Nerelerdeydin bunca zaman? Zaman akıp giderken, usulca, “öyle uzak, öyle kırık, öyle derin” bir yerlerde miydin? Gelişinle gidişin bir oluyor, sanki bir anlık gölgen düşüyor yüreğime. Aceleci, narin, minnetsiz… Yüzümü rüzgârına tutuyorum, tenimde kalan yalnız o serinlik, yalnız o ürperti, yalnız dalgaların tuzu ve son çiçeklerin kokusu. Saçlarının savruluşu, gökyüzünde helezonlar çiziyor; saydam, solgun, ama bir o kadar coşkun. Çağrınla yollara düşüyorum, denizlere koşasım, dağlara tırmanıp haykırasım geliyor. Sense hep böyle sabırsız, hep böyle çağıran, hep böyle uzak…
Senden başka hiçbir şey, hiçbir zaman bu kadar hafif, bu kadar özgür hissettirmedi beni. Rüzgârına kapılıp zamanı unutuyorum. Alışkanlıklarım, kurallarım, günlerimin düzeni sarsılıyor. Sen gelince dilim tutuluyor, suskun bir adam oluyorum. Çaresiz, savunmasız, çıplak… Kalabalıklar fayda etmiyor. Yalnızlık, bir gölge gibi peşime düşüyor. Ve senden başka hiçbir şey, bu kadar kendimle yüzleşmemi sağlamıyor. Sen gelince, en çok kendim oluyorum. Kendi düşlerim, kendi hatalarım, kendi sevaplarım… Kendi gözlerimin karası, kendi gülüşlerimin izi…
Sen varken, ölümle yaşam arasında ince bir ipte yürüyorum. Derin sularda kesişiyor hayatla ölüm. Ölümü düşünmek bu kadar yakıcı, bu kadar canlı olmuyor başka hiçbir zaman. “Rüzgâr başka türlü esecek,” diyorsun, ve esiyor. Dağları, denizi, uzak kıyıları, göçmen kuşları, vapurları, akşamın yorgun ışıklarını kendi rengine boyuyorsun. Göç rengine… Akşamüstülerin şarkıları içimde bir kervan topluyor. Göçler hep hüzün taşır, hep bir parça eksik bırakır. Çocukluğumda gördüm o kervanları; terk edilmiş evler, donuk bakışlar, yüreği yırtan çığlıklar… Ve senin geldiğin zamanlarda, nice ölümler gördüm. Yine de, seni sevdiğim kadar hiçbir zamanı sevmedim. Sende bulduğum kadar kendimi hiçbir yerde bulmadım.
İşte geldin, yine gidiyorsun… İçimde bir hatırlama yumağı, beni düne çekiyor. Bıraktıklarıma, yarım kalanlara, elimden kayıp gidenlere… Bu senin tabiatın mı? Herkesi böyle mi sarmalarsın geldiğinde? Yoksa yalnız ben mi sende geçmişi bulur, onda kaybolurum? Bilmiyorum, çözemiyorum. Ama bir yandan, “Yaşama koş, yollara düş,” diyorsun. “Bağlardan kurtul, uzaklara bak,” diyor gözlerin. Son kuşlar, son yemişler, son güneşli günler… Uzaklara dalmanın son akşamüstüleri… Öte yanda, eski baharlara, eski aşklara, uçup giden ne varsa onlara takılı kalan bir gönül.
Adın olsa olsa güz olmalı. Gitmekle kalmak, aşkla ayrılık, ölümle yaşam arasında bir eşik. Rengin sarı olmalı, yüzünde yarım bir gülüş, saçların dalgalı, kokun dağla denizin kucaklaşması… Gözlerin, güz menekşesi. Adın güz olmalı, çünkü sen bir vedasın, bir başlangıç, bir hüzün, bir coşku… Sen, insanın kendiyle karşılaştığı o narin, o kırılgan, o yakıcı ansın.
Ve ben, seni her gördüğümde, bir parça daha kendim oluyorum. Bir parça daha hüzün, bir parça daha umut… Adın güz olmalı, çünkü sen, yaşamın ta kendisisin.
Ve ben, seni her gördüğümde bir parça daha kendim oluyorum. Bir parça daha hüzün, bir parça daha umut… Ama bu gelip gitmeler, bu sonsuz bekleyişler içimi yoruyor artık. Kalbim yalvarır gibi, sessizce soruyor: Gelmek istersen gel, ama eğer gitmekse niyetin, lütfen bir daha dönme. Bu dalgalanmalardan, bu ince sızıdan bıktım. Ya kalıp bu yolu benimle yürü, ya da sessizce veda et, ki ruhum huzur bulsun…