Kırk beş yıl, bir ömrün ne az, ne çok bir dilimidir herhalde. Zira ne gençliğin o deli coşkusu kalmış, ne de ihtiyarlığın o ağır dinginliğiyle henüz tanışmamışım. Ortada, ne idüğü belirsiz tuhaf bir bahar hakim. Ama bu bahar, çiçeklerin değil de yaraların açtığı bir mevsime tekabül ediyor artık. Çok sevdiğim o insan gitti. Giderken her zamanki gibi ne bir veda, ne de bir açıklama yaptı. Sadece gitti. Ben de Medyum Memiş değilim. Ya da Münnecim… Her ne kadar kalbim ağrısa da artık kan akmıyor içimde, çünkü bu ağrı yeni bir yol, yeni bir bahar, yeni bir uyanışa vesile oldu.
İstanbul’un gri sokaklarında, martıların çığlıkları arasında gözümün gördüğü menzilde yürüyorum şimdi. Evet buna yeni bir hayat, diyebilirim. Yeni bir hayat, ne garip bir laf değil mi? Sanki insan, eskiyi bir palto gibi çıkarıp asıverirmiş dolaba gibi. Oysa eski, her nefeste, her gölgede insanın da peşini bırakmıyor. Onun gülüşü, bir kahve fincanının kenarında; onun kokusu, bir bahar dalında. Yine de, insan dediğimiz bu varlık inatçı bir yaratık. Düşe kalka, ağrıya sızlaya yürüyebiliyor.
Adına yeni hayat dediğim bu durum, bir nehir gibi akıyor önümde. Bazen sakin, bazen coşkun. Bir kahve dükkânında, bir deftere karalıyorum bu satırları. Karşı masada genç bir çift, birbirinin gözlerinde kayboluyorlar, ha bire gülümsüyorlar. Onların mutluluğu da niyeyse benim yaralarımı sızlatıyor. Ama gariptir ki bu sızı artık hoşuma gidiyor. Zira sızlayan bir kalp, hâlâ canlı demek değil midir? Sabahattin Ali’nin dediği gibi, “İnsan, sevdiği kadar insandır.” Eh ben de sevmişim, çok sevmiş olmalıyım ki bu yaraları artık altın madalya gibi boynumda taşıyorum…
Bazen düşünüyorum, o gitmeseydi ne olurdu? Sanıyorum verdiğim sözden dolayı ben gidemezdim. Yani ölürüm de sözümü çiğneyemem. Yapı meselesi. Takdir edersiniz etmezsiniz onu da bilemem. Ama sözüm yere düşeceğine yok olayım daha iyi. Ah işte şu zalim hayaller, gerçeklerden bazen daha ağır olabiliyor. Sıkıntı değil. Bir zamanlar kurduğumuz dünya, demek ki bir rüyadan ibaretmiş hepsi bu. Bu rüya güzel olduğu kadar da kırılgandı ikimiz için. Şimdi, kendi yeni dünyamı sağlam temeller üzerinde tekrar kuruyorum. Tek başına olsam da dibine kadar özgür ve kendinden emin.. Bir şiir yazıyorum, bir türkü mırıldanıyorum. İstanbul’un boğazında, bir vapurun güvertesinde, tenimi okşayan rüzgârla hasbihal ediyorum. Yeni bir hayattan anladığım şey kendini yeniden bulmak, öz yaralarını sevmek, ve çıktığın bu yeni yolda sağa sola sapmadan devam etmek artık benim için..
Doğru! Kırk beş yaşındayım. Ancak, ne her şey bitti, ne her şey yeni başlıyor. Sadece, kendi baharımı yaşamaya çalışıyorum. Bunca zaman bu buharı yaşayamadığıma üzüleceğimi de tahmin edemezdim doğrusu.
Bu sefer yaralarımdan öyle çiçekler açacak ki çiçeklerin gürültüsünden göktekiler bile kendine gelecek…
Kalın sağlıcakla.