Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. -Cervantes |
|
||||||||||
|
Gertrude çığlıklar atarak uyandı bir kez daha yatağında. Terden sırılsıklam olmuştu, uzun saçları ıslaktı ve yer yer yüzüne yapışmıştı. Nefes nefese kalmıştı ve yine aynı şey olmuştu. Aynı rüyayı görüyordu günlerdir. Uzun, karanlık bir dehlizde tekbaşına yürüyordu rüyasında. Rüya bile denemezdi aslında, tam anlamıyla kabustu gördükleri. Sonra duvarlar birbirine doğru yaklaşıyordu gitgide. Elllerini ıslak ve yapışkan bir tür sıvı ile kaplı, küf kokulu siyah duvarlara koyuyor, engel olmaya çalışıyordu birleşmelerine ama bir türlü durduramıyordu. Bütün gücünü harcıyordu ama olmuyordu bir türlü. Ve birden zemin kayboluyor, ateşten bir boşluğa düşüyordu ardından. Sıcaklığı alabildiğine hissediyordu bedeninde. Alevin yakıcı etkisi kavuruyordu tenini. Çığlık çığlığa uyanıyordu her defasında korku içinde. Pek sık rüya görmezdi, aslında hemen hemen hiç rüya görmezdi birkaç hafta öncesine kadar. Neden bunları gördüğüne dair bir açıklaması da yoktu. Hani bir şeyin habercisi ya da bilinçaltının dışavurumu falan olsa diye düşündü ama bunu gerektirecek bişeyler de olmamıştı hayatında. Mutluydu, hatta hiç olmadığı kadar son zamanlarda. 2 hafta sonra Jurgen ile evleneceklerdi. O sevdiği adamdı, taptığı adam. Birkaç yıldan beri tanıyorlardı birbirlerini ve uzun süreli, seviyeli bir arkadaşlıktan sonra birbirlerine açılma fırsatı bulmuşlardı. Aşıklardı birbirine ve evlenme planlarını da artık yürürlüğe koyma zamanının geldiğine inanıyorlardı. Aylardan beri o günün gelmesini sabırsızlıkla beklemişti. Almanya’nın batısında sınıra yakın Trier şehrinde oturuyordu. Eski ve güzel bir şehirdi burası. Almanya’nın ilk kurulan şehirlerinden biriydi, neredeyse 2000 yıllıktı. Heryerinde tarih fışkırıyordu buranın. Gerçi uzun süreli 2 büyük savaşın etkisi şehirde epey tahribata yol açmıştı ama bunların izleri silineli çok olmuştu. Anaokulu öğretmenliği yapıyordu. Çocukları hep sevmişti zaten. Onların heyecanı ve öğrenmeye olan açlıkları motivasyon kaynağıydı kendisi için. Yoruluyordu küçük afacanlarla uğraşmaktan ama keyifliydi işi, seviyordu. Ama bu kabuslar hayatını günden güne çekilmez hale getiriyordu. Jurgen’e ve bir de en yakın arkadaşı olan Maria’ya bahsetmişti gördüklerini. Her ikisi de sözbirliği etmişcesine çok yorulduğunu, biraz dinlenmesi gerektiğini söylemişlerdi. Uyku ilacı bile almayı denemişti deliksiz bir uyku için ama terketmemişti kabusları onu. Hergün biraz daha sinirli oluyordu. Dün minik dietrich’i olmayacak bir şey için azarladığında artık yardıma ihtiyacı olduğunu düşünmeye başlamıştı ciddi ciddi. Öğleden sonra şehrin en iyi psikiatrlarından olan profesör Baumann’ı görmeye gidecekti. Muayenehaneye yarım saat erken gelmişti her ihtimale karşı. Bir an önce buradaki işini bitirmek istiyordu. Tabi sadece bir saatlik bi seansla hayatını cehenneme çeviren bu şeyden kurtulamayacağını biliyordu ama olsun sevmiyordu bu deli doktorlarını. Onlarla ilk kez çocukluğunda tanışmıştı. 