Yaşamım boyunca, ondan birşey öğrenemeyeceğim kadar cahil bir adamla karşılaşmadım. -Galilei |
|
||||||||||
|
Hem yıllar geçse de o güzellikleri hatırladıkça lezzet aldığını nasıl fark edebilir? O halde güzel görüntüler, iyi şiirler ve yazılar, gönle hitap edici sesler belleğimizin arşivine kayıt edilir. Hiç ummadığınız bir anda da ortaya çıkar o tatlar. Bazen serinlik verir, bazen insanı içlendirir, bazen de büsbütün duygulandırır… Tat alma duyusu ilginçtir ve şaşmaz bir terazidir insanlar için. Tatlıyı tatsızdan, lezzetliyi yavandan ayırıverir. Sonra o tatlar beynimizde de arşivlenir. Artık her gelen tat, arşivlenenlere kıyasla otomatikman değerlendirilir. Kötüyse, dönüp bakılmaz. Lezzetliyse hemen peşine düşülür o tadın. İnsanın edebiyat metinlerinden aldığı tatlar da tam olarak böyledir. Bir kere aklımızın damağında iyi tatlar bırakmış bir şiir ya da düzyazı, ömrübillah kaybolmaz. Fırsatını buldu mu “ben buradayım” der. Bu tatlar arşivine geçen zaman içinde yeni tatlar, farklı lezzetler eklendikçe eklenir… Mucizevi olan hiçbiri diğer bir tat ve kıvama karışmaz. Örneğin bir şiir, hikâye, deneme ya da roman okurken damak tadı gelişmiş olanların işi hiçte kolay değildir. Eski tatlar hemencecik “ben buradayım” diye kendini hatırlatır. Okunmakta olan metnin içine var gücüyle hücum eder, onu belleğin bitlerinden kontrol ede ede doğru tada ulaştırır. Öyle gülüm, balım, canım diye hemen kabullenmezler aralarına katılacak yeni bir tadı. Bir de beğendiler mi başköşeye oturturlar. Damak tadı gelişmemiş kişilerin okurken böyle dertleri de olmaz. Çünkü onların derdi tad almak değil, karın doyurmaktır. Yemeklerin vitamin değerinden, lezzetinden, ağırlığı ya da hafifliği ile zerre kadar ilgilenmezler. Eh, o yemekten hafızanın arşivine bir tat da gitmez. Arşivmiş, bellekmiş, lezzetmiş hak getire! Onlar bir çırpıda yiyip kalkıp gidici gün kurtarıcılarıdırlar. Okuduklarından tat almak, haz duymak ve o tadı yaşatmak; çocukluktan, ilk gençlikten gelen okuma lezzetlerinin eseri olabilir ancak. Çocukluğunda okumanın lezzetini iyi tatmış biri olarak, henüz o yıllarımda bile devirdiğim kitapların bugün çoğunu hafızamda tutarım. Ne doyumsuz ne serin ne vazgeçilmez lezzettir onlar… İnsanın, hatırladıkça gah ağzının suyunu akıtır, gah burnunun direklerini sızlatır… Çocukluk yıllarımda Eleanor H. Porter’a ait: “Küçük Kemancı” adlı bir hikâye kitabı okumuştum. Neredeyse üzerinden otuz yıl geçti. O kitabın damağımda, dimağımda bıraktığı etki bugün hâlâ devam eder. Kitapta, Küçük David, babasıyla birlikte bir dağ evinin düzlüklerinde yaşarlardı. Babası, David’i eşsiz bir sevgiyle büyütmüş ona keman çalmayı, okumayı yazmayı, matematikle ilgili temel bilgileri de öğretmişti. Bu ıssız dağ evinde tabiatla iç içe ve insanlardan uzakta yaşadıklarından Küçük David diğer insanlarla iletişim kuramamış ve dünya gerçekleri hakkında bir bilgiye sahip değildi. İyilik ve güzellikten başka duyguları bilmeyen, zorluk ve acımasızlıklarla dolu dünyayı tanımayan David’e babası hayatını tek başına sürdürmesi ve gerçek hayatla yüzleşmesi için bir kasabaya giderken yolda vefat etmişti. Küçük David hiç bilmediği bir yerde, tanımadığı insanlarla muhatap olmaya başlamıştı. Duygularını sözcükler yerine kemanıyla anlatmakta daha yetenekli olan David içinde ki his ve duygularını keman çalarak ifade ederdi. Hangi şartlar olursa olsun iyimserliğinden ödün vermeden; tanıştığı herkese çaldığı kemanla karşılık verip onları etkilerdi. Karşılıksız sevmeyi ve insanlara karşı hoşgörüyü öğreten “Küçük Kemancı” kitabı bu yüzden en sevdiğim kitaplar arasındadır. Şimdi bu yazıda bile o kitabın ismini anıyor oluşum o mutluluk ülkesine kanat çırpmamı sağladı. Ve daha da ötesi o kitabın şirin, serin, muhteşem lezzeti hâlâ damağımdadır… Yalnız onun mu? Değil elbette! Ve şunu da eklemeliyim ki çocukluk yıllarımdan sonra ki özellikle de ergenlik çağlarımda yaptığım okumalarda bir kitabın içine benliğimle giremediğimden o eserde tefani olup hızlıca bütünleşebiliyordum. Zira bir kitabı o yaşlarımda okuduğumda hayal ve gönül dünyamı çalıştırmadığım için eseri hemen sindiriyordum. Bu da tarifi mümkün olmayan tatlar almamı sağladı. Benim, tadı damağımda kalan metinler arasında sadece kitaplar değil, gece yarıları radyodan dinlediğim hikâyeler ve romanlarım da vardı. Ne zaman o günlerimi hatırlasam bir tatlı huzur gelip beni buluverir. Sanki ağzıma biri bir parmak bal çalar adeta. Gecenin on ikisinde Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ını, Kazancakis’in “Zorba”sını, Reşat Nuri’nin “Çalıkuşu”nu pürüzsüz, yalın ve sıcak bir sesten dinleyip içime sindirmek en büyük zevklerim arasındaydı. Her kelimeyi kaşık kaşık içmek, o kelimelerden çıkan ışıkla hem dimağımı hem gönlümü hem ruhumu doyurmayı bilerek, isteyerek, severek yapardım. Bir insan, bundan başka hangi lezzetleri ister ki? Belki “aşk” da insanın tat alma mevzusunda iz bırakmıştır. Ancak konumuz bu olmadığı için girmeyeceğim mevzuya. Zira ben, edebiyat sevdasına böyle gecelerde tutulmuştum. Yani kelimelerin kurduğu büyülü ve sınırsız dünyada kaybolduğum, benden başka bir ben olduğum o gecelerde… O radyo programlarını yapanları, o romanları, hikâyeleri seçip okuyanları bugün yad edip hepsine ayrı ayrı teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Zira bugün yazdığım her kelimenin, cümlenin altında biraz da onların payı olduğunu düşünüyorum… Şunu inkâr edemeyiz; insanın, hele bir çocuğun ve gencin edebi eserleri sevmesini, alışmasını, okuma sevgisini mayalayan iyi kitaplarla, dili sağlam eserlerle karşılaşmış olmasına bağlıyorum. Kötü kitaplardan hiçbir şey kalmıyor geride. Aslında kötü olan hiçbir şeyden geriye hiç bir tat kalmıyor! Radyodaki roman okumaları dışında, bende uzun yıllardır yaşayan öteki o tatlar, bin bir güçlükle edinebildiğim ve yine nâmüsait şartlarda okuma fırsatı bulabildiğim Batı klasikleri sayesinde oluştu diyebilirim. 15 yaşlarımda felsefe eğitimi almış olan sınıf hocamız Sultan Baban Hoca’dan; Balzac, Hugo, Stendhal, Hemingway’a ait eserleri alıp okumuştum. Edebiyatın sihirli dantelasını işte bu eserlerle üzerimde çiçeklenmesini sağlamıştır. Ve itiraf edeyim, kucak kucak okuduğum “İslamî” romanlardan ise bir kelime bile kalmamıştır aklımda. Hadi kelime kalmaz; zihnimin arşivini, damağımın tadını yokluyorum şuan ama “Oğlum Osman” isminde ki bu kitabın haricinde hiçbir kitap aklımda, damağımda tat bırakmamış. Peki neden? Çünkü edebiyat yoktu ki o kitaplarda. Dil yoktu! Her şeyden öte dile saygı yoktu. Eh bunlar da olmayınca ne tad ne de tuzu kalmış dimağımda… Ama Refik Halid Karay’ın yirmi yıl önce okuduğum “Gurbet Hikâyeleri”nin tadını unutamam. Bugün hala okumaya doyamadığım bu kitapta yer alan altın sarısı, o sarsıcı cümleleri onca okumalar yapmış olmama rağmen bir benzerlerini kurarak yazılar yazamam. Evet, damağımızda kalan tatları istesek de istemesek de silemiyoruz. Zira bir çağın ve sihirli zamanların tanığıdır onlar. İyi ki vardılar, yolumuzu aydınlatıp bizi yanlış yollara, yanlış insanlara yenilmekten korudular… Kalın sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |