Doğduğum sabahın rengi solgundu; dünyaya gelişim bir telaşın, çalınmış bir nefesin arkasından geldi. Küçük ellerim rüzgârı yakalayamadı, ayaklarım adımlarını henüz bilmiyordu; hayatımda ilk öğrendiğim şey gidişlerdi. Büyüdükçe her taşın altına bir veda, her evin eşiğinde bir eksiltme bırakıldı; göç ettikçe yuvanın sıcaklığı ince bir hatıraya dönüştü. Anamın sesi uzaktan gelen bir davet gibiydi: “Hayatı fazla kurcalama, uyanık ol ama kurcalama.” O sözler, bir tür ibare oldu alnımda; isterdim ki o ibare silinsin, ama hayatım boyunca onun gölgesini taşıdım.
Anamın yokluğunu önce öğrendim. Anne olmak bazen bir gölgeye isim koymaktır; benim anne gölgem ise babaannemin çınarında belirdi. O gölgenin altında çocukluğumun en saf anları oynadı; sonra o gölge de çatladı ve yaralarım derinleşti. Yaralar kendi dillerini buldu: sessizlikte konuşan, rüzgârda yankılanan bir dil. Birini kaybettiğinde anlıyorsun ki yerine hiçbir şey konmuyor; boşluk kendi adına dönüşüyor.
Kader dedikleri, benlikten bağımsız bir el gibiydi; ne kadar dirensek de parmaklarımızda iz bırakan bir bilezik gibi sardı bizi. Seçimlerim, isyanlarım, pişmanlıklarım hepsi o bileziğin altında kıvrıldı kaldı. İnsan sandı ki tercihleriyle yolunu çizer; meğer tercihler yalnızca giyilen bir giysiymiş, bedenin ona uymak zorundaymış. Ne kadar biçim değiştirdiysem de, taşıdığım yara hep aynı yerden sızdı. Yarayı temizlemeye çalıştıkça kan daha çok akıyordu. Kurcalamak mı, örtmek mi? İki seçenek de acıyı ruh defterine yeniden yazdırdı.
Zaman bir çay demliği gibiydi; hep acele ettim ama demi hiç oturamadı. Hayatın sıcaklığına ulaşamadan dudaklarımda kalan tat zayıfladı; bir ömür, içilmemiş bir fincan gibi önümde durdu. Koştum çocukken, gençken; olgunluk denen hedefsizlikte de koştum ama ardımda hep yetişememe hissi bıraktı. Trenler geçti yüreğimden, karınca katarı gibi; her biri bir melodi, her biri uzaklaşan bir umut. Trenlerin ardından bakakaldım, ellerim ceplerimde, ayaklarım sabit kaldı çünkü ruhumun rayları kopuktu.
İnsan, yarasını taşıdıkça eskimiş bir eşyaya dönüşüyor; üzerinde daha fazla hayat izi var ama görünüşü solgun. Yaralarımın en inatçısı anamın yokluğuydu. Annesizliğin acısı fiziksel bir eksilme değildi; varoluşun içine açılmış bir delikti. O deliğin kenarına oturup içine baktıkça karanlık bir kuyunun içine hüzün sarkıyordu. En çok da gece çöktüğünde bunun ağırlığını anlıyorsun geceler uzun sınavlar, her nefes bir yoklama.
Öğrendim ki hasret sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir miras. Her göç ettiğimiz yerde ardımızda bıraktığımız insanlar birer miras oldu; isimleri, kahkahaları, kimlikleri hafızamızda saklanan müzeler gibiydi. Biriktirdiklerimiz çoğu zaman sahip olduklarımız değil, barındırabildiklerimizdi. Görsel bir dünyada yaşasak da insan en çok içindeki boşluğu doldurmaya çalışır; o boşluk bazen bir ev, bazen bir ses, bazen de yalnızca bir parça sıcaklıktır.
Sevgi, eninde sonunda bir yara taşıma şeklidir. Severken verdiklerinle aldıkların eşitlenmez; çoğu zaman daha çok verirsin ve daha çok yara alırsın. Ben sevdim; belki en çok bu yüzden eksildim. Sevginin tarafında durmak çoğu kez yalnız kalmaya razı olmak demektir. Çünkü dünya sevgiyle gelmeyecek şeylerle de doludur: ihanet, unutkanlık, zamansız gidişler. Bu gerçekler sevginin sıcaklığını sürekli sınadı.
Zincirler görünmeyendir dediler; ellerim özgürken ruhum sıkıştı. Çevremde herkes ilerleyebildi, adımlarını atabildi; benim adımlarım hep bir bekleyişte takılı kaldı. Ufka baktım, gözlerim orada kayboldu; adımlarım orada takılıp kaldı. Arzu ile yanan bir kalbin önüne örülen duvarlar kapadı yolları; geçit vermez bir labirentte yürümeye çalıştım.
Geçmişin gölgesini silmeye çalıştım; her silme hamlesi daha derin bir gölge bıraktı. Unutmak için uğraştıkça hatırlamak detaylandı. Bir koku, bir melodi, eski bir sokak lambası hepsi birden o eski pencereleri açtı. Ve anladım ki bazı acılar yalnızca unutmak için değil, yaşatmak için de vardır; hatırlattıklarıyla, birileri tarafından yazılmış hikâyeyi yeniden okumak zorunda kalırsın.
Tüm bu kırılganlıkların arasında yaşamaya devam ettim. Yaşamak bazen yaraları sarmak değil, onları taşıyıp yürümektir. Her adım sancı; her nefes, bir izin. İmkânsızlıkları tanıdım; görünmeyen prangalara alıştım. Ama alışmak, teslim olmak değildi. Zaman zaman içimde bir isyan alevi yanar gibi oldu; sönmedi, sadece usul usul yayıldı. O alev bazen bir kapı aralar gibi oldu küçük bir pencere, belki bir umut.
Sonra öğrendim: acı insanı yalnızlaştırsa da özgürleştirebilir. Çünkü acı, insanın gerçek yanını gösterir; maskeler düştüğünde geriye kalan hâldir. Maskelerimi düşürdüm, yara izlerim görüldü; ama o izlerle daha gerçek bir yüzle kaldım. Geçmişim, göçlerim, kayıplarım tüm bunlar beni ben yaptı: kusurlarım, iyiliklerim, yanlış seçimlerim… hepsi bir mozaiğin kırık parçaları.
Şimdi her sabah uyandığımda bir daha denemek istiyorum. İçimde bir sızı kalacak; anılar bir şarkının tınısı gibi, bazen tatlı, bazen acı. Hayatın bana öğrettiği en ağır ders: hiçbir şey tamir edilemese de taşınabilir. Yara, iz, hasret hepsi birer yük ama aynı zamanda birer hatırlatıcı: yaşadım, sevdim, kaybettim, ama vazgeçmedim.
Bugün ne anladım, ne oldum diye sorsalar; derim: Kaçamadığım kaderle barışan, acıyı yük sayıp yürümeyi seçen sessiz bir yolcu oldum.