Dünyaya geldiğinden, dünyada bulunduğundan, dünyadan gideceğinden hoşnut olan bir kimse görmedim. -Namık Kemal |
|
||||||||||
|
EMRİMİ DİNLEYİN KELİMELER - Sonra birde baktım ki büyümüşüm. Oysa kimse büyümeyi isteyip istemediğimi sormamıştı bana. Ben elimde nerden bulduğumu hatırlamadığım tahta bir sopayla yol kenarından başlarını uzatan meraklı otların kafalarını koparıyordum, aslında düşman askerleriyle savaşıyordum, bir ülkenin kaderi benim ellerimdeydi çünkü. Ve kılıcım elimdeydi ve hilim hilim olmuş elbisemin deliklerinden giren ıslak ve soğuk rüzgar hiç de umurumda değildi… Ama birilerinin umurundaydı, bir gün geldiler, sen artık büyüdün dediler… Her şey bir anda oldu anlayamadım, bir de baktım ki büyümüşüm. Ağustos kokan Eylül günlerinden herhangi biriydi. Geceydi ve hangi geçmişten geldiği belli olmayan ateş sıcağı bir rüzgâr, tenimin kuytuluklarını sulu sepken bir yağmur gibi ıslatıyordu. Saatlerdir masanın başında, havada uçuşan kelimelerden birkaçını yakalayıp hikâyeme katık etmek istiyordum. Ama hangi kelimeye elimi uzatsam, çok kırılgan olduklarından olacak, hepsi bir anda ölüyorlardı daha bekâreti bozulmamış beyaz sayfama. Sıkıldım, havada hala sinir bozucu bir gürültüyle uçuşan kelimelere tumturaklı bir küfür savurup dışarı attım kendimi. Ayaklarım gideceği yeri biliyorlardı, ben karışmıyordum onlara. Hep böyle kelime öldüren can sıkıcı akşamlarda, onlar bilirlerdi ki bir şehrin en hikâyesi bol mekânı, o şehrin en salaş meyhanesidir. İçeri girdiğimde hüzne tabii kesif bir anason kokusu hücum eder gibi, kaçar gibi birazda bu salaş yerden, yalayıp geçti yüzümü. Hemen arkasında da onu yakalamak için görevlendirilmiş sigara dumanı, gözlerimi yakarak hızla dışarı aktı. Dumandan kaçan anason kokusuna gülerek boş bir masaya oturdum. Hemen karşı masada oturuyordu. Gözleri masanın ortasında bir yerlerde dalıp gitmiş, farkında olmadan elindeki çatalıyla tabağındaki peyniri parça parça ediyordu. Sandalyesine sere serpe oturmuş, bir kolu sandalyesinin arkasından sarkıyor, diğeri de hala çatalıyla toplu peynir cinayeti işlemeye devam ediyordu. Yerimden kalktım, ona doğru yürüdüm, karşısında durdum; - Affedersiniz, rahatsız etmiyorumdur umarım. Ama bu zavallı korumasız peynire daha fazla eziyet etmenize seyirci kalamayacağım. - Efendim? - Peynir diyorum, bakın nasıl için için kanıyor. Artık eziyet etmeyin de acısını dindirin. - Nasıl dindirilir bir peynirin acısı? - Yiyerek. - Affedersiniz ama deli misiniz acaba siz? - Hayır, gazeteciyim. Adım Refik. Sıkıldım tek başıma oturmaktan. Sizi sıkmazsam beraber oturalım, tabi bir sakıncası yoksa… - Madem deli değilsiniz, buyurun. Hoş geldiniz. Aslında iki kişilik muhabbetlerin makûs talihidir sessizlik. En azından birbirini çok iyi tanıyan iki insan için bu kural geçerlidir. Susma hakları vardır çünkü onların. Ama birbirini daha yeni tanıyan iki insan için böyle bir hak söz konusu değildir. İki taraf da kendini konuşmak zorunda hisseder. Hazırda bekletilen sorular ve zaten hazır olan cevapları sessizliğe bir türlü müsaade etmezler. Bizde hazırda beklettiğimiz soruları, masadaki içkiye meze yapıp hızla tükettik. Konuşmak bir nehirdi ve her nehir bir denize akardı. Karasuları geçit vermez suskunluklarla çevrili bir mazinin denizi, çoğu zaman alkole yenik düşüyordu işte. Suskunlukları yıkan, cümleleri serbest bırakan esrik bir ajan arsızlığında hikâyesini tutup çıkarıyordu o denizin içinden. - İşte öyle. Sonra birde baktım ki büyümüşüm. Oysa kimse büyümeyi isteyip istemediğimi sormamıştı bana. Ben elimde nerden bulduğumu hatırlamadığım tahta bir sopayla yol kenarından başlarını uzatan meraklı otların kafalarını koparıyordum, aslında düşman askerleriyle savaşıyordum, bir ülkenin kaderi benim ellerimdeydi çünkü. Ve kılıcım elimdeydi ve hilim hilim olmuş elbisemin deliklerinden giren ıslak ve soğuk rüzgâr hiç de umurumda değildi… Ama birilerinin umurundaydı, bir gün geldiler, sen artık büyüdün dediler… Her şey bir anda oldu anlayamadım, bir de baktım ki büyümüşüm. - En azından ne mutlu size ki, çocukluğunuzu güzel yaşamışsınız. - Haklısınız. Güzeldi. Yani çocukluğum. Oysa şimdi bakıyorum da aklımda kalan sadece birkaç görüntü ve birkaç silik yüz. - Neden, görüşmüyor musunuz eski arkadaşlarınızla? - Maalesef… Babam polis memuruydu. Bu sebeple bir şehirden bir şehre devamlı tayin ediliyordu. Her gittiğimiz yerde bir parçamı bırakıyordum anlayacağınız. - Kolay olmamıştır sizin için herhalde bu göçebe hayatı. - Olmadı. Hiçbir şey kolay olmadı. Ne şehirleri apansız terk etmek, ne de sevdiklerimi… Sonra sustu. Bu bir sırdır benden sana ey okuyucu, her kim ki sevdiklerinden bahsederken yutkunursa, sesi çatallaşıp gövdesi kaburgalarında kaybolmaya çalışırsa, bakışları donuklaşıp son nefesini verir gibi derin bir nefes verirse, işte o adam içinde yüzyıllık bir acının kaynağı kanayan bir yara taşıyor demektir. Sevmek çoğu zaman acıyla kanamaktı ve adamın gözleri kanıyordu. - İyi misiniz? Yanlış bir şey mi söyledim yoksa? - Ben iyiyim sağ olun. Alkolü de bu yüzden sevmiyorum. İstemediğim şeyler yaptırıyor bana… - İsterseniz konuşmamızı yarıda kesebiliriz, sizi üzdüysem… - Hayır, hayır. Rica ederim. Bilakis keyif aldım sohbetinizden. - Niye üzüldüğünüzü sorabilir miyim acaba. - Oysa ben kaç yıldır kaç acı eskittim: Unuttum, kaç ölüm gördüğümü. Bir omzumun alçaklığı ondandır, Taşıdım kaç kişinin kanayan tabutunu. - 1999 depremini hatırlıyor musunuz? - Evet, Ankara’daydım o zaman. - Ben Adapazarı’ndaydım. Yollarda sere serpe uzanan ölümü gördüm o gün, koşan çığlık atan mahşer yeri kaçkınlarını gördüm. Siz hiç ölü bir çocuk gördünüz mü? Yüzünde hala tatlı bir tebessüm, kana karışmış vücudu ufacık uzanırken ölülerle dolu yollarda… Sevdiğiniz kadının cesedine saatlerce uzakta ayakta beklerken, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey konuşmadan, ağlayamadan bile, yanına yaklaşmaya cesaret edemeden baktınız mı? Kanayan bir insana ne denir ki, dur artık kanama mı… Bir yarayı kanatmak kolay da, durdurması… Gece bir hayli ilerlemiş, etraftaki masaların çoğu boşalmıştı. Kalanlarda sıkılgan bir uyku pinekliyorlardı. Meyhaneciye hesabı işaret ettim, sanki gitmemizi dört gözle bekler gibi hemen getirdi. Sinan Bey’e karşıda bir çorbacıda sıcak bir şeyler içmeyi teklif ettim, hem konuşmamıza orda devam edebileceğimizi ekledim. Kabul etti. Kalktık, esrikleşmiş ayaklarımız, yerçekimine inat ağır adımlarla düşmemeye çalışarak çorbacıya gittik. Konuşmaya devam etti: - Ama yine de alışmak diye bir şey var Allah’tan. - Alıştınız yani kaybettiklerinizin acısına. - Zorundaydım. Ayrıca bazen kaybettikleriniz, aynı zamanda kazandıklarınız oluveriyor. - Nasıl yani? - Depremden sonra geri kalanlarla, parmakla sayılacak kadar azdı, çok yakın ilişkiler geliştirdik. Acı insanı birbirine bağlar bilirsiniz. Bizde öyleydik. Bu daha çabuk alışmamı sağladı. - Sonra ne yaptınız, yani depremden sonra. Orada yaşamaya devam ettiniz mi? - Hayır. İstanbul’a yerleştim. Sonrası bir hikâye etmeyecek bile sıradan bir yaşantıydı. Aslında anlatılacak bir şey var… - Nedir? - İstanbul… Yeniden doğuma inanır mısınız? Bu şehirle birlikte yeniden doğdum. Her şey, hayatıma, yaşantıma dair her şey anlam kazanmaya başladı bu şehirde. Sanki eksik bir parçam vardı, o eksik parça geldi yerine oturdu. Şimdi şöyle bir bakın etrafınıza, yolda başları önde kafalarında bin bir sorunla yürüyen şu insanlara bakın. Sonra değer mi diye sorun kendinize. Yaşadığımız şu anı öldürmeye, yaşanılması güç bir hale sokmaya değer mi. Her şeyin, buna yaşam da dahil, ama her şey için yeniden başlama şansı vardır. Bu şehri ele alın, tarih boyunca uğradığı yıkımlara karşı nasıl da hala güzelliğinden taviz vermeden dimdik ayakta duruyor görüyor musunuz. İşte yaşam da bu şehre benziyor birazda… Hayat hep ters gitse de, istemediğiniz şeyler olsa da, yaşamak diye bir şey var. Ve bana inanın her şeye rağmen, yaşamak güzeldir. Çorbacıdan çıktığımızda vakit hayli geç olmuştu Sokaklar neon lambalarının parlaksı matlığında düşsel bir kentin surlarına öykünüyordu. Çöpçüler bir tarihin yıkıntılarını süpürür gibiydiler şimdi. Bir zamanlar padişahların kılıç kuşandığı bu sokaklarda ben ve O, Sinan Bey, bir gece öyküsüne son vermek üzereydik. El sıkışıp ayrıldık. Gece bir hikâyeye gebeydi… Eve döndüğümde kelimelerim hala havada asılı bağırıp çağırıyorlardı. Masamın başına oturdum, kelimelere susmalarını ve teker teker boş kalmış beyaz sayfama uzanmalarını emrettim. Hepsi bir anda sustu. Teker teker gelip sayfada yerlerini almaya başladılar. Ağustos kokan Eylül günlerinden herhangi biriydi. Geceydi ve…………
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İnan Bektaş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |