Müzik söylenemeyeni, ama sessiz de kalınamayanı anlatıyor. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Onlar, yaşamları boyunca hep başkalarının öykülerini izlemekle ve dinlemekle geçirmiş, asla yetişemeyecekleri elde edemeyecekleri o “masalsı dünya”nın özlemiyle, pembe hayaller kurarak geçirmişlerdir hayatlarını… Onlar, bu hayatta kimsenin tınlamadığı, ilgilenmediği ve hiç kimsenin umurunda olmadığı insanlar.. Esasen “ideolojiler çağı” bitti biteli kimse onların yaşamını bir roman ya da öykü konusu olarak görmüyordu ama onlar yalnız kendi suskun yaşamlarının kahramanıydılar hep! Attıkları çığlıklar, dile getirdikleri isyanlar hiçbir zaman duyulmamış olsa da.. Benim ise esas dikkatimi çeken mesele bunca zorluğa, çaresizliğe, bitmişliğe rağmen bu insanların hiç bir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyor oluşu ve buna uyum göstererek sabırla yaşamlarını sürdürebiliyor oluşudur. Yaşadıkları zorlukların üstesinden gelmeyi başarmış bu insanlardaki o metanet, sabır tahammül kabiliyetine hayranım. Hatta bu duruma bilinen tüm ekonomi ve sosyoloji kuralları bile çaresiz kalıp izahat yapamayacağını söyleyebilirim. Zira, bu denli anlaşılamamak, bu denli yokluk, yoksulluk, horlanmışlık ve duyarsızlık karşısında, onların çoktan “sosyal bir patlama” gerçekleştirmesini, isyana kalkışmasını veyahut depresyona girip hastaneleri doldurmasını dahası intihar etmesini beklerdim ama insan üstü bir sabırla ve alaycı bir suskunlukla yaşamlarını sürdürebilen bu insanların hayatlarını hepimiz merak etmişizdir doğrusu… Kim bilir belki de onlar, intikamlarını bu alaycı suskunluklarıyla ele alıp, isyanlarını da susarak dile getiriyorlardır, kim bilir… *** …ah biraz konuşsa, azıcık anlatsa, onu rahatsız eden şeyleri paylaşsa belki rahatlayacaktı kadın… Adam; yıllarca anlatmasını, içindekileri paylaşmasını bu yüzden istemişti ondan… O konuşunca açılacak bir kapıdan içeri girebilecek ve onu boğan tüm tozları silip atabilecekti. Aslında konuşmanın kendisine iyi geldiğini biliyordu kadın, adam derinlerde birikmiş o tozların yok olması için bir ayna gibi kadına her konuşmasında, tartışmasında izlenimlerini ve değişimleri anlatmaya çalışıyordu. Bir keresinde kadının kızacağı, hatta anlattığında aralarındaki ilişkinin bitmesine sebep olacak bir konuşmayı gayet kibar, mantıklı, iyi niyetli yorumlarla ele alınca kadına; “biliyor musun, bir sene önceki senle bu konuyu konuşmuş olsaydım tepkin çok sert olurdu eminim. Ama bugün öyle mi? Hayır. Gerçekten sıkıntılarını paylaştıkça daha da ölçülü tepkiler vermeye başladın” diyerek pozitif yöndeki değişimi sevinçle anlatıyordu. Hatta yakın gördüğü insanlar bile yaşanan bu değişimi fark etmişlerdi… Bu düzelme uzun sürmedi. Adam: “her şey yoluna giriyor, güzel günleri o da görecek” dediği gün, kadın aniden susup kendi kabuğuna yine çekiliverdi… Adam, aralarındaki bu derin suskunluğun nerede son bulacağını üç yıl boyunca hiçbir zaman kestirememişti. Nihayetinde yaşanan bu duruma: “inceltilebilen yalnızlıklar” diye isim takmıştı. Çünkü onu seviyor, çok değer veriyordu. Kadının; zeki, öngörülü, bilgili, hassas, sevecen ve naif biri olduğunu biliyordu. Hatta onu o kadar iyi tanıyordu ki hani onunla aynı topraktan yaratılmış, aynı huzursuzlukları birlikte emerek büyümüşler gibi hissediyordu.. Acaba onu bu hale getiren sebepleri nasıl yok edebilirdi? Bazı yalnızlıklar dostlarla buluşunca, bazen güzel bir müzik dinleyince, belki bir kitaba dalıp gidince yok olduğunu tecrübe etmişti! Fakat bu seferki durum: “belki doğduğu andan beri (insanın) alın yazısına dönüşen ve hiçbir şeyle eksilmeyecek” cinsten bir başınalığa benziyordu… Ama çok şükür korkulan olmadı. Kadın, omuzlarında taşıdıklarından yorulduğunu, bunun için konuşmadığını söyledi… Hangi şehirde olursa olsun, bir pencerenin önünde, bir dize şiir okuyup hafifletebilirdi kendisini ama hissizlik öylesine derindi ki çok sevdiği adama “büyük aşkı, küçük sevgili” gibi görüp kalbini kırabilirdi… Bu halde bile onu düşünmüştü… Kendisini bir çölde yapayalnız gören, yeryüzünü hep karanlık, sıkıcı, boğucu bulan kadına, el uzatamamanın, yardımcı olamamanın sıkıntısını taşıyan adam adeta yalnız bir çınar ağacına benzetiyordu kendini. Kadının ise ne konuşmaya ne de görüşmeye zamanı ve isteği vardı. Hiç kimseye anlatacak bir sözü kalmamıştı. Öyle ki kendi söylediği şeylere bile artık inanmıyordu! Başkalarının söylediklerine nasıl inanmış olsundu?! Zaten başkalarına inanmama gibi bir durumu hep vardı. Konuşmanın bir çözüm yolu olmadığına inanıyor böyle düşünüyordu. Çokça film izlemeyi, komik videolar seyrederek zaman öldürmeyi daha sıcak buluyordu. Önceden iletişim kurmayı; kavga etmek, tartışmak, bağırıp çağırmak olarak görüyordu. Sürekli öfke nöbetinden yeni çıkmış yüz ifadesi ve üslubu olsa da tek cevap, tek söz, söylenilen sözlere karşı alabildiğine ilgisizlik hali o melek yapılı, iyi niyetli kadının, gardiyan gibi görünmesine sebep oluyordu… Ona güzel bir şey söylemek, sevmek, özlemek “sahici” gelmiyor, aksine çok sıkıcı geliyordu… Belki de her şeyi saçma buluyordu.. Kafasında sürekli yaptıklarının muhasebesi… “ben hep böyle mi kalacağım?” soru ve endişeyle sürüp giden yalnız başına bir hayat…Gerçekten çok mu sert bakıyordu? Hiç gülmüyor muydu kimseye?, Her an kavgaya hazır mıydı?, Sustuğunda kimlerle kavga ediyordu içinde? Adamın bu soruları ona sormaya imkânı yoktu. Sanki insanlar düşüncelerini okuyordu ve bu yüzden “neyin var?” sorusunu soruyorlardı kadına… Yılgınlığı, bezginliği, kendi kendine sorduğu sorular yüzünden iyiden iyiye artmış olmalıydı. Hani gölde boğulmakta olan birinin çırpındıkça dibe batması gibi dibe çekildikçe çekiliyordu… Anlık mutlulukları bu yüzden tercih ediyor olabilirdi. Nefes almak gibi… Soruları soranlar ise o anlık mutlulukların çetelesini tutup eleştirmeye başlıyordu: “konuşsana, neden konuşmuyorsun” demiyorlar mıydı? Fikri bence buydu. Öğüt, eleştiri. Artık hepsinden nefret ediyordu. Ak kaşık olmadığının farkındaydı. Ama onu adam etmeye hiç kimsenin cüret etmesini de kesinlikle istemiyordu. Zira kendi istese zaten adam olmanın yollarını çok iyi biliyordu. Kim bilir belki de şimdi değil, belki daha sonra adam olmayı düşünüyor, istiyordu. Zira çok çok önceden adamdı! Yine olmak bu kadar zor olamazdı. Şimdilik yarım adam olmak istiyordu. Yani, toplumun varsaydığı o adamlık elbisesi ona birkaç numara bol geliyor olabilirdi! İstese kendisiyle ilgili kararları hemen alabilirdi. Bunları da uygulayarak yoluna devam edebilirdi. Değer verdiği şeyler; çocuk ve kahveydi. Tek arzusu ise başkaları gibi vurdumduymaz olabilmek ve hissetmeden yaşayabilmekti. Hiçbir şeyden etkilenmeden, hissetmeden yaşayabilmek ne rahat, ne konforlu bir yaşam biçimiydi… Oysa istese başkaları gibi o da hemencik geçiştirebilirdi.. Örneğin insanları aldatabilir, onları kandırabilir, hakka, hukuka riayet etmeden şeytanın avukatı olabilirdi. Evet, istese başkaları gibi paldır küldür konuşabilirdi. Ne var ne yok her şeyi tuzla buz edip dağıtabilirdi. Ama yapmıyordu. Fıtratına tersti. Bu yüzden ne dili ne eli ne de gönlü içi kan ağlasa da kötülük yapmak istemiyordu. Böyle olmasına rağmen, ilginç bir şekilde kendisini dünyasını en karanlık insanı, sanıyordu… Çok şey istemiyordu. İstese de elde olanların da yok olmasından endişe ediyordu. Bilmiyordu. Hiçbir şey bilmiyordu. Algısının kapılarını tüm sözlere, tüm şarkılara kapatmıştı. Nasılsa bir çıkış yolu yoktu. Yine aynı olacaktı. Bazen geceleri çocuk gibi ağlamak istiyordu. Ona bile üşeniyordu. Sonra “hiç ağlamanın üşenmesi olur mu?” diye sorular soruyordu… Ağlamaya üşenince onu da öğrenmiş oluyordu. Ertelediği ağlamalar niyeyse hiç olmadık yerde çıkıp geliyordu. Gözyaşı kadısı, ruhunun karanlığını temizlemek için arada baskın yapıyordu ama en çok da sevdiğinin yanında olmadığı için gecenin karanlığında sessizce için için gözyaşı döküyordu… Hayat; çeke çeke, süne süne, ezile büzüle, bata-çıka güle-oynaya usulca kayıp gidiyordu herkesin avuçlarından! Kadın bunun farkındaydı… Adamın akıp giden bu hayatın içinde tek korkusu onsuz kalmaktı… Onsuzluk bu hayatın, damarlarının kopması demekti. Birbirini ölümüne seven iki insan; bu kadar yakın ve alabildiğine uzaktaydı. İşte onlar, bir köyde, belki bir kentte ya da gelişmemiş bir şehrin çok katlı binaların odalarında yaşıyorlar. Katlanılması güç bu yaşamı omuzlamaya ve hayatlarını sürdürmeye herşeye rağmen devam ediyorlar… Onların öyküleri bazen hayata sımsıkı sarılıp yaşamakla, bazen gazetelerin üçüncü sayfalarında yazılmak ve bazen de mahpus damlarında gün saymakla geçer. Ve “beriki Türkiye” hep çenelerini yorsa da onları böyle şeyler hiçbir zaman ilgilendirmemiştir. Onların tek arzusu, tek umudu ve ışığı çocuklarının okuması, kendilerini kurtarması ve kanatlanıp “başka bir dünyaya” uçmasıdır… Kalın Sağlıcakla.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |