"Küle değil, ateşe üflemelidir." -Divanü Lügat-it Türk, Savlar |
|
||||||||||
|
Rahipler etrafımı çevirdi. Göz alıcı oymalarıma, rengarenk süslemelerime ve altınla işlendiği belli olan rünlerime uzun uzun baktılar. Hangi tanrı için yapıldığımı anlayamadılar; ama şu anda onların tapınağındaydım ya... Gözleri, içimde tapınaklarına bağışlananın nasıl bir hazine olduğu merakıyla parlarken içlerinden biri, pembe ellerini üzerime koydu. Diğerleri nefeslerini tutmuş kapağımın açılmasını bekliyorlardı. Elleri üzerimde olan rahip, nazikçe kapağımı kaldırmaya çalıştı. Tabii ki açılmadım! Rahip, bu, güzelliğiyle göz kamaştıran sandığa duyulan mecburi saygıyı ve nezaketi kenara bırakarak tüm gücüyle tekrar denedi; fakat açılmadım. Soğuk, metalik yüzeyimde hissettiğim ılık ten, bende gerekli duyguları uyandırmamıştı. Niye açılacaktım ki! Üzerimde herhangi bir kilit ya da menteşe yoktu, kıramadılar. Beni tamamen zedelemeye de kıyamadılar. Sunaktan kaldırıp değerli eşyaların saklandığı odaya da koyamadılar. Sunağa tüm gücümle yapışmıştım, mermerini altımda hissetmekten hoşlanmıştım. Zaten bir şekilde burada kalmam gerektiğini hissediyordum... Yaşlı rahiplerden birinin dediği gibi, ömrü boyunca benim kadar kaprisli bir sandık görmemiştir. “Ama değer!” demişti yanındaki genç rahip adayına. “Bu sandığa değer evlat. Onun kadar kaprislisini görmedim ama eşsizini de görmemiştim.” Böylece uzun yıllar boyunca o sade ve fakir tapınağın boş sunağında kaldım. Bana ne eller dokundu, ne büyüler yapıldı, ne aletler denendi üzerimde; ama inadım inattı, açılmadım! Yıllar geçtikçe beni görmeye gelenlerin sayısı artar oldu. Uzak diyarlardan zenginler, yoksullar, gezginler, köylüler, panayırcılar, her çeşit insan beni görmeye ve açmayı bir kez olsun denemeye geldi. Tapınağa yardım toplamak için köy köy gezen genç rahipler, benden çok bahsetmişlerdi inançlı dinleyenlerine. Sonra da hakkımda bir sürü hikaye uydurulmuştu. Ünüm yavaş ama iç gıcıklayıcı bir merakı ruhlara taşıyarak yayılmıştı. Sonunda tapınak, gelip gidenlerle zenginleşti. Dillere destan bir uğrak oldu. Yıllarca hemen hemen yalnız olduğum sunak, birdenbire kıymetlenen tanrılarına yiyecek, el yapımı hediyeler ve kıymetli mücevherler sunan müritlerin ilgisiyle dolup taşıyordu artık. Bana gelip elini süren, öpen, hatta gözyaşlarıyla yıkayanlar arasından hiç biri beni açmayı başaramamıştı. Bana olan bu inanılmaz ilgi, artık tapınağın tanrısını sinirlendirmeye başlamıştı. İnsanlar ona dua etmekten çok, bana dokunmak için geliyordu. Böylece tapınağın tanrısının yakıcı kıskançlığı, metalimi karatmaya başladı. Rahipler ne kadar uğraşsalar da, yaptıkları hiçbir şey -dua, büyü, boya, sabun- işe yaramadı. Giderek eskiyip çirkinleşiyordum. Buna rağmen beni görmeye gelenler azalmadı. Beni okşamanın şans getirdiğine inananlar, şansın kendi içten niyetlerinden geldiğini bilmeden tapınağa gelmeye devam ettiler. Hepsi, içimde ne olduğunu ölesiye merak ediyordu; ama şu ana kadar muhteşem güzelliğime kıyamadıkları için kırmamışlardı beni. Şimdiyse eskisi kadar güzel değildim. Bir gün birinin çıkıp beni kırmasından korkuyordum. O zaman, daha hazır olmadan kabuğumdan çıkarılmış olacaktım; ölecektim. Normalde insan kuvveti beni kırmaya, hatta en ufak bir zarar vermeye yetmezdi tabii ki; ama bu sefer tapınağın kudretli ve kıskanç tanrısını da karşıma almıştım. Onun gizli yardımı, aç gözlü insanlara beni kırabilecek gücü verebilirdi. Bu endişelerle daha da çöktüm. Kapkara, çirkin, pis bir sandık olup çıktım. Rahipler, üzerime altın, gümüş ve ipekle dokunmuş çok güzel örtüler örtmekte buldular çözümü. İçimde karanlık bir şeyler olduğunu düşünmeye başlamaları da beni üzmüştü ve iyice içime kapandım. Artık gelip giden insanlarla ilgilenmiyordum. Hatta dokunuşlarında irkiliyor, hissedecekleri düzeyde korku yayıyordum yüzeyime. Yine de dokunmaya devam ettiler... Tapınağa ilk gelişimin üzerinden uzun yıllar geçmişti. Müritlerimin sayısı nihayet azalmıştı. Bazen yılda iki-üç kişi gelip beni görüyor, ağlayıp neden eskisi gibi şans ve mutluluk vermediğime yanıyorlardı. Tapınak yine fakirleşmeye başlamıştı. Sunaktaki yalnız günlerim geri gelmişti. Bir gün, hiç görmediğim büyüklükte bir fırtına çıktı. Dünyanın bu bölgesinde böyle bir doğa olayının imkansızlığından bahseden rahipler, beni korkutmuştu. Gökyüzü, öğle vakti kararmıştı. Yağmur, üzerimdeki örtüyü ağırlaştırmıştı. Bütün rahipler tapınağa girip kapıları ve pencereleri sıkıca kapattılar. Yıllardır beraber olduğum sunak dışında herkes beni yalnız bırakmıştı bu tuhaf fırtınayla. O sırada tapınağın bahçesine biri girdi. Onun bahçe kapısından adımını atmasıyla irkilip uzun bir uykudan uyanmış gibi oldum. Çimlerde uzun adımlarıyla bana doğru yürürken, her adımının yankısını içime yönelten toprak, mermer sunağımı da canlandırmıştı. İçimde bir şey küt küt atarak ışıldıyor, şiddetli rüzgarla dalgalanan örtümü titretiyordu. Adam fırtınadan hiç etkilenmiyor gibiydi. Adeta rüzgar ona dokunmuyor, yağmur yakınına düşmüyordu. Siyah bir pelerinin içindeydi. Eldivenleri dışındaki tüm giysileri kaliteli bir siyah kumaştandı. Eldivenleri ise masmaviydi, parlaktı. O yaklaştıkça güneş, kalın bulutları aşıp bana yaklaşıyor gibi hissediyordum. Gelip önümde durdu. Örtü yüzünden adamın suratını göremiyordum. Mavi eldivenli eliyle örtünün ucundan tutup savurarak üzerimden attı. Örtümden havaya savrulan yağmur damlalarından hiç biri ona deymemişti. O anda eldivenleri kadar mavi gözlerini bana kilitleyen keskin ama bir o kadar sevgi dolu bakışlarıyla karşılaştım. Karalığımdan ve pisliğimden utanmıştım; ama o, şimdiye dek gördüğüm binlerce insandan daha şefkatli bir sevgiyle bakıyordu bana. Rahipler yanımıza yaklaşmaya cesaret edemedi; çünkü yaydığım ısıyla kızaran mermer sunaktan ürkmüşlerdi. Adam, eldivenlerini çok yavaş ve sakin hareketlerle çıkardı; vahşi bir hayvanı ürkütmek istemiyormuş gibi... Sonra iki elini birden üzerime koydu. Heyecandan ölecektim! Ellerini koymasıyla içime çok tatlı bir sıcaklık yayıldı ve her milimetrem titredi. Elinin deydiği yerden bütün yüzeyime dalga dalga yayılan sevgi, beni eski halime getirdi. Parlak güzelliğim geri gelmişti. Ben de bu olağanüstü duygulara karşı koyamayarak açıldım! Rahipler şaşkınlıktan küçük çığlıklar attılar. Bazıları içimi görebilmek için öne atıldı. Adamın da gördüğü gibi içim, ağzına kadar altınla doluydu. Çok büyük bir sandıktım ve bu kadar çok altını bir arada krallar bile zor görürdü. Rahiplerden biri bayıldı, diğerleri düşmanca bir tavırla adama bakmaya başladılar. Adam, altınlarla hiç ilgilenmedi. Kapağımın kenarına sıkışmış tek bir şeye dikmişti gözünü; küçük, mavi bir taşa. Ben de mutluluktan ve sevgiden deli olmuştum; çünkü doğruca bana bakıyordu. Taş, benim özümdü. Kabuğumdan kurtarmıştı beni ve şimdi özümü alıyordu ellerinin arasına. Beni, yani mavi taşı alıp göğsüne bastırdı. Hemen giysilerini, bastırdığı yerden yakarak tenine ulaştım ve annesine sokulan bir bebek gibi teninin içine girdim. İşte yuvamdaydım! Böyle bir bütünlük, tamlık duygusunu hissetmek kadar doyurucu ve mükemmel bir şey yoktu hayatta. Adam mırıldandı; “ Seni almaya gelmiştim güzel parçam. Seni buradaki görevinden alıp tekrar kendime vermeye gelmiştim. Görüyorum ki görevini başarmışsın. Yine bir olduk, yine beraberiz...” Ben mi mırıldanmıştım, adam mı...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burcuk, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |