ortama muziplik katmak için anlatırım böyle şeyler. Bıçak tutmasını, savurmasını, sallamasını bilir misiniz? Yok, et kestiğim için, tavuk parçaladığım için iyi bilirim. Gezeceksiniz filan, yanınızda kendinizi savunacak bıçak, bir şey yok, size bıçak kullanmasını öğreteyim.” İçeri fırlayıp iki ekmek bıçağıyla geldi, yakındaki ağacın yanına getiri onları ellerinden tutarak, “ağacı düşman gibi algılayın.” Nezaket öyle hareketler yapmaya başladı ki, hamleler yapıp ağaca bıçağı biraz vurup geri çekiliyor, dans ediyordu, ayak dansı Muhammed Ali’nin dansı gibiydi, “bıçağı sağlam tutacaksınız.” Kan ter içinde kalmıştı, bıçağı Nur’a uzattı, “sen dene bakayım.” “Korkarım kaza olur ya!” Yalvarırcasına; “Nezaket ablam boş ver.” “Bırak ya!” Hafif bir tokat attı okşama arası: “Ne Nezaket’i be! Ben senin koçunum, koçum de bana!” Nur ve Ayla gülmeye başladı. Nezaket ona bıçağı uzattı yine: “Korkma; dene! Karşında sana tecavüz etmek isteyen bir sapık var, direnme, öldürürüm diyor, zaten yine öldürecek seni, asla ölüm korkusuyla direnişi bırakmayacaksın! Tecavüz vakalarının çoğu böyle gerçekleşir, öldürme tehdidiyle, araca bin yoksa öldürürüm der mesela. Karşına sapık çıktıysa, kim bilir, üçlü sevişme fantazisi arayan ve seni kafaya takmış karı koca çifttir bu, arkana, belinde saklı olan bıçağı çıkaracaksın!” “Onda da bıçak varsa?” “Doğru hamleyi yapacaksın. Gelen hamlelerden kaçmayı bilip sen hamle yapacaksın.” Yere baktı Nezaket, “beni düşür” dedi, nur onu itti hafifçe, Nezaket yere düştü, “üstüme otur, bıçak elimden düştü, öteye savruldu,” bıçağı o tarafa düşürmüş gibi yaptı, “üstüme otur,” Nur, onun üstüne oturdu, bıçağı boğazıma saplamaya çalış ya da bir gözüme, yapar gibi yap,” Nezaket bu sırada yerdeki taşı eline aldı, avuç içine sığacak kadar taşı onun başına vuracak gibi salladı ağır çekimde. Hemen sonra bağdaş kurup oturdu, bıçağı ağaca fırlattı, bıçak ağaca saplandı, diğer bıçağı da sallayıp fırlattı, beş metre kadar bir mesafe vardı, bıçakları ağaca saplayabilmişti. Kızlar hayran kalmıştı bu harekete. “Filmsin sen Nezaket abla, pardon; koç! Filmlerde rol alsan dev bir hayran kitlen olur, seni çekip internete koyalım, bıçak numarası çok tutar, yapan da yok, öyle rezil salak videolar milyonlarca kez izleniyor ki, köylü kadın, gladyatör kadın olarak nam yaparsın. Ayrıca bu seks fıkralarına gülmekten ölür Türk halkı. Ayrıca üniversalsın sen; yani fıkrayı İngilizce anlatsan var ya, offff, dünya duyar seni. Ayak dansın süperdi!” dedi Nur. “Ergenliğimde bir ara halk dansları topluluğundaydım, ilçede en iyisi bizdik. Halk danslarında ayakların önemi büyüktür, o dans hareketleri oradan kalma. Biraz da uydurdum, doğaçlama yaptım yani. Kısa ya da uzun balta kullanmak, mızrak kullanmak, satır kullanmak, zincir kullanmak, kısa tahta ya da sopa kullanmak, kum ya da toprak kullanmak. Sınır yok. Özellikle onluk inşaat çivisiyle üstüme gelen en az 15 adamı öldürebilirim. Sağ ve sol elimde iki onluk çivi olsun tamam.” “Hadi ya!” dedi Ayla, “atma! On beş adamı yere sererim mi diyorsun?” “Aynen!” “Denedin mi?” “Yapamazsın dediler ve 10 adamı hastanelik ettim. Aynı anda üstüme çullandılar; ama mahvoldular, birinin bir gözü kör oldu. Diğerini böbreğine denk geldi; ameliyat oldu.” “On beş adam bulalım ve cep telefonu kamerasına çekelim, internete koyalım; efsane ol!” “Asla! Ben burada bir işçiyim. Öyle şeylerim duyulsa işime son verirler; bu çiftlik saygın ve aşırılıkları kabul etmezler… Onlar benle iddialaştı tarlada, biriniz ölürse, dedim öldürücü vurma dediler, ısrar ettiler tamam dedim, yaralanırsanız şikayetçi olmayacaksınız dedim, tamam dediler ama yaralanınca çok kızıp isyan ettiler, erkekliklerine yediremediler yenilmeyi. O zamanlar 25 yaşındaydım. Uzun yıllar geçti üstünden.” “Bu iş nasıl öğrendin?” “Tarlalarda işçiydim, domates topla, patates…öyle işler…kaldığım yere uzaktı. Kilometrelerce yolu yürüyerek giderdim ve karanlığa kalırdım, bir ara bıçak taşıdım; ama taşıması dertti, bir gün yolda birkaç onluk çivi bulunca onlarla pratik yapmaya başladım. Çiviyi tahtaya saplamak zordur, elin çok acır, ellerim şişti, sonra bez koydum, zamanla alıştım, kararlılık, başaracağım inancı, irade çividen serttir, elimle çiviyi tahtaya çakmaya başladım. Çok hırs yaptım ve çektiğim acıyı unuttum ve sonra elim alıştı. Tekniğini geliştirdim, elimdeki çiviyi bir vuruşta tahtaya çakmayı öğrendim, sertleşmiş bir pense yalamak gibi sünnettir!” Kızlar gülmeden koparken; “çok art niyetlisiniz ya, bir ara yani ufakken bisikletçi yanında çalıştım, ustam pense istedi, duymadım, ensemi sıktı, tekrar istedi, ip atlayan kızara gözüm takılmıştı, ensem çok acıdı, penseyi ona verir gibi yaptım, geri çektim, kızdı ve güldüm ve pense bal tabağı içine düştü, yala ver onu bana dedi, yalamadım; ustam yalamıştı. Gece geç saatte kadar çalıştık, üstümü değiştirirken yanıma geldi, penseyi yalamadın benimkini yalayacaksın dedi, önünü açıyordu, kafasına levyeyle vurdum, yere düştü ve kaçtım, orada son günüm oldu. Peşimden bağırdı, şaka yapmıştım. Şaka değildi. Kızlar sahip olduğunuz değeri bilmelisiniz. Yani erkek milleti sizin gibi ay ışığı gibi görünen kızlara alışık değildir buralarda, sizi görünce hemen şeytana uyabilirler, uyarlar da. Size komik geliyor olabilirim; ama dikkat etmeniz gerek. Burası vahşi bir yer. bir vahşi hayvan çıkar karşınıza, bir hayvan insan çıkar, değil mi? Kurt, ayı, domuz mesela. Elinizde baston gibi mızrak gibi bir şey yok. Eskiden ormanda yürürken fasulye sırığı kullanırdım, ucuna sivrilttiğim demiri bağlamıştım.” Sigara yaktı, canım çay çekti, çay içelim!” dedi, hemen alıp gelirim. Koymalı börek de yaptım. Pişmiştir.” Fırlatıp gitti. Ama kızlar da fırlayıp uzaklaştı. “Fantastik bir kadın” dedi Nur, “ben bunu basit sıradan bir köylü kadın sanırdım filmlerdeki gibi.” “Aynen öyle, ama atıp durdu ara ara.” “Kurt dedi de korkarım… Çok uzaklaşmayalım. Kıymalı börek yapmış, sıcak sıcak ne güzel yenir, annem bir ara sık yapardı; yemeden gitmesek!” “Şöyle yapalım; odamızda yiyeceğiz deyip alıp gelirim, sen bekle.” Ayla börekleri alıp geldi, anneannen mutfağa geldi, Nezaket onunla ilgileniyor, bir şeyler konuşuyorlar. Bana az sonra gelirim diye fısıldadı, kaçalım.” Gülerek koştular. İlkokul çağında örgülü saçlarıyla okuldan eve doğru koştukları gibi ağaçların arasından, ezan okunurken… Çiftlik evinden epey uzaklaşmışlardı. Nur yerde bir dal parçası gördü, “bu kesere benziyor, bunu ben bir zararlının kafasına indirebilirim. Kafa patlatır ya bu.” “Öyle mi diyosun?” “Kesinlikle. Çok sevdim bunu! Pratik yapmaya başladı birine vurur gibi, Ayla’ya vurur gibi yaptı. Yerde arandı. “Şunu da sen al. Bir düşman karşımıza çıkarsa avanak gibi bakmazsın.” “İyi dedin kız!” Ayla, odunu eline aldı: “Kafamı bozarsan dalarım bununla sana haa?” Güldü. Odunları kılıç gibi tutup vuruştular bir süre. Sohbet ederek ilerliyorlardı, neşeli bir sohbet başlamıştı aralarında. Nezaket evin hanımıyla konuştuktan sonra masadan sandalye çekip oturdu ve mutfak penceresinden bahçeye, ağaçları seyre koyuldu, bir elini çenesine dayadı, gençlik yıllarını düşünüyordu, yıllar öncesinde kalan genç kıza bakıyordu aslında. Tarlalarda köle gibi çalışmıştı, soğan toplamak ne zor işti, domates toplamak, ya patates toplamak, mandalina ya da portakal toplamak…çapa yapmak, zararlı bitkileri yolup çıkarmak. Kazma sallamak güneş altında… kışın havuç toplamak ıslak tarlada…yeşil soğan toplamak… marul toplamak…turp işi…pırasa… hayatından bezdiği yıllar… ama pes etmeyi düşünmediği ilk gençlik zamanları…güçlü kuvvetliydi…sevgi ve aşkı yaşamak isterdi, biri çıksa ve beni sevse, sevişsek ve benle evlenmek için can atsa diye düşünürdü, teneke surat diye takıldığı bir kara kuru bir kız arkadaşı vardı, onu en çok seven oydu, o da hasta bir kızdı ve onu çalışmaya götürürdü, onun yerine iş de yapardı, o çirkin, yüzü iri kemikli sıska kızla çay içip onu neşelendirecek bir şeyler anlatırdı, sana saç tokası alacağım, kırmızı sana çok yakışır. Seyrek dişli kız gülümserdi, hayalet gibi bakardı, ona umut aşılamak isyterdi, kız babasından sk sık dayak yerdi, tarlaya çalışmaya glediğinde bir yerleri morarmış olurdu, üvey annesi onu hiç sevmezdi ve evden kaçıp gitmesi için her türlü sıkıntıyı çıkarırdı. Teneke surat ağlardı anlatırdı olup bitenni. O evden gitmem lazım, o evde kaldıkça bir bok olamam ama kardeşimi çok seviyorum onu bırakamam. Nezaket de ona öyle şeyler anlatırdı ki, çok güzel bir kocam olacak, hastalığın yok olacak, o seni güzelce iyiyp içirecek, böylece hastalığı yeneceksin. Hayal edemediğin kadar güzel günler yaşayacaksın. Dört çocuğun olacak. Para sıkıtısı hiç çekmeyeceksin, tarlalarda asla çalışmayacaksın. Kendi evin olacak. Kocan aracıyla seni istediğin yere gezmeye getirecek. Restoranlarda patlayana kadat et yiyebileceksin, canın ne çektiyse. Şu an açılktan nefesin kokuror olabilir, yağlı iğrenç saçların. Ama kocan seni kuaföregötürecek. Saçlarında kepek kalamayacak, makyaj da yapabileceksin. İstediğini giyebileceksin. Mini etek bile. Kocam kıskanç olursa giydirmez. Orası oöyle. Paça yahni, kebap yiybileceksin düşünsene. .kopcacığım beni yemeğe görtür dediğinde götürecek seni araca atlayıp gidebileceksiniz. Oysa nezaket bu kızın en fazla üç beş sene yaşayacağını seziyordu. Kansızlık var. Verem var. Şeker var. Tansiyon var. Eti burşup yaışömış keimklerine. Canı çekilmiş. Kararmış ve sararmış bir surat. Karaciğer kanseri olanların suratı gibi. Son devre karaciğer kanseri olmuş gibi bir surat bu. Ah be caım teneke surat. Sen merak etme yapacağım kendime bir baraka .br yer alıp. Beraber sonsuza dek yaşarız. Can yoldaşı oluruz birbirimze. Taöma sen şu kocayı anlat Nezakt güldü. Sana krmızı güller alacak. Asla cimri olamyacak. Gül sever misin Bir boka yaramaz ki gül. Çiklata alsın. Ltın bilezik alsın. Para versin. Pırlanta alsın. Seni açıkgözzz. Gül ne ki kızım. Bana çalıştığı bütün parayı versin. Neden Çürüdüm gittim tarlalarda çalışmaktan. Elim para görsün. B Nezaket, mutfak masasında oturuyordu, bir an ağlamaklı oldu, gözlerini sildi, kendini yorgun hissetti, bedenen ve ruhen, “artık şu istediğim hayatı yaşasam ve buradan, bütün bu gereksiz insanlardan kurtulsam, ne zaman kurtulacağım?” Sanki taş taşımış gibi yorgun hissediyordu, ruhu, içi çok sıkılmıştı. Kendini yenik hissediyordu . Bir şey trink etti kafasında: Yaşlı, küfürbaz o kadından duymuştu; “insan 40 yaşından sonra asıl yaşamaya başlar, 50 yaşından sonra, çünkü o yaşta kadar boş, saçma, gereksiz şeylerle uğraşır durur, boşanır mesela, iş değiştirir mesela. Hiç ummadığı, hayalinden geçirmediği şeyler yapmaya başlar. Doğru seçimleri yapar, doğru yeri, doğru insanları bulur. Başkaları için değil; kendi için yaşamaya başlar.” Masadan kalkacaktı, biraz daha oturmaya karar verdi, “salma kendini hareket et, güzel şeyler olacak. Güzel bir şeyler hissetti birden, Ayla ve Nur geldi gözünün önüne. Onları düşünmeye başladı. Mücevher gibi ışıldayan kızlara bakmak, onlarla sohbet etmek, değişen yüz ifadelerini seyretmek, yüzlerinin gülümsemeyle inanılmaz çekici ve parlak hale gelmesi, kahkaha atarken daha bir güzeller, dişlerinin beyazlığı, hoş parfüm kokuları, kibar hareketleri…ne güzeldi! Çok hoşnut ediciydi. Hiçbir türlü böyle tatmin edici hisle karşılaşmamıştı şimdiye kadar. Bunlar cici cici büyümüş kızlar, bir şeylerin acısı derinden, delirecek kadar sarsıcı biçimde hiç hissetmemiş kızlardı ve kendi gençliğini düşününce… Mehtap’la geçen yıllarını düşününce, o zor ama bazı anları dünyaya değişmeyeceği günlere gidince zihni, gözyaşları yanağına düşmeye başladı, bir an pıtır pıtır düştüler, bir ses duydu hemen elinin tersiyle yüzünü sildi. Aynı düşüncelerle mutfak kapısından içeri adım atan Zarife nin de içinden geçmişti, benim gençliğim ve onların gençliği diye düşünmüştü, benim giydiklerim ve onların giydikleri ve kendini böcek gibi hissetmişti, pis bir böcek gibi, tehlikeli bir böcek gibi, akrep gibi sokak bir böcek gibi, kobra gibi bir yanı da vardı bu işin, insanın içinden umut çıkmadıkça insan kobralık yapmadan ölmez azim etmeyi bırakmazsa… Cümle sanki karışık oldu. İnsanın içinden umut çıkmamalı. Umut gün gelir karanlık zamanların en beterinde kendine bir çıkış bulabilir, ve insanın tabiatında kobralık vardır, en salak insanlarda bile…ve insan azim etmeyi bırakmazsa, pes etmezse, sabrederse…mücadeleyi sürdürürse eğer işte o zaman tabiatında kobralığı kullanma imkanı bulur, o kobra yön kendini açığa çıkarır an gelir zaman gelir. Azim denen şey kendini bildi biledi vardı Zarife’de. Ama imkanları yoktu, sıkışıp kalmıştı bu hapishaneye, nezaket ve onun çevresi, zengin çevresi, ve bu zengin çevreden hiç kimse Zarife’nin içinden neler geçiyor, ne ister diye sormuyordu. Zengin ama aptal çevre. Hep kendini düşünen çevre. Zarife odasında nezaketi pazardan aldığı plastik çerçeveli dikdörtgen küçük aynada kendine bakmış, saçı, giysisi…ve nur ve aylayı gözünün önüne getirmiş, ve kendisini çöp-lük gibi çöpe atılmış bebek gibi hissetmişti. Niçin kendisinin öyle güzel giysileri yok ki diye soru soramazdı, sormazdı da, Giyinmesi gerektiği gibi giyinirdi, ve geceleri yatağa uzandığında müthiş fantazileri başlardı, renk ahenk gökkuşağı giysiler, istemediği kadar giysi, hayal etmek ne hoş. Milyonlarca insan gibi gündüz gerekeni yaparlar, mecbur oldukları için, katlanmaları gerektiği için, kuzu kuzu katlanırlar, ses çıkarmazlar, tertemiz yaparlar işlerini, gerekenleri, çıt çıkarmazlar, hiç isyan etmezler, kimseyi eleştirmezler, görevler yapılmalıdır ama gece olunca düzgün yaşayan o namuslu insan gece bir fahişe gibi ortaya çıkıverir, en kurulmaz düşler kurulur, en olmadık düşüncelere yer verilir, çünkü gece, sorumluluk yok, kendi başlarınadırlar, yapayalnız, iç sesleriyle birlikteler, görev yok, bitmesi gerek iş güç yok, kimse onları rahatsız edemez, bir ayin yapar gibi, bir kurban keser gibi, bir insan kesme töreni yapan Aztek’liler gibi hayaller kurarlar, namuslu insan muazzam pes etmez bir fahişeye dönmüştür, gündür yok saydıkları o insani yanları ortaya çıkmıştır, özlemleri, olmak istedikleri yer, giymek istedikleri, söyleyemedikleri, yaşamak istedikleri şeyler, onlara ilginç ve güzel gelen düşünceler, sorun şu, gündüz yaşadıkları hayat sevdikleri hayat değildi, yaşanılan hayattı, gece yalnız kaldıklarında içlerinden geçirdikleri…o hayat ise gerçeklere uymuyordu. Bu bir ikilemdi, gece ve gündüz gibi birbirine zıt. Ağladın mı sen Nezaket abla? Ne ağlaması kız. Git bahçeden çiçekler kopar getir. “Ne için? Sevgi böceği malların masaya koydukları gibi masaya mı koyacaksın?” Üstün görüşlerini kendine sakla. Ya şaka yapayım dedim. Zevzeklik sonra yaparsın canım. “Nur ve Ayla için çiçekler, saçlarına, kulak arasına yerleştir.” “İyi fikir.. Ama hanım ağa sıçar ağzıma.” “Ağalık mı kaldı? Gizlice kopar işte.” “Peki ablam.” “Senin aklına gelmiş gibi yap. Kızların seni sevmesini isterim, çünkü kendini ezik hissetmeni istemem, sen onlardan zerre aşağı değilsin, sen onlardan üstünsün. Güldü Zarife; Süper yıkama yağlamaydı.” Güldü. Onu öpmeye çalıştı yanaktan. “Gezeceklermiş, gidip takıl onlarla. Yoruldun.” “Cin fikirli ablam anam babam… Zarife, şip şak gidip geldi çiçeklerle. “Kızlar nerece?” “Derin dondurucuda!” diye bağırdı, “Of git bak buradadırlar. Çok uzaklaşmış olamazlar.” “Kadir dayı, konuk kızları gördün mü?” diye sordu Zarife. “Şu taraftan gittiler.” “Derin dondurucuya baktın mı?” Şaşırdı Zarife: “Kafan mı güzel?” “Nezaketi duydum da. Hep sen şaka yapacaksın değil ya.” “İki haftadır sefalet çekmiş gibisin, ne o üst baş?” “İş üstüyle köstebek gibiyim, ha?” Zarife güldü. …………………………………….. “Kaldırım mühendisiyle evlendireceğim seni kız.” Zarife, ona dil çıkardı çocuk gibi ve gülerek uzaklaştı. Kadir şöyle düşündü; “lanet çiftlikten ne zaman emekli olacağım…biri sesleniyordu sigarasını yere atıp üstüne bastı: “Geliyorum efendim!” diyerek koştu. Söylendi: “İş bitmiyor bir türlü amk.” Kızlar ormanda küçük bir gölet buldular, temiz ve berraktı su, saatlerini orada geçirdiler. Sonra hava kararmaya başladığında.. vaktin nasıl geçtiğini anlayamamışız diyerek aceleyle toparlandılar, aslında ateş yakıp bir süre daha burada kalacaklardı, buradan çok keyif almışlardı. İdris veranda da telaşla kızların gelmesini bekliyordu, kızlar görününce içi rahat etti, kızların yüzünde coşkulu, parlak ve mutlu ifadeye sevinmiş, onları buraya getirmekle çok iyi ettiğini anladı, sürekli iş için ülke içinde seyahatler yapardı aracıyla, yurt dışı, ailesiyle beraber geçirdiği zamanlar çok sınırlıydı, robotlaşan hayatına canlılık girmişti, ailenin can çekişen birlik ruhunun canlandığını, parladığını hissediyordu, herkes halinden memnundu. Erdoğan da şeftali bahçesinde şeftali toplamıştı, bir işe yaraması ne güzeldi. “Burası çok eğlenceli baba!” dedi Nur, gölette geçirdiği anlardan söz ediyordu, yüzme havuzunda yüzmeye hiç benzemiyor. İdris eski günleri hatırladı. Üniversite ilk yılı bitmişti, çiftlikte işlere yardım ediyordu, tarlada çalışıyordu, iş yaparken köyden 14 yaşında bir kızla dostluk kurumuştu, fakir kız gündelikçiydi tarlada, kız güzeldi, sarı saçları bir başkaydı, mavi gözleri inanılmaz tatlı bir ışık saçardı. İdris onunla vakit geçirmekten büyük haz alırdı, akşam olurken kızı alıp yürüyüş yapıyordu çevrede, onunla sohbete doyum olmuyordu, fakir kız zekiydi, okumak istemiş okuyamamıştı, babası şehirde tutunamayınca köye gelmişti baba evine, İdris onun durumunu ailesine anlatmayı düşünüyordu, ailesi onu okutabilirdi, büyük ihtimal yaparlardı bunu. Bir akşam Özlem çiftliğe gelip İdris’i sordu, İdris o gün kasabadaki dostlarını görmeye inmişti, içmeye. İdris’in annesi ve babası verandada oturup çay içiyorlarmış, kız İdris abi nerde diye sorunca, anne, ondan uzak dursan iyi edersin demiş, kendine göre birini bul. Sandığın gibi değil; biz dostuz. Uzak dur yeter. Kaybol bir daha gözüm görmesin seni. Aman be. Oğlunu yemedik ki. Hayriye çok ağır konuşmuş. Bir tartışma alevlenmiş. Kızı kovmuş, kız ağlayarak gitmiş. Bu olaydan sonra kız İdris in yüzüne bakmadı. Bunu İdris e babası anlattı ve o gün İdris annesini defterden sildi. Birkaç gün sonra evi terk etti. Bu olay İdris in içinde yağmur gibi yağıp durdu yıllarca, Sonra anne; eve gelmezsen para yollamam dedi, yollamadı, evlatlıktan reddederim dedi, bir şey yapmadı, İdris ailesinden kimseyle görüşmedi, para yüzü de görmedi, başının çaresine baktı. “Eve gelmezsen seni mirasımdan men ederim, hayat boyu sürünürsün.” Anne ona ulaşmayı istedi ama reddedilmekten korktu, oğlunun kendi gücüyle var olabildiğini görünce de onu kendi haline bıraktı. O gece öğrendi, İdris e e posta atan annesi değildi, kadir amcasının torunuydu, Kadir toruna demiş ve torun internette araştırıp bulmuş şirketin adresini. “Kadir amca, çok kızgınım sana. Neden yaptın böyle bir şeyi. Bunu annemin yapması yüreğimi ferahlatırdı.” Kadir güldü: “Ne bileyim, düzene sokayım dedim işleri.” “Köpeğin vardı çok sevdiğin, nasıl şimdi?” “Öldü yıllar önce.” “Oğlun ne yapıyor?” “Doktor oldu.” “Vay be! Doktor, ha. Onunla oyun oynarken hep doktor olacağını söylerdi zaten.” “Çok zaman geçti.” “Neden gelmedin ki?” “Biliyorsun durumu.” “Her kötü durumun sığınılacak iyi bir tarafı vardır. Köpeğimi severdin, onu bahane edip gelebilirdin.” “Ne diyeyim. İnsanın kafası atınca bakamıyor iyi taraflara.” “Çok bekledim seni. Bana değer vermiyor muydun?” “Verirdim ya.” dedi gülerek. “Ama ne derdin? Sen babam kadar değerlisin, seni çok seviyorum. Ayrı kalamayız. Ne sözler savururdun bize geldiğinde. Küçükken ve lise sıralarında.” İdris güldü, aptal gibi: “Ne yapayım olan oldu, küçükken saflık hesapsızcaydı, saçtığımız iyilik güçlüydü, kötü şeyleri gözümüz görmezdi, görsek bile onları unutmamız çok güçlüydü. Hayatı merkezinden kucaklardık.” “Annene kırıldın. Basıp gittin. Peki. Kaç insanı kırdın; baban, ben ve diğerleri. Buralar, sevdiğin her şey… Benim ve onların suçu neydi?” Bir anda gözleri doldu İdris’in: “Hep seni hatırladım. Hiç unutmadım ki. Burası da aklımdan hiç çıkmadı ki. Sana çok şey borçluyum, çok şey öğrettin bana Kadir amca, mesela ata binmeyi.” İdris, ilerdeki annesine baktı: “Bütün o mutsuzluklardan acılardan ve kayıp yıllardan sen sorumlusun anne.” Mutluymuş gibi gülümseyip el salladı annesine, uzaktaki annesine. “Berbat insan” diye mırıldandı, “hayatımdaki en kötü insan sensin.” Hayriye hafifçe; ama çok uzaklara, çok derinlere değen biçimde gülümsedi: O da el salladı gülümseyerek. Bir şey geveledi ağzında. Ne dedi acaba kadir amca diye sordu İdris Ne bileyim, güzel düşün evlat, güzel düşün. Ben gidip annemle konuşayım. Güzel konuş. E tabi. İdris annesiyle mutlu günleri hatırlayarak ilerliyordu, aslında annesine çok kırılmasına gerek yoktu; ama o an böyle hissetmişti. Küçükken çiftlik çalışanlarını arkadan korkutması ve elleriyle gözleri kapatıp ses tonun değiştirip “bil bakalım kimim?” demesi gibi bir şey yapmak istiyordu annesine. İdris büyüdüğünde bile annesinin yanında sevgiyle coşar çocuklaşırdı, kendine engel olamazdı. Annesi ise onun hiçbir şakasına gülmez, hep kızardı, İdris’i de bu kızmayı, annesinin yüzündeki ifadeyi severdi, o ifadeye aşıktı. Soğuk, güçlü ve ruhsuz gibi görünen her zaman ciddi bu kadında kızgınlık yaratabilmek onu acayip çok şenlendirir ve kahkahalar atardı o anlar. “Şımarık çocuk, yalak çocuk da hiç sevmezdim diye düşünürdü İdris daha çok gülerdi o zaman. Tatsız şakalarla annesinin ruhuyla oynamayı pek severdi her zaman. “Anne, olan oldu, deşmeyelim ama keşfe o gün Nur’u kovmasaydın kapıdan ya da benden mektupta benden özür dilesen ne iyi olurdu, o mektubu sen yazsan ne güzel olurdu.” Diye düşündü, annesinin yanına gelince. Hayriye gülümsedi: Artık ortaya çıkabilirsin, orda mısın. Buradayım dedi bir kadın sesi, güldü. İdris sesi tanıdı; ama çıkaramadı. Heyecanlandı, annesi bir sürpriz hazırlamıştı, neydi? Ağacın arkasında bir kadın ortaya çıktı. İdris kadına dikmişti gözlerini, karanlıktan usul usul yaklaşan kadına. Bu kadın, yoksa bu kadın… Kadın meleksi biçimde gülümsedi, Hayriye oğluna baktı, geçmeyen yarayı yok etme ümidiyle, kalp yarası. Sen gelince onu çağırayım dedim, yıllardır görüşüyorum onunla. Geç oldu güç oldu ama sonunda istediğin oldu mu? Ayın aydınlığı Özlem’in yüzüne vuruyordu, O an hepsinin hayatına… İdris’in hayatına altın ve meleksi bir el değdi sanki, İdris’in içinde yıllar yılı büyüyen yara yok olma sancısıyla bir çatırdadı, bir çatırdadı, İdris’in beyninde uğultular kopmaya başladı. Genç kadın yüreğiyle bakışıyla şunu dedi: “Benim yüzümden annenle ayrı düştün, içim kaldırmadı. Tek suçlu benim, benim yüzümden acı çektin. Keşfe kapınıza gelip seni sormasaydım, bunu yapmamam gerekirdi, cahildim, bilemedim.” İdris ise şöyle düşündü “Hayır hayır, suçlu benim, abarttım. Çok zoruma gitti annemin sana yaptığı, gitmemeliydim. Annedir, söyler…canı ne isterse söyler… Hayriye şöyle ise şöyle düşünüyordu: Suçlu benim, aranıza girmemeliydim. Hayriye ortadaydı, eski günlerden söz ediyordu, sağında kolunda girmişti oğlu, solunda koluna girmişti Özlem, kızı gibi. Usul usul konuşuyordu, ne güzel hava, çay içelim çay, bu havada çay içip sakin sakin eski günlerden konuşmaktan başka güzel bir şey yapamayız. Düşsel bir huzur ve mutluluk içindeydiler. Masaya oturdular, Hayriye işaret yaptı, zarife üç çay getirdi, o çıkan birkaç cümleden sonra ortam sessizdi, kimse bir şey demiyordu. İdris özleme derin derin bakıyordu, onu kucaklamak istiyordu; ama bu başka kadındı. Birden nasıl eski samimiyet kurulsun ki? İdris yere çevirdi gözlerini, otlara bakarken Özlem İdrise dikti gözlerini. Özlem aya dikti gözlerini, İdris ona baktı. Özlem yaşlanmış mı ne, hani nerde o parlak ışığı, evet, yaşlanmış, ne güzeldi eskiden. Dev bir hayal kırıklığı hissetti. Bakarken, konuşurken, hareket ederken büyük bir saflık ve iyilik saçıyordu çevresine. Ama az sonra alıştı onun yeni haline, küçük bir kızken nasıl ışık saçıyorsa yine öyleydi, bunu gördüğüne pek sevindi. Neler yaşamıştı Özlem, onca yılda? Neler olmuştu hayatında? Özlem de ona baktığında çok farkı biri görmüştü, çok arkadaş edinmişti, neye yaramıştı onlar? Kocaman bir hiç. Ama bazen bu hiçlikle tatmin olmak gerekiyordu, belki de hayatımın anlamı buydu, onun için. Başkaları için ne olur bilemezdi. Her şey zordu hayatında; ama İdris içinde hep capcanlıydı. Çünkü kalbindeki varlığı onu mutlu ediyordu, onu söküp atmayı hiç düşünmedi. Bir ara denedi; ama çok kötü oldu, kayboldu. “Kalbimdeki seni asla çıkarmayı denemedim daha bu beni aşan bir şeydi.” Hayriye, onu okutmuştu, hemşire olmasını sağlamıştı. Özlem bir adamla sevgiliydi, hamile kalmıştı, çocuk babasız büyümesin diye evlenmişti, çok kısa sürmüştü evlilik. Sonra bir evlilik yapmıştı, ondan da iki çocuğu olmuştu, o evlilik de kısa sürmüştü. “Bu sen misin Özlem, çok değişmişsin, üzerinden yıllar değil binlerce tır geçmiş sanki. Sen de öyle, tatlım, kocamışsın. Seni görmek ne güzel özlem. O sakin ve kendisiyle mutlu olmasını bilen küçük kızı karşımda görmek tarifsiz bir duygu? Beni özledin mi Deliler gibi. Kendimi bir şeylere verdim, çeşitli sanat dallarıyla ilgilendim. Sanat kaybolmamı engelledi, işte asıl mesele öyle zamanlarda kaybolmamayı becerebilmek. İçimde acı birikmişse onu dışarı akıtmamı ve hayata bağlanmamı sağladı. İnsan bunu yapmayı becerdi mi hayattaki en büyük belalarla baş edebilir, en büyük engelleri aşabilir, olmaz denenleri yapabilir, en büyük ve değerli mücadeleleri verebilir. İçimizde kopan fırtınaları başka ne dizginleyebilir, içimizdeki vahşilikle nasıl baş ederiz? İçimizdeki kötülüğü nasıl yeneriz?” Bu bana iyi gelir diye sevdiğim kim varsa kalas çıktı, Neyse ki ben düzgün bir kadınla evlendim. Seni yıllarca düşünüp durdum, parça parça oldu içim. Sonra dedim kendime artık üzülme, o orada bir yerde nefes alıp veriyor, canlı, gülüyor, üzülüyor, hayatın kollarında akıp gidiyor. Bu düşünce beni çok ama çok mutlu etti. Acım bir anda kayboldu. Uçarcasına hafifledi içim. Sensizlikle güreşilmiyor. Bir yanım hep eksik, bir yanım kara bir uçurumdu dibi görünmeyen. Şimdi hayatın nasıl. Berbat. Ama ne yapayım. Çocuklar var ama yalnızım. Kadınların yalnızlığı çok daha zor ve dehşetli acı vericidir. Bir kadın yalnızlıkla, acısıyla baş etmek için kaç bin takla atar haberin var mı? Buna eski kötü ilişkilerin kafada dönen hayaletlerini de eklersen eğer işin içinden çıkamazsın. Neler çektiğimi bilemezsin, annenin yardımları olması bitiktim, tabi bunlardan hiç haberin yok.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |