Yağmur yağdı gece boyu, çisil çisil. Taze toprak kokularıyla uyandım bu yeni güne. Ve hemen yeni yıkanan ormana koştum güzel bir kahvaltının ardından.
Şimdi bir tepedeyim ve buram buram yaşam kokuyor her yer. Buram buram toprak, ağaç, ot kokuyor. Neden bu kadar sever insan bu kokuları, neden bu kadar aşık olurcasına? Sanırım bedenimize hapsedilen ruhumuzun özgürlük anının kokularıdır bunlar ve ruhumuzun özgürlüğü demektir. Ve işte derinlerdeki toprak sevgimizin özüdür bu.
Bedenin topraktan geldiğini ve yine toprak olacağını bliriz. Bu bilinç bizi bağlar sonsuzluk ve ebedi huzura, mutluluğa bu dünyada iken; biliriz o günün geleceğini ve ruhumuz, bir anlamda özgür olur bu bakımdan.
Toprağın bir son olduğu bilinci, inancı ile onun doğrultusunda yön verilen yaşamlarda ise ruh, azap çeker. Huzursuzdur ve çıkmak için bedenden gayret eder. Her bedende böyledir bu. Ama bu anlatmaya çalıştığım bedenlerde ise tabiatına aykırı o kadar çok şey gerçekleşir ki ruhun, doğal olarak huzursuzluğu artar. Hissedilir şekilde.
Mutluluk tam da bu noktada ruhumuzun huzurlu olması değil midir?
Mutluluk gerçek ve kalıcı mutluluk yaratıcıya ve yarattığı sonsuz mutluluğa inanmakla başlar bu dünyada iken.
Mutluluk, bedenlerin isteklerinden ziyade ruhun istekleriyle uyum sağlamaktadır.
Tam burada aklıma gelen ama adını hatırlayamadığım bir bilge kişinin şu sözüne -içerik olarak- katılmamak mümkün mü?
“ İnsan ne kadar uzak durursa bedensel isteklerinden, o kadar yakın olur gerçek mutluluklara.”
Yine tam burada ‘ kübikleri’ hatırlıyorum ve,
“Gölge etme başka ihsan istemez”
sözüyle noktalıyorum bu satırları, uzaktaki dağların tepelerini bembeyaz bulutlar bürümüşken…