Yaşam kısa, sanat uzun, fırsat aceleci, deney aldatıcıdır. -Hippokrates |
|
||||||||||
|
Şimdi öyle mi? Değil… Bu kente 97 yılında geldim. 25 yıldır burada yaşıyorum. İstanbul’u hiç bu kadar sahipsiz, ilgisiz, bakımsız, pis ve âtıl görmedim. Kadim kentin kaderine terk edilmiş hali inanın içimi acıtıyor. Kesilen asırlık ağaçları, delik deşik, yamalı yolları, pislik içindeki sokakları, sürekli kaza yapan, yanan ve yollarda kalan otobüsleri, bakımsız park ve bahçeleri, otopark mafyaları, fahiş ulaşım ücretleri ve daha sayamayacağım bir sürü absürt uygulamalar yüzünden İstanbul, artık yaşanılabilecek şehir olmaktan çıkmak üzere… Bir de yaklaşan yerel seçimler nedeniyle üç yıldır çivi çakılmayan kentte, ne hikmetse birden yollar eşilmeye, kaldırımlar sökülüp yenisi yapılmaya başlandı. Yani, 50 yıl önceki saçma sapan, göz boyamalık sözüm ona belediye hizmetleri yeniden hortladı… Tüm dostları, İstanbulluları, özellikle belediyelerin açtığı dinozor çukurlarına düşmemeleri, toz, pislik içinde yürürken ve araç sürerken dikkatli olmaya davet etmekten başka bir şey gelmiyor elimden. *** Her ne ise, bu makalede sizlere anlatmak istediğim şey aslında İstanbul büyükşehir belediyesinin beceriksizliği, iş bilmezliği, çapsızlığı filan değil elbette. Çeyrek asırdır bu kentte yaşayan bir İstanbullu olarak Eylül ayında İstanbul’a ve yaşadıklarıma dair bir şeyler paylaşmaktı. Seviyorum eylül ayını… Özellikle sonbaharı burada geçirmeyi çok seviyorum ne yapayım… Bu günlerde İstanbul’da soğuğu adam akıllı hissetmeye başladık şükür. Bir motosiklet sürücüsü olarak özellikle de geceleri soğuğu daha derinden hissediyorum… İstanbul’da eylül ayının geneline baktığımda birkaç gün nemli, sıcaklar birden dirilmiş gibi gözükse de o, yine kendine has tavrıyla sonbahar ayı olduğunu, duyumsattı hepimize.. Aslında her sene eylül ayında yaz bitmedi sanırız ama ayın sonlarına doğru öyle olmadığını üşümeye başlayınca anlıyoruz. Bugün bile, güneş öğle saatlerinde birkaç saat ortalığı ısıttıktan sonra akşama doğru bir esinti ve sonrasında günbatımıyla birlikte aniden gelen serinlik, bir kat daha giyinmem gerektiğini hatırlattı. Bağrına bir zamanlar Ak Parti’nin yönettiği İstanbul’da gökdelenler saplanan öz İstanbul’un siluetinde her geçen gün renkler de keskinleşmeye başladı. *** Evet, Eylül romanını okuduğumdan beri, İstanbul’da eylül Mehmed Rauf’un ayı gibi gelir bana niyeyse. Eylül’ü Boğaziçi’nde sonbahar tasvirleri açısından taradığımda, heyecanla okuduğum bir güz günlüğü çıktı karşıma… Öylesi küçük bir güldeste elde edilebilir bu romandan bence. Mehmed Rauf eylülde İstanbul’da gün gün iz sürmüş resmen… Tuhaf bir şeyler olur ve eylül bitmeden, Mehmed Rauf bu ayda bütün bir mevsimi yaşayarak şöyle bir özet geçer: “Evet her şey çürüyor, her şey… İnsanlar çürümeyecekler mi? Eylülde, sanki bahara hasret çeken melûl bir tazelik, sanki üzerine çöken kışın, kendini mahvetmek isteyen sonbahara rağmen devam etmek, yine bahar olmak mücadelesi vardır; fakat bunun muhtaç olduğu şeylerden mahrumdur ve kendisinde de dayanmak takati kalmamıştır, tabiat da bunu anlamış gibi acı bir düşünceyle üstüne çöken ıssızlığın, matemin altında ezilerek durur.” Bunlar şimdinin İstanbullunda eylül ayında oluyor mu? Olmuyor. Daha ekim ve kasım ayında görürüz bunları. Ne var ki, bunların olup olmaması üzerinde durmayız Eylül’ü okurken. Her şey öylesine sonbahardır. Suad’la Necib birbirlerine en yakınken birbirlerinin en uzağına düşerler. O ruh durumu romancıya eylülü büsbütün kararmış gösterir: “Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar dayanabilirse dayansın kışın çıkıp geleceği, artık her şeyin, her ümidin bittiğini, buna tahammül lâzım geldiğini anlamaktan doğan bir takatsizlik ile ağlar… Ne renk, ne de güzel koku… İşte yapraklar ölüyor… Rüzgâr insafsız, yağmur inatçı; her şey çürüyor, oh!.. Her şey çürüyor!..” Çok sevdiğim bu satırlara rağmen eylülde her şeyin sona ermediğini, çürümediğini de bilirim elbet. Zira henüz yapraklar tümden dökülmedi. O inatçı; sağdan soldan, dikine, yandan yağan yağmurlar henüz başlamadı ki daha… Hem, özüm, sözüm, kehribar gözlüm ile gezmelere başlayamadım… Daha çınar yapraklarının hafiften sarımtırak, kızarmış uçlarının fotoğraflarını çekeceğiz birlikte. Olur a davetime icabet ederse, Ziya Osman Saba’nın sonbahar dizeleri hakkında uzun bir yolculukta kahvemizi yudumlayarak; “İlk Yağmur Damlası” hakkında fikir teatisi yapabiliriz belki… Ziya Osman’ın “Kimbilir” başlıklı şiirinde: “İlk yağmur damlası düştü Kuru yapraklarına güzün. Ardında kış kıyamet, Dert, hüzün. Alınyazısı hepsi…. Kısmet…. Ha yazı, ha kışı geceyle gündüzün, Kim bilir kaç günü kaldı Ömrümüzün?” der… Geçen sene Eylül’de çok gezmiş dolaşmıştık İstanbul’da. Akşamüstleri rüzgârda sarmaş dolaş eve dönmeyi bile özledim. Kararmış havayı, yağmuru, puslu günleri pek sever! Güz başlangıcını, akşam serinliğini, akşam yelini sırf o seviyor diye ben de sever oldum. Bu durum bana da ona da gizli bir mutluluk veriyor. Hatta yaşamak coşkusu duyuyoruz aynı anda. Belki bu yüzden sonbahar ve sonrasında gelen kara kış çokları için hüzün, sıkıntı ve strese sebep olurken bize hiç hüzünlü gelmiyor, aksine mutluluk veriyor, keyif veriyor… *** Dün akşam, balkonda kitap okuyordum. Pencereyi de sigara tellendiriyorum diye kapatmak istemedim. Ama üşüdüm. Üşümek de yaşamak sevinçlerinden dedim içimden. Aniden balkonun açık penceresinden içeriye umutsuz bir karasinek giriverdi. Gözümün önünde iki tur attıktan sonra çıkıp geri gitti. Saat on iki civarında üst komşunun balkonundan çocukların konuşmalarını ve arada bir kahkahalarını duydum. Annesi çocuklara: “Sırtınıza kalın bir şeyler alın” diye çıkışıyordu… *** Sinek mevzusundan bir gün önce Yuşa ve Zeynep Rana için çiğköfte yapacağımın sözünü vermiştim. Evde çiğköfte yapmak bir etkinlik gibi adeta… Bu yüzden çiğ köftenin yanına yeşillik almaya gittiğim manavcı; “Bamya alacaksanız alın, artık son bamyalar bunlar” dedi sürekli alışveriş yapan bir müşterisine… Sanki bütün yaz bamya almışım gibi, son bamyalardan ben de bir kilo aldım. Getirip derin dondurucuya koydum… Kışın kaburga kemiklerinden etli bir bamya, yanına da güzel bir bulgur pilavı yapar afiyetle yerim ölmezsem… *** “Son turfanda”yı hatırladım. “İlk turfanda” gibi bir de son turfanda vardı bilirsiniz eskiden. Yazın kışın meyveleri, sebzeleri iç içe geçmemişti. Patlıcan, kabak kışa doğru el ayak çeker, karnabahar, lahana tezgâhlara kurulurdu İstanbul’da eskiden… Demek bamya hâlâ mevsimlik bir sebze bu kentte… Bamya ilginç bir sebze. Ne seviyorum, ne de sevmiyorum. İkisinin arasında bir şey benim için. Onun turşusunu yapanı da gördüm. Eskiden bamyaları köyde iplere dizer kuruturlardı kadınlar… Her evin balkonunda patlıcan, acur, domates ve bamyalar iplere dizilir, gözlerimize şenlik yaşatırlardı resmen… 2022 yılının 12 eylülünde Sarıyer’de ki Aquarius balık restoranına uğradım. Aslında Sarıyer’e gezmeye, özlem gidermeye gitmiştim. Acıkınca Aquarius’a uğradım. Burada da çingene palamutlarını baya bir büyümüş gördüm. Takoz kesimli palamut ızgara, kırmızı soğan, roka salatası vs… Oturup birşeyler yemek istedim ama tek başıma boğazımdan geçmedi. Yiyemedim. Ben de paket yaptırdım. Onu da kağıt toplayan çocuklara ikram ettim. Aquarius’un 70 metre kare bir bahçesi var. Orada ortanca çiçeğinin yaprakları arasından bir arı çıkıp güçlükle uçmaya çalışıyordu akşam üstü… *** Hem sonbaharın hem de kehribar gözlümün kendine has bir sessizliği var. Ben de bu ikiliye ayak uydurup susuyorum. Edip Cansever, “Eylülün sesini işitiyorum” demişti bir eserinde. Orada şöyle der: “… Her şey o kadar dokunaklı ki Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen Dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem Üstelik yalnızsam bir de -telefonda kuş sesleri- Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar. …” **** Aquarius’tan çıkıp Rumeli fenerine geldim. Sanki buranın her köşesinde hatıram var. Oturup bakındım öylesine sağa sola. Burnumun direkleri sızladı gene. Birlikte durup denizi seyir etiğimiz, fotoğraf çektiğimiz incir ağacı ve erik ağacının arasında yepyeni ve özenle yapılmış bir karınca yuvası gördüm. Üstelik henüz mevsimi değilken. Şaşırdım doğrusu. Durup bekledim, yuvaya girip çıkan tek bir karınca bile göremedim. Her şey de olduğu gibi beynimin içinden geçen ve tuttuğum notların da eridiğini görüyorum artık… 16 Eylül’den sonra hiçbir şey yazmamışım telefonun not defterine. Hiçbir şey karalamamışım yani. Daha ne yağmurlar başladı oysa ne de o sert asi rüzgârlar… Şimdi biriniz çıkıp “yağmursuz güz günlüğü olur mu?” diyebilirsiniz. Haklısınız olmaz. Belki onu da bir ara yaşar, yazarım… Kalın sağlıcakla.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |