Bilge kişi her şeye şaşan kişidir. -Andre Gide |
|
||||||||||
|
Assos akropolü (Athena Tapınağı) 238 metre yukarda.Buradaki bazı surlar onarılmış, yine de ben buradaki bakımı ve özeni yeterli bulmadım.Tapınaktan geriye kalan taşlar gelişigüzel üst üste duruyor. Kendi halinde ve zamana teslim. Zirvede Ege denizini izlerken bir yandan da antik yunan kentinin kalıntıları sizi alıp götürüyor. Zirvenin denize bakan yönünde aşağıda antik tiyatro var ve halen dipdiri görünüyor.Buraya bir zamanlar büyük bir filozofun uğraması buradaki taşın bile rengini değiştirmiş.Herşeyde, heryerde bir ruh hakim, kadim zamanların varlığını anlamlandıran o bilge ruh. O antik tiyatrodaki kalabalığı görmeye çalışıyorum.Kürsüde Aristo ve tiyatro hıncahıç dolu .Onu izleyen öğrencileri hararetle tartışıyorlar . Aristo Organon adlı kitabından önermeler sunuyor kendisini izleyen kalabalığa. Düşüncenin tarihi burada yeşeriyor biraz daha, tarih burada şekilleniyor. Assos’tan Küçükkuyu istikametine gidiyoruz.Yolda rutin bir yemek ve dinlenme molası.Bu molalar yola dayanmak için önemli. Burada güzel bir kamping dikkatimi çekti, her çadırın bir buzdolabı var, zeytinliklerin altında hoş bir gölgelik. Bir geceliği sadece yirmi lira. Adatepe’ye çıkıyoruz.Burasının özelliği evlerin tamamının taş olması.Burada görülecek fazla bir şey yok. Küçükkuyu’ya geçip yine kalacak bir yer bulmalıyız. Küçükkuyu’nun denize sıfır evlerinin önündeki taş yolda yürüyoruz.Bisiklet burada pek çok sahil kasabasında olduğu gibi çok revaçta. Bu sefer apart-pansiyon ayarlıyoruz.Bunun en güzel yanı kendinize çay ve yemek yapabilmeniz. Pansiyonda küçük bir mutfak bulunuyor.Ertesi gün yolda başlangıç noktası olan İstanbul’dan bu yana tam 900 km yol katettiğimizi fark ediyoruz. Bu hızla yol almak insanı yaşamın ritminden öylesine koparıyor ki her şeye biraz yabancılaşıyorsunuz. Kaz dağlarının eteklerindeyiz.Tarih 2 temmuz 2009. Bir temmuzdan itibaren otel ve pansiyonlarda fiyat bir miktar yükseliyor.Apart pansiyonun sahibi 10 temmuzdan sonra bu fiyatın daha da artacağını söylüyor. Balıkesir , Güre’deyiz.Girişte İda (yıkanan kadın ) heykeli karşılıyor sizi. Ağlayan şelaleye doğru yol alıyoruz.Gidiyorum ama halen Assos’tayım. Kendimi yola veremiyorum.Ta ki ağlayan şelaleyi görünceye kadar…Buradaki görüntüyü , sesi , havayı kağıda nasıl çizebilirim bilmiyorum.Gürül gürül akan bir şelale değil de incecik kesik kesik çizgiler halinde usul usul yağan bir su düşünün...Sık dalların gölgelediği bir nehir ve şelale yatağı…Akan suyun erittiği taşlar altın gibi parıldarken akan bu suyun sesini gözyaşlarıyla bastıran bir başka su. Bu suyun kalp atışı sizin kalbinizin atışlarını esir ediyor. Ağlayan şelaleden inen sular tek bir noktadan değil de, bir kaç metre genişliğinde ve yüksekliğinde yosunlaşmış bir yükseltiden damla damla uzayan çizgiler halinde iniyor...Bir kenarda iç çekerek usul usul ağlayan bir kadın sureti saklı bu taşta.Gözyaşlarının izi çıkmış ve bu iz yosunlara tutunmuş.Tam burası nefes kesici...bu izler bilge bir insanın yüzündeki izlere öykünüyor sanki.Yalnızca içli ağlamalarına şahit kılıyor sizi, suretini saklıyor, siz bu yüzü gah akan suyun şırıltısında, gah yaprakların hışırtısında arıyorsunuz…Naçar göremiyorsunuz…Bu doğanın bir şaşırtmacası. Ayağınızı serin sulara değdirerek ve minik taşlara basarak ilerliyorsunuz derede..O gizemli ve uçsuz fısıltıda fırtınalar saklı şıp şıplar eşliğinde. Burası ağlayan şelale…Kırılgan ve soluğu tükenmiş bir kadın olmalı bu denli sessizce ağlayan. Ağlamanın gülmekten güzel olduğu yegane yer burası. Bu denli estetize olmuş bir gülüş var mıdır ki ağlamak olsun? Yeşilin var gücüyle yuttuğu doğanın bu dar sokağında sizi kendinizin içinde bir labirente sokuveriyor.Derenin kenarında sahne almış ağaçların üzerindeki sarmaşıkların dansı günlerce bıkmadan izlenebilir.Yeşilin kendini bu kadar inatla ve tutkuyla var kıldığını görmemiştim (Karadeniz hariç). Sarmaşıkların naif yaprakları ağaçların güçlü bedenlerine neredeyse tamamen ele geçirme güdüsüyle yayılmış ve adeta zafer ilan etmiş. Ağaca yepyeni ve görülmemiş türlü çeşitli şekiller vererek kendisini onun değil , onu kendisinin bir parçası kılmış....ve burada toprak size soluk değmemiş efsaneler fısıldıyor. Şahlanmış doğanın Yaradanı meşkle sayıklamasından başka nedir bu cümbüş? Burada gömülü şiiri her damlasıyla açığa çıkaran bu sessiz şelalecik , taştan yüzünü yüzünüze dayadıkça doğada gizli binlerce şiiri ruhunuza beyaz güvercinler gibi salıyor. Yeşil ile suyun, dal ile yeşilin, ışık ile dalın,ses ile ışığın halveti bu. Kaosun anlaşılmaz ritminin büyüleyici görseli.Görkemin başdöndürücü yalınlığı.Suyun buğusu var burada ve buğunun cesaretli müziği.Su seslerine kulak verince ”Su, Tanrının yüzünü görmüştür .” diyen İlhan Berk’i anıyorum rahmetle. Burada çay yapan Hüseyin’le tanışıyoruz.Buraya tahtadan tahtlar, üzeri hasır serili çardaklar yapmış; yukarıya bir de Türk bayrağı asmış gururla...Çamur kubbeli bir taş fırın yapmış.”Çamur ısıyı tutar,” diyor taş fırında neler pişirdiklerini anlatırken.Bize odun ateşinde semaverde çay ve fırında bazlama yapıyorlar eşiyle..Bu şelaleyi ,hemen yukarıdaki zeytinliğini yangından korumak için beklediğini söylüyor.Güzel olan buradaki doğaya hiç dokunmaması. Buradaki doğanın yalın ve huzurlu diline ortak olmuş dili. Ağlayan şelalenin son yıllarda daha az ağladığını yani kuruduğunu söylüyor.Bugün çok sıcak olmasına rağmen burada göğü kaplayan dallar ve akan suyun emniyeti sizi hayret verici bir serinliğe boğuyor. Ferahlıyorsunuz. Başımı kaldırıp göğü arıyorum, dallar yine esir almış maviliği.Hüseyin (55) biraz ilerde incecik akan suyu gösterek “Bu aşk pınarıdır.” diyor hayatın hızına hiç değmemiş saf ve emin sesiyle...Babam ve ben kozalak ateşinde demlenen tavşan kanı çayı damarlarımıza kan diye gönderirken Hüseyin devam ediyor.” Kimine göre Afrodit buradan geçmiş de ağlayan şelalenin bir kısmı kurumuş.”Bunları yazmalıyım diyorum, “Aman burada öyle kalabalık istemem,” diyor gülerek. Onun ne demek istediğini diğer şelaleleri görünce daha net anlıyorum. Dünyanın Alplerden sonra ikinci oksijen merkezi olarak ün salmış Kaz dağlarındaki şelaleleri gezmeye devam ediyoruz. Zeytinli’de Sütüven ve Hasanboğuldu şelalelerini görmek için çekirge sesleri eşliğinde ilerliyoruz. Zeytinlikler ve çekirge sesleri burada uzun süren bir müzikal.Bu müzikal eşliğinde şairin dediği gibi “Avazım çıktığı kadar göğe bakıyorum.” Sutüven (sıçrayan su anlamında) şelalesine adını verenin bir şair olduğuna da söylentiler var.Kaynaklarda Mustafa Seyit Sutüven’e ait olduğu belirtilen Sutüven adlı uzun şiirin bazı bölümleri şöyle: Bir kayadan duman duman On yedi metre atlayan Dağ kokusuyla yüklü su. Boşluğa fırlayınca, saç Düştüğü yerde üç kulaç Mavi su, ak köpüklü su. .. Akhalılar da bir zaman Şair, ilâhe, kahraman, Şi'rini burda içtiler. Hepsi tapardı rengine, Rastlamamıştı dengine, Hiçbiri, mor Tesalya'da. Öyle füsunludur bu yer Şi'rine borçludur Homer Çünkü senindir İlyada. Dağda hayat uyandıran Taşları duygulandıran Bir son ilâhesin henüz. …. Burda Moğol, Yunan, Mısır, Med, Roma, Türk, asır asır Taptı döküldüğün yere. Tanrıların konakları, Orduların otakları Burda ererdi göklere. Söylediğim masal değil; Atları, kahraman Aşil Burda sulardı bir zaman. Burda gezerdi Keykubat, Burda keserdi Mihridat, Burda içerdi Antuvan! Göğse nasıl batarsa diş Öyle derinden işlemiş Taşlara Hektor'un izi. … Hepsini at da bir yana, Bari o günlerin bana Şi'rini söyle tatlı su. Şi'rini, geldiğin yerin Şi'rini, eski günlerin Söyle, köpük kanatlı su! Şiirde mitolojik motifler çok başarılı ve neredeyse bir yandan suyun sesini işitiyorsunuz. Burada Şelaleyi görmek için dere boyunca ilerleyerek yürüyorsunuz, girişte yöresel yemekler satılıyor, burada bir piknik alanı oluşturulmuş ve gayet kalabalık. Doğanın bütünlüğü insanoğlunun meraklı çabalarıyla kırılmış. İnsan doğaya sonradan eklenmiş bir parça izlenimini veriyor.Buradan dereboyundaki patikayı takip ederseniz Hasanboğuldu göletinin muhteşem berraklığı sizi büyüleyecek. Dik ve yalçın kayalıkların gölgesinde yüzen gençleri izlerken Hasanboğuldu’nun efsanevi öyküsünü hatırlamamak elde değil. Anne tarafından Edremit’li olan ünlü yazar Sebahattin Ali’nin (1907-1948) yazdığı bir öyküdür bu ve filme de çekilmiştir.Kaz dağlarının zor koşullarında yaşayan yörük kızı Emine ile Hasan’ın acıyla biten aşk öyküsünün anlatıldığı bu öykünün kısaca hikayesini verelim:1800’lü yılların sonlarında yörenin tüm köylüleri Çarşamba günleri Edremit’e gelir malını satar, kendi ihtiyacını alırdı. Kazdağlarının 1500 m yüksekliğinde Sarıkız zirvesinin eteğinde kıl çadırlardan kurulmuş obanın güzel kızı Emine de böyle bir Çarşamba günü Edremit pazarına indi ve Edremit Zeytinli köyünün yakışıklı delikanlısı ile gözgöze geldi.Sevdalanan iki genç böylece her Çarşamba günü buluşmaya başladı.Emine beş saatlik yoldan getirdiği sütü, peyniri Hasan’a verir, bahçıvan olan Hasan’dan da sebzeyi alırdı.Pazar dönüşü birlikte Zeytinli köyüne kadar yürürler , Emine oradan ayrılır ve saatler süren dağ yolundan obasına dönerdi. Bir süre böylece buluşan gençler evlenmeye karar verdiler. Ne var ki Emine’nin ailesi Hasan’ın oba yaşamına dayanamayacağını ileri sürerek bu evliliğe karşı çıktı .Sonuçta onu sınamaya karar verdiler. Hasan eğer bu zor sınavı geçebilirse oba halkı Emine’yi ona verecekti. Annesi ile helalleşen Hasan, sırtında 40 okkalık (60 kilo) tuz çuvalı ve yanında sevdalısı Emine olduğu halde dağ yolunu aşarak obaya varmaya çalışacaktı.Dört saat süren bu yolculuk Hasana çok zor anlar yaşatır, tuz çuvalı sırtını yakmaya başlar, bu dağ yolunda dereden taştan atlayarak gitmek zorundadır ve Hasan’la Emine Sütüven şelalesine vardıklarında Hasan’ın yürümeye mecali kalmamış, dizleri titremekte, soluğu kesilmektedir.Obasına söz veren Emine, Hasan’ı yüreklendirmeye çalışır ama nafile.Gökbüvet’e geldiklerinde Hasan yere yığılır ve Emine’ye buradan kaçmayı teklif eder, Emine obasına verdiği sözden dönmeyecektir, tuz çuvalını sırtladığı gibi obasının yolunu tutar.Bu, elbette Hasan’ın bu sınavı veremediği anlamına gelecektir. Hasan Emine’nin ardından feryad eder, “Emine gitme, köyüme dönemem artık, beni bırakma!” diye haykırır. Hasan’ın yaşadığı bu acı ve çaresizliğe Kaz dağları şahitlik eder. Emine Hasan’ı orada çaresiz bırakıp sırtında tuz çuvalı obasına vardığında buna çok pişman olur ve gece vakti ormana gitmek ister, ailesi izin vermez. Sabah olunca Emine doğruca Gökbüvete gider , Hasan yoktur.Edremit’e Hasanın köyüne gider. Ne var ki Hasan’ı kimse görmemiştir. Emine mecnun gibi dolaşmaya başlar, sürekli Hasanın onu çağıran sesini duymaktadır en sonunda Hasan’a verdiği yazmasını dere kenarında bulur , yıkılır.Hasan’ı yutan çılgın sular Emine’ye haberi bu yazmayla verir.Buna dayanamayan Emine bu yazmayla kendini ulu çınara asar.Gökbüvet’in adı Hasanboğuldu olur ve o çınarın adı da Emine çınarı. Babamla bir yandan bu hikaye hakkında konuşurken bir yandan Hasanboğuldu’da yüzen gençleri izliyoruz. Doğruyu söylemek gerekirse buraya çıkan dağ yolu o kadar dik ve zorlu ki , her adımda aşağı düşmemek için dikkat etmek zorundasınız.Bu minik göletçik ilk başta sığ görünse de aslında derin.Temmuz sıcağında suyu buz gibi.Dik kayalıklardan balıklama atlayan gençlerin minik kayaların üzerine çıkınca titrediklerini görüyorsunuz.Hasanboğuldu, dik kayalara sırtını dayamış , sık ağaçların ferah gölgesinde zamana meydan okuyor.Burada suyun, ağacın, kayanın, taşın, gökyüzünün renkleri öylesine canlı ve hayat dolu ki bambaşka bir perspektiften bambaşka bir şölen izliyorsunuz adeta.Yaşama dair tüm zerreler daha saf ve aşikar konuşuyorlar sizinle...daha yalansız.Göletin etrafında sonradan yapıldığı belli olan olukların alçacık taşlarına oturup bir süre bu manzarayı keyifle izliyoruz.Babam kayalardan özgürce yetişmiş ve serpilmiş gür ağaçları gösteriyor hayretle.Ağaçlar meydan okuyorlar taşlara. Sutüven şelalesinin hemen çıkışında çok ufak tefek yaşlı bir kadın bizi ısrarla durduruyor kayısı ve zeytin satmaya çalışıyor.Öpülesi kınalı elleri öylesine ufalmış ve yıpranmış ki , kurumuş ince dallar gibi parmakları…Ön camdan başını uzatıyor içeriye, nefesi duru ve çıplak bir rüzgara benziyor. Renkli gözleri, çizgilerle dolup taşan yüzünde birer fener gibi parlıyor, güneşin altında bekleyip durmaktan iyice kararan teninde yalnız bir aydınlık gibi. Başına doladığı renkli ve kalın örtünün altından dünyadan kaçıp kurtulmak isterken ona katlanmak zorunda olan biri gibi uzaktan bakıyor bize. Sesinde aradığını nihayet bulan birinin ferahlamış tınısı.”İstanbul’dan mı geliyorsunuz, size soracaklarım var, hele durun “ diyerek tutunuyor bana. Plakadan anlamış olacak.Yakalandığı amansız hastalık yüzünden zor günler geçirdiğini anlıyoruz ve bu halde çalışmak zorunda.Çünkü kendisine emanet küçük bir çocuk var yanında.Torunu olduğunu ve ona bakması gerektiğini söylüyor.Kendi çocuklarını soruyorum.Hiçbiri arayıp sormuyormuş kadını.Arkadaki araçların sabırsız kornaları çoğaldıkça kadın daha hızlı anlatıyor, hastaneler hakkında bilgi istiyor ısrarla, istediği yalnızca bu. Dermana giden yolda bir umut ışığı.Burada yol çok dar arkadaki araçların ısrarlı kornaları yüzünden ilerlemek zorunda kalıyoruz. 5.gece.Altınoluk’ta bu sefer dört yıldızlı bir otelde konaklayacağız.Bir grupla geziyorsanız bu en yakınlarınız bile olsa mutlaka gruba ayak uydurmalısınız.Oğlumu grubun diğer üyelerinin yanına bırakıp odaya dinlenmeye çıkıyorum.Onlar deniz kenarında erkekler için ayrılan açık havuzda yüzüyorlar.Ben de kadınlar için ayrılan kapalı yüzme havuzunu deneyeceğim.İçerisi çok kalabalık.Rahat edemeyip kendimi deniz kenarındaki masalara atıyorum.Burada maceranın eşsiz heyecanından biraz sıyrılıp güvenli bir gece daha geçiriyoruz. 6.günde Kaz dağlarını turlamaya devam ediyoruz.Çekirge seslerinin arasından ilerleyip Kalkım’da meydandaki kahvehanede soluklanıyoruz ve hemen ardından Çan’a doğru hareket ediyoruz.Bu hızla kendimi neredeyse rüzgar gibi hissetmeye başladım.Sadece uğruyor ve soluklanıp geçiyoruz. Çan ve Biga’dan sonra Erdek’e varıyoruz.Çekirge sesleri ve sık ağaçlar artık yok. Erdek kalabalık ve modern bir sahil kasabası. Son gün geç vakit vardığımız Bandırma’da kalacak bir yer arıyoruz. Bandırma gelişmiş bir kent, modern ve temiz. Mecburen şehrin merkezinde bir otelde kalacağız. Çünkü yer bulmak son derece zor bu saatte. Sahilin biraz yukarısında caminin hemen yanında bir otelde kalıyoruz. Otel tıklım tıklım dolu. Bunca dağ bayır dolaştıktan sonra şehir beni çok rahatsız ediyor. Betona gömülmüş bir yaşam ve insanlar sürekli koşturmakta. Bizimkiler otelin üst katında kalırken oğlumla bana ikinci katta bir oda düşüyor. Odaya çıktığımda camın yangın merdivenine açıldığını fark ediyorum...Burası bende yalnız kalamadığım duygusu yaratıyor, şehirde hep böyle bir duygu esir eder beni...Dördüncü katta kalan kardeşim Cem’le habire mesajlaşıyoruz.Ona tavandaki o garip şeyin ne olduğunu soruyorum.Yangın alarmı diyor. Komik komik şeyler yazıyor sonra...Kendi kendime tv kanallarını açıp geziyorum. Klimayı açıyorum.Çok sıcak. İnsanın bilmediği bir şehirde bir odada kalması ne tuhaf. Hayatın neresinde durduğunu bilemiyor insan. Kendi ömrünün hangi sapağında olduğunu kestiremiyor.”Hangi kavşakta dursam çatallı bir acıyım “, diyen şairin dizeleri sıralanıyor önüme. Ertesi sabah otelin en üst katında kahvaltı ederken Cem’in anlattıkları ilginçti.Aşağıda cami avlusunda bir adamın gece boyunca tuhaf sesler çıkardığını hatta bir ara başını duvarlara şiddetle vurduğunu anlattı ve bunu tarif etmek için aşağıda dövüş klübu vardı ifadesini kullandı.Otelden ayrılma vakti gelip de cami avlusunda o adamı görünceye kadar Cem’in anlattıklarından bir şey anlamadım.Cami avlusunda elleri böğründe hiç kıpırdamadan aynı noktaya bakıyordu.Üzerindekiler öylesine perişan ve döküntüydü ki , onun evsiz olduğu her halinden belliydi.Bir heykel gibi hiç kıpırdamadan duruyordu. Otelden ayrılıp Bursa’ya hareket ediyoruz.Tarlada güneşin altında çalışan kadınlar düşündürüyor beni. Babam önümüzde giden biçerdöveri gösteriyor, makasını katlamış diyor, yoksa yola sığmazdı ve ekliyor: eskiden bizim 6 ayda yaptığımızı bu bir saatte yapıyor, diyor.Bütün ağaçların ve kuşların adını bilen , her şehrin, uygarlığın tarihi hakkında fikir verebilen biri babam.Ondan öğreneceklerim hiç bitmiyor.Yollarda gördüğümüz karabatak, tilki,leylek,gelincik ve anımsayamadığım diğerleri; hatmi ağacı, ahlat, zakkum ve niceleri.Hepsine aşina. Yalova’ya girmeden İznik’e uğramaya karar verdik.Bu arada aldığımız son depo benzin de bitmek üzre.Sanırım bu üçüncü depo.Bir depo benzin 500 km yol aldırıyor ve türk lirasıyla 100 lira.Yollar acımasız ve yolculuk insan denen varlığı tanıma konusunda çetin bir arena. Bozulmamış bakir bölgelerdeki insanlar metropol insanına göre daha tokgözlü ve misafirperver. Size yardımcı olmak istediğini bakışlarındaki derinlik ve tevazudan anlayabilirsiniz. İznik’te duraklar ve çöp kovaları bile çini desenleriyle kaplı.Son derece temiz ve bakımlı.Burda Ayasofya’yı gezmek istiyoruz ancak paralı.Ve paralı yerlere girmekten hoşlanmıyorum.Felsefe olarak benimseyemiyorum bu düşünceyi. Burada oyalandıktan sonra Yalova topçulardan feribota binip karşıya geçiyoruz. İstanbul’dan Kıyıköy ve İğneada istikametinde başlayan yolculuk, oradan aşağı inerek Marmara Denizi’nin etrafında dolaşıp yine İstanbul’da aynı noktada son buldu ve bu yolculuk bir cumartesi günü başlayıp ertesi cumartesi günü sona erdi. Gezerken yollarda alıştığınız pek çok rutinden vazgeçiyorsunuz.Göçebe bir kimlik ediniyorsunuz ayrıca. İçinizde göllenmiş bekleyen pis sular salıveriyor kendini.Çevresel uyaranlar daha fazla.. Algılarınız farklılaşıyor.Daha hızlı, daha renkli, daha kapsamlı ve daha yorucu. Ancak hayatın idamesi için her zamankinden daha hızlı düşünmelisiniz yolda, hatta pek çok şeyi aynı anda.Yine de gezmek hareket, devinim demek ve insanın doğasında asla durmak yok. Durunca enerjisi bozulan bir varlık insan.Eskimekten öte çürüyen…Durmadan dönen dünyaya ayak uydurmak demek biraz da… Temrin / 19.sayı
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © leyla karaca, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |