Bir sessizlik var içimde...
Ne rüzgârla kıpırdıyor, ne denizle kabarıyor.
Zamanın bile dokunmaya çekindiği bir sessizlik bu — kendi yankımı bile duyamadığım bir boşluk.
Belki de insan en çok, artık kimseye anlatamayacağını anladığında susuyor.
Yıllar önce başlayan bir oyundu bu.
Kazananı hiç olmadı, kaybedeni ise ben sandım.
Oysa meğer kaybetmek, bazen kurtuluşun ta kendisiymiş.
Şimdi, “bitti” demekle bitmeyen o eski defterler, bir yaz akşamının serinliğinde, birer birer kapanıyor.
Yazlıkta gün batarken, denizin sesi bile yorgun düşüyor.
Her dalga, geçmişten bir hatırayı kıyıya vuruyor sanki.
Bir iflasın, bir ihanetin, bir yalnızlığın izleri...
Ama bu kez içimde öfke yok.
Sadece kabullenişin sakin bir huzuru var.
Kendimle konuşmayı öğrendim burada.
Kendimi dinlemeyi, affetmeyi, sustuğum yerde anlamayı...
Çünkü bazı oyunlar sahnede bitmez — insanın içinde sürer.
Ve perde, ancak kalp razı olduğunda iner.
Şimdi biliyorum;
Her sessiz çığlık, duyulmak için değil, iyileşmek için atılırmış.
Her kayıp, bir başlangıcın kılığına girmişmiş meğer.
Ve bazen, en büyük kazanç… hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışmamaktır.
Sabah erken uyandım.
Güneş, denizin üstüne sanki yorgun bir gülümseme bırakmıştı.
Kuş sesleri bile temkinliydi; sanki bu yazlıkta bir sır saklıyormuş gibi.
Elimde kahve fincanı, terasa çıktım.
Tuzlu rüzgâr yüzüme vurduğunda içimden geçen ilk cümle şu oldu:
“Demek hâlâ yaşıyorum...”
Yıllardır ilk kez hiçbir yere yetişme telaşım yoktu.
Ne iş, ne hesap, ne yüzler...
Sadece ben, deniz ve içimde bir yerlerde hâlâ küskün duran o çocuk.
Bir an, o çocuğu çağırmak istedim:
“Gel,” dedim içimden, “artık korkma. Oyun bitti.”
Gözüm, masanın kenarındaki eski deftere takıldı.
Kapağı solmuş, sayfaları sararmış...
Bir zamanlar hesap tutardım o deftere; şimdi sadece sessizlik birikiyor satır aralarında.
Belki de bazı hesaplar, rakamla değil, suskunlukla kapanıyordur.
Uzaktan bir çocuk sesi geldi — top sesine karışmış gülüşler...
İçimden bir şey kıpırdadı; unuttuğum bir sevinç, bir nefes gibi.
Belki insanın yeniden doğuşu, işte böyle küçük bir seste gizlidir.
Yazlıkta günler birbirine benziyor.
Ama ben ilk kez bundan şikâyetçi değilim.
Her gün, aynı sandalye, aynı manzara, aynı deniz…
Ve her gün, biraz daha hafifleyen bir kalp.
Bir akşam, sahilde otururken güneş batarken dedim ki kendime:
“Belki de affetmek, geçmişi değil, kendini azat etmektir.”
O anda içimde bir şey çözüldü.
Yıllardır sırtımda taşıdığım görünmez bir yük, denize doğru savruldu sanki.
O akşam deniz çok sessizdi.
Dalga bile sesini kısmıştı sanki.
Ben de öyleydim — konuşmaktan yorulmuş, düşünmekten doymuştum.
Bir sandalye, bir masa, bir defter… ve sustukça çoğalan hatıralar.
Tam o sırada kapının altından sıkışmış bir zarf fark ettim.
Posta kutusu aylardır sessizdi, kimse yazmazdı artık.
Zarfın üzerinde tanıdık bir el yazısı:
“Cemal’e...”
Elim titredi.
O kadar zamandır kimse bana sadece adımla hitap etmemişti.
Ne unvan, ne meslek, ne “bey” eki...
Sade, çıplak, geçmişten bir ses: “Cemal.”
Zarfı açtım.
Kağıt eskiydi, mürekkep biraz dağılmış.
Ama cümleleri okudukça, yıllar öncesinin bir kokusu sardı odayı:
Zeynep’in el yazısıydı.
“Biliyor musun Cemal, yıllar geçti ama ben hep o günkü sessizliğini duydum.
İnsan bazen konuşarak değil, susarak da bağırırmış.
Ben o çığlığı duydum ama o zaman anlayacak hâlde değildim.
Belki geç kaldım, ama bu mektubu yazmak içimi biraz olsun hafifletecek.
Affetmek istersen değil, anımsamak istersen oku.
Çünkü bazen affediş bile fazla gelir, ama hatırlamak — insana iyi gelir.”
Mektubu birkaç kez okudum.
Her cümle, geçmişten gelen bir nefes gibiydi.
Öfke hissetmedim.
Sadece içimde bir sükûnet yayıldı.
Belki bu mektup bir özür değildi…
Ama bir veda da sayılmazdı.
Denize baktım.
Güneş batarken ufuk çizgisinde bir serçe uçtu — tek başına, dimdik.
O an anladım:
Her hikâye bir gün susar, ama bazı sessizlikler hep konuşur.
Belki de oyun gerçekten şimdi bitmişti.
Gece ilerledikçe deniz karanlıkla dost oldu.
Gökyüzü yıldızlarla değil, hatıralarla doluydu sanki.
Ben ise ilk defa geçmişin ağırlığını taşımadan oturuyordum o sandalyede.
Yıllarca omzumda bir dağ gibi duran suçluluk,
şimdi sadece bir gölgeye dönüşmüştü — vardı ama incitmiyordu artık.
Zeynep’in mektubu masada duruyor.
Ne cevap yazdım, ne de yazmayı düşündüm.
Bazı şeylerin cevabı kelimelerde değil, kabulleniştedir.
O mektup bana şunu öğretti:
İnsan, affetmek için değil, anlayabilmek için yaşar.
Sabahın ilk ışıklarıyla deniz yeniden canlandı.
Bir balıkçı teknesi ağır ağır süzülürken, rüzgâr perdeyi hafifçe araladı.
O anda, yıllar önce terk ettiğim kendimle yeniden göz göze geldim.
Ne öfke vardı o bakışta, ne de pişmanlık...
Sadece bir olgunluk, bir “tamam artık” hissi.
Kuş sesleri yükselirken defterimi açtım.
Bu kez ne hesap yazdım, ne anı.
Sadece bir cümle:
“Bazen bir ömrün özeti, bir sessiz çığlıktır.”
Kalemi kapattım.
Gözlerimi denize çevirdim.
Güneş doğarken, suyun üzerindeki yansımada kendi suretimi değil —
hayata yeniden tutunan bir adamı gördüm.
Ve içimden, sessizce ama kararlı bir ses yükseldi:
“Oyun bitti.”
Ama ilk kez...
Bu kez yenilmiş değil, tamamlanmış hissediyordum.
Sabah, perdeden sızan solgun ışıkla değil, içimdeki kıpırtıyla uyandım.
Sanki yıllardır susan bir yanım, o gün konuşmak için izin istemeden ayağa kalktı.
Bir ses vardı… ama dışarıdan değil, içimden geliyordu.
Ne kadar bastırsam da yankısı dinmiyordu:
“Artık korkma, artık susma…”
Bir zamanlar bağırmak isterdim dünyaya; haksızlığa, yalnızlığa, kaybettiklerime… Ama çığlığın da bir dili varmış, onu sonradan öğrendim. Bazen bir bakışta, bazen bir vedada, bazen de bir dua arasında gizlenirmiş. Ve en derin çığlıklar, en sessiz kalışların içinden doğarmış.
O sabah bir karar verdim. Artık kırgınlıklarımı değil, umudumu besleyecektim. Çünkü sessizliğin içinde bile filizlenebilen bir hayat vardı. Ve ben o hayatın yeniden parçası olmaya niyet etmiştim. ıllar önce kırılmış bir aynaya bakar gibiyim bazen. Parçalar yerinde duruyor ama yansıma dağınık. Bir parçada gençliğim, diğerinde yorgun yüzüm… Ve ortasında hâlâ tamamlanmamış bir hikâye.
Kırık aynalar insanı ikiye böler; bir taraf geçmişe saplanır, diğer taraf bugünü anlamaya çalışır. Ben ikisinin arasında uzun zaman kaldım. Ne tam affedebildim, ne de unutabildim. Ama öğrendim… Unutmak değilmiş mesele, kabullenmekmiş.
Kabulleniş, yenilgi değilmiş aslında. Bir tür sessiz direniş… Kırılanı onarmak değil, onunla birlikte yaşamayı öğrenmekmiş. İşte o gün, o aynaya yeniden baktığımda artık kendimi değil, yeniden doğmayı gördüm.
Bir çığlık daha sustu içimde. Yerini dingin bir umut aldı. Kırık aynalar bile, yeterince ışık görünce yeniden yansıtabilirmiş insanı… Rüzgâr hafifti o sabah. Ne soğuk, ne sıcak... sadece hatırlatıcı. Yüzüme çarpan her esintide, yılların birikmiş yorgunluğunu hissediyordum. Ama bu kez kaçmadım. Çünkü anladım ki rüzgâr, sadece almaz… bazen geri de verir. Bir ses, bir anı, bir dua kadar eski bir şeyi taşır getirir insana.
Yürürken düşündüm; belki de hayat, konuşmayan bir dost gibiydi. Sessizdi ama hep yanımdaydı. Ne zaman düşsem, rüzgâr yeniden kalkmamı fısıldıyordu: “Git, çünkü hâlâ yolun var…”
Bir zeytin ağacının gölgesinde oturdum sonra. Yıllardır ilk defa içimden “şükür” geçti. Ne sahip olduklarıma, ne kaybettiklerime… Sadece var olduğuma.
Bir kuş kondu yan dalına, rüzgârın altındaki sessizlikte cıvıldadı. Belki o da biliyordu; insan bazen yeniden doğmak için sadece bir nefeslik rüzgâra ihtiyaç duyar. Toprağın kokusu, insana çocukluğunu hatırlatır. Yağmurdan sonra ıslanmış, güneşle karışmış o koku… Bir yerlerde hâlâ inancını koruyan bir yanın kaldığını fısıldar.
O sabah bahçeye çıktım. Ayakkabılarımın altındaki çamur, bana yaşamın sade gerçeğini anlattı: Hiçbir şey kirlenmeden büyümez. Ve hiçbir insan, acı çekmeden olgunlaşmaz.
Elimi toprağa koydum. Soğuktu ama huzurluydu. Geçmişin bütün ağırlığı, parmak uçlarımdan akıp gitti sanki. Bir zamanlar beni yıkan her şeyin, bugün beni yoğurduğunu fark ettim.
Toprak, affetmeyi öğretiyor insana. Kendini, başkasını, hayatı... Çünkü bilir ki, her şey sonunda toprağa döner. Ve orada, hiçbir yalan barınmaz.
Başımı kaldırdım, gökyüzüyle göz göze geldim. Artık sessizliğim bir çığlık değildi, bir teslimiyet duasıydı. Her şeyin bittiğini sandığın yerde, aslında bir şeyler başlar sessizce. Küllerin içinden çıkan o ilk ışıltı… Ne büyük, ne gösterişli; ama diridir, gerçektir.
Bir zamanlar yanmış bir evin önünden geçtim. Taş duvarları hâlâ ayaktaydı, ama içindeki yangın çoktan susmuştu. O an anladım ki, bazı yangınlar insanı yakmak için değil, içindeki fazlalıkları eritmek için çıkıyor.
Küller arasında eğilip bir taş aldım. Sıcaktı hâlâ, ama yakmıyordu artık. Avuçlarımda hayatın başka bir yüzünü hissettim: Acının bile bir zamanı varmış, ve o zaman dolduğunda, geriye sadece ışık kalıyormuş.
Gökyüzü o gün daha mavi, rüzgâr daha insancıldı. Bir dua mırıldandım içimden, belki teşekkür, belki vedaydı: “Allah’ım, yandım ama öğrendim. Kaybettim ama buldum. Sustum ama duydum.”
Artık sessiz çığlığımın yankısı yoktu. Yerini dingin bir ışık aldı. Ve ben, yıllar sonra ilk defa kendime “hoş geldin” diyebildim.