6 yaşındaydı, annesi 2. doğumunda düşük yapmış ve ardından ağır bir depresyona girmişti. Pek fazla şey hatırlamıyordu o günlerden ama hatırladıkları hiç de aklında kalmasını istediği şeyler değildi. Günlerce bir odaya kapanır, içeriden kilitler, babasının kapının ucunda yalvarmalarına bile tepki vermezdi. Neşeli, canlı bir kadındı oysa ki ama düşükten sonra onu kimse tanıyamadı. O sıralarda başlamıştı annesi, babasının zoruyla psikiatristlerle görüşmeye. Seans sonrası eve gelişleri bile daha bir problemli oluyordu sanki. Eve geldikten sonra sakinleşeceğine daha da hırçınlaşıyordu annesi. Etrafı kırıp döküyor, avazı çıktığı kadar bağırıyor, küfrediyordu. Böyle durumlarda Gertrude yatağının kenarında yere büzülür, gözlerinden süzülen minik damlalara engel olmaya çalışarak elleriyle kulaklarını kapatırdı onun sesini duymamak için. Daha sonra antidepresan ilaçlara başlamıştı annesi yoğun bir biçimde. O hırçınlığından eser kalmamıştı ilaçlardan sonra. Bir ölüden farksızdı artık. Ve herşeyin o doktorların yüzünden olduğunu düşünmüştü Gertrude o küçük beyniyle. Sanki o psikiatriste gitmeselerdi herşey daha iyi olacaktı... Bir kaç defa yaklaşmaya çalışmış olduğunu hatırlıyordu annesine. Bomboş gözlerle bakmıştı ona, bir yabancıya bakar gibi... Korkmuştu küçük Gertrude o an annesinden. Koşarak odasına kaçmış ve uzun süre hıçkırıklarla ağlamıştı yatağında, gelir ümidiyle. Gelmemişti annesi ve bir daha da gözgöze gelmemişlerdi... O günleri izleyen bir haftasonu babasıyla bir kliniğe giderken trafik kazası geçirmişti annesi. Her ikisini de yitirmişlerdi. Ağlayamadığını hatırlıyordu Gertrude, o çok sevdiği annesi, adeta taptığı babası için bir damla bile gözyaşı dökmemişti... Karıştırdığı derginin sayfalarından başını kaldırdı adının söylendiğini duyunca. Sekreter gülümseyen gözlerle kendisine sesleniyor, içeri girebileceğini sıranın kendisine geldiğini söylüyordu. Ani bir hareketle yerinden kalktı, teşekkür ederek içeriye doğru yöneldi. Onu kapıda profesör Baumann karşılamıştı. Saçlarının ön kısmı tamamen dökülmüş ve beyazlamıştı yaşlı adamın, sakalları gibi. Gözlerinde ince tel gözlükler bulunuyordu. Yaşlı sayılmazdı belki ama orta yaşı çoktan geçmiş olmalıydı. Hafif kilolu ve de kırmızı yanaklarıyla “tam noel baba olacak adam” diye düşündürdü Gertrude’u. Ağzında geniş bir gülümsemeyle “ hoşgeldiniz bayan Stein” dedi. Kısa bir sohbetten sonra problemin ne olduğunu sordu profesör Baumann. Sonra konuşmadan dinledi Gertrude’u. Bir yandan da gözlüklerini beceriksiz hareketlerle silmeye çalışıyordu. Rüya sahnesine gelince yerinden hafifçe doğruldu ve daha bir dikkatli dinlemeye başladı sanki Gertrude’u. Sonra sakin bir ses tonuyla konuşmaya başladı: -uyuşturucu kullanıyor musunuz bayan Stein? Ya da alkol alır mısınız sıklıkla? -Yo hayır aslında hiç uyuşturucu kullanmadım, alkol ise bazen yılda birkaç kez o da doğumgünlerinde, kutlamalarda falan. Bir iki kadehi geçmez aldığım ama son iki aydır tek damla kullanmadığımı söyleyebilirim. Sorudan rahatsız olmuşa benziyordu. Olanları uyuşturucu ya da alkolle ilişkilendirmeye çalışması canını sıkmıştı. “Prosedür gereği” diyerek gülümsedi profesör Baumann. Gertrude’nin düşüncelerini sezmiş gibiydi. Bir yandan da elindeki kağıda küçük notlar alıyordu. “Bilgisayara alışamadım bir türlü” diye devam etti. “Belli bir yaşa gelince yeniliklere kolay uyum sağlayamıyorsunuz” “evli misiniz bayan Stein ?” Porfesör Baumann kafasını yazdığı notlardan kaldırmadan sorularına devam ediyordu. “Hayır, ama nişanlıyım. Yaz sonu evlenmeyi düşünüyoruz” “hımm”. Profesör Baumann’ın soruları 40 dakika kadar devam etti. Ailesi, çocukluğu, işi, onda stress yaratabilecek hemen herşeyi sordu ve durmadan not aldı bu süre boyunca. Karşılıklı sorgu-sual şeklinde devam eden konuşmaları bittiğinde profesör Baumann arkasına yaslandı, birkaç saniye sessiz kaldı ve daha sonra Gertrude’un gözlerine bakarak: -Sizden kapsamlı bir sağlık taraması istiyorum ikinci randevunuza gelmeden önce dedi. -Sağlık taraması mı? Gertrude’un şaşırdığı belli oluyordu. -Evet bayan Stein. Psikolojik olarak incelemeden önce problemlerinizin fiziksel bir rahatsızlıktan kaynaklanmadığını bilmek zorundayız. Bahsettiğim sağlık taramasında beyin tomografisinin de olması konusunu ayrıca rica edeceğim sizden. Bu arada size sakinleştirici birkaç hap vereceğim. Bu sizi rahatlacak, uykularınızın daha düzenli olmasını sağlayacaktır. Şimdilik bu kadar bayan Stein. Gertrude’un cevap vermesine bile fırsat vermeden ayağa kalktı. Sanırım Cuma günü benim için uygun diye ekledi sonra. Gertrude tedirginliğini hala üzerinden atamamıştı hatta buna küçük çaplı bir şaşkınlıkta eklenmişti şimdi. Ama çabuk toparlandı: -Bitti mi yani bugünlük diyebildi -Henüz başlamadık bayan Stein dedi profesör Baumann. Dostane bir şekilde elini uzattı. Ama uzun süreceğini sanmıyorum, sıkıntılarınız bitecek bana güvenebilirsiniz. Kapıya kadar geçirdi Gertrude’u sonra tekrar masasına döndü. Bu son hastaydı ve karnı acıkmıştı. Duvarlar üzerine gelmeye devam ediyordu. Leş kokulu, oyuklarından kan ve irin akan kapkara duvarlar üzerine geliyordu hala. Eklem yerleri fırlayacakmışcasına kasılmıştı. Tüm gücünü harcıyor ama engel olamıyordu bir türlü. Haykırmak istiyor ama boğazından zayıf bir inilti dışında birşey çıkmıyordu. Uzaklardan iblislerin gülüşlerini duyar gibi oldu. Onu çığlıklar ve canhıraş bir feryat izledi. Ardından bir uğultu ve alkış sesleri yükseldi. Sapkın bir ritüel olmalıydı duvarların arkasında bir yerlerde. İblislerin, canavarların, şeytanın olduğu. Duvar artık yüzünün bir karış mesafesine kadar yaklaşmıştı ve durmuyordu. Ve birden zemin yine kayboldu. Görünmeyen eller yakalamıştı bacaklarından. Alev sarmalında buldu birden kendini yine. Aşağıdan geliyordu alevler. Önce ayaklarına ulaştılar. Çekmek istedi ayaklarını ama olmadı, kıpırdayamadı bile. Tüm vücudu kasılmıştı. Ayak parmaklarında keskin bir acı duydu önce onu yanık et kokusu izledi. Acıyla haykırdı... Saatinin alarmıyla uyandı. Yine nefes nefeseydi. Ter içinde kalmıştı bir kez daha. Odasında, yatağında olduğunu görünce rahatladı bir an. Ama bu seferki çok daha gerçekçiydi. Ateşin sıcaklığını hala hissedebiliyordu. Ve o yanık et kokusu gitmemişti genzinden. Ayakları... Hemen örtüyü bir çırpıda attı üzerinden ve ayak parmaklarına baktı. Buz kesmişti şimdi de. Parmak uçları su toplamıştı ve ayak tırnakları, tırnak uçları hafifçe kararmıştı ve üzerinden hala dumanlar tütüyordu... Su toplayan bölgelere hafifçe krem sürdü hastanedeki hemşire. “Çok şanslısınız doğrusu bayan Stein” dedi. “Kaynar suyu bir karış daha yukarı dökseymişsiniz, yeni bir ayak derisine ihtiyacınız olacakmış” Kendi yaptığı yersiz espriye sırıtarak devam etti. “Sargıya gerek yok şimdilik. Birkaç güne kalmaz rahatça yürüyecek duruma gelirsiniz.” Gertrude titrek gözlerle hamşirenin becerikli ellerini izliyordu. Kaynar su derken hemşirenin sesindeki garip tonu farketmişti. Mesleği gereği yüzlerce kez bu tip vakaları görmüş birinin kaynar su yalanını yutmayacağını elbette biliyordu ama gerçeği nasıl söyleyecekti ki. Ona inanmayacaklarını biliyordu, Jurgen bile inanmamıştı. Şaşkın gözlerle oana bakakalmıştı eve geldiğinde. Gertrude ise sabahki o büyük şoktan sonra ilk aklına gelen kişiyi, Jurgen’i aramıştı. O gelinceye kadar da yatağında korkuyla titreyerek beklemişti. Aslında Jurgen’in olanlara inanmamasına şaşmamalıydı, kendisi bile halainanamıyordu yaşadıklarına... Bu nasıl birşeydi. Kabusları gerçeğe mi dönüşüyordu, ne demekti bu. Çıldırıyor muydu yoksa. Yavaş yavaş herşey bir karabasana dönüşüyordu. Her ne oluyorsa onu durdurmalıydı. Hayatı boyunca beklediği mutluluğa bu kadar yaklaşmışken onu ellerinden hiçbir şeyin almasına izin vermeyecekti. Profesör Baumann’ı aradı hemen. Randevuyu öne almak istediğini, zor durumda olduğunu ve acilen profesörü görmesi gerektiğini söyledi sekretere. İkna etmek için fazla çaba harcaması gerekmemişti. Öğleden sonraki hastalardan biri acilen şehirdışına çıkması gerektiği için randevusunu iptal etmişti. Gertrude’un öğleden sonrası için bir randevusu vardı artık. “Bayan Stein doğru yapmıyorsunuz” dedi profesör Baumann. “Ben sağlık raporunu yanlış yönlenmemek için istemiştim. Belki de fiziksel bir rahatsızlığınızın sonucu olabilir gördüğünüz kabuslar. Acele etmeyin lütfen. Sonuçları görmeme izin verin. Sizi temin ederim böylesi daha sağlıklı olacak. Üstelik kullanacağımız ilaçların yanetkilerinin oluşmaması için yararlı olacaktır.” “Ben domuz gibi sağlıklıyım” diye haykırdı Gertrude. Sonra utandı, o sesin kendinden çıktığına inanamıyordu. Kekeleyerek devam etti. “Profesör lütfen, size ihtiyacım var. Bunlarla tek başıma başa çıkamam.” Gözlerinde yaşlar belirmeye başlamıştı artık. “Sadece kabuslar değil profesör, henüz size herşeyi anlatmadım.” Birkaç dakika içinde Gertdude başından geçenleri ve bu sabahki o inanılmaz olayı bir çırpıda anlattı. Sonra ağlamaklı gözlerle profesöre bakarak: “Lütfen” diye fısıldadı “yardım edin bana.” Profesör kararsız görünüyordu. Sonra birden yüzünü buruşturarak yerinden doğruldu. “Biliyorum yanlış yapıyorum ama” başını iki yana sallayarak devam etti “evet bayan Stein size yardım edeceğim. Öncelikle problemin çocukluğunuzda yaşadığınız bir travmadan kaynaklandığını düşünüyorum. Bilinçaltınızda kendi halinde yatan bu şeyi birkaç hafta önce yaşadığınız bir olay tetiklemiş olmalı. Ve bilinçaltınız da size rüyalar aracılığı ile ulaşmaya çalışıyor. Sizi bu denli etkileyen şeyi bulmalıyız önce. Yani çocukluğunuzla ilgili herşeyi bilmeliyim. Onu saklandığı yerden bulup çıkaracağız ve bir daha sizi rahatsız etmemek üzere yokedeceğiz.” Ayakları ile ilgili konuşmamayı tercih etmişti profesör. Kendini yaralayan hatta boğmaya çalışan hastaları bile görmüştü. Olay anını asla hatırlamazlardı. Kadın kendi ayaklarını yakmış olmalıydı... Bunun üzerinde durulacak bir konu olmadığını biliyordu konuşmasına devam etti: “Açıkçası hipnozla bilinçaltınıza inmeyi düşünüyorum bayan Stein izin verirseniz, böylelikle hatırlayamadıklarınızı ya da hatırlamak istemediklerinizi de görebiliriz. Bu oldukça hızlı bir yöntemdir, uzun süredir kullanmamış olmama rağmen.” “Nasıl isterseniz profesör” diye yanıtladı Gertrude. Başlamak için sabırsızlanıyordu. Birkaç dakika sonra kanepeye uzanmış olan genç kadının sabitlenmiş gözleri profesörün telkiniyle yavaşça kapandı. Artık odada sadece profesörün tok sesi duyuluyordu... Üzerinde hareketli birşeyin dolaştığını hissetti önce. Ayaklarının arasından birşey sürtünerek hızlıca geçti. Saçlarının hafifçe kesintili darbelerle çekildiğini sandı sonra. Onu uyandıran bu olmalıydı. Gözlerini bile açmadan uzattı elini. Ve tüylü bir yumağa parmaklarının değmesiyle istemsiz bir çığlık attı. Bu hem duyduğu müthiş korku hem de aldığı ani ısırık darbesinin etkisiydi. Az önce bir sıçana dokunmuş olmalıydı. Olduğu yerden aniden kendini geriye doğru fırlattı. Hareketlenmesiyle üzerinde dolaşan ve yakınlarında olan sıçanlar çığlıklarla kaçıştılar. Bir yandan çığlık atıyor bir yandan da geri geri gidiyordu. Bu bulunduğu odanın duvarlarına kadar sürdü. Sırtını soğuk duvarlara dayamış, hızlı hızlı solumaya başlamıştı şimdi. Alt çenesi korkuyla titriyor içindeki ürpertiye engel olamıyordu bir türlü. Gözleri korkuyla olabildiğince açılmış olmasına rağmen henüz hiçbirşey görememişti. Zifiri bir karanlık hakimdi odada. Kesif bir idrar ve dışkı kokusu az önce sürünürken ellerine değen samanların kokusuna karışmıştı. Toprak bir zemindeydi. Çürümüş toprak. Odada kendi soluk alışverişleri ve az önceki yaratıkların yürürken çıkardıkları sesler dışında bir ses duyulmuyordu. Kabus olmalıydı, evet evet kabus görüyor olmalıydı. Birazdan son bulacak, yatağında bulacaktı kendini. Oysa öyle gerçek görünüyorlardı ki... Kanayan parmağını götürdü ağzına gayrıihtiyari, emdi. Ilık ve tuzlu sıvı tadını hissetti genzinde, yere tükürdü. Rüyasındaki gibi değildi burası, karanlık ve o yaratıklar. Korkuyla büzüldü olduğu yere, sıçanların sesini artık daha yakından duymaya başlamıştı. Ona geliyorlardı. Ayağa kalkarak duvarı yumruklamaya başladı. “Yardım edin, Tanrı aşkına !!!” “Kimse yok mu? Lütfen yardım edin bana” Uzun süre buna devam etti ama hiç bir karşılık gelmedi yakarışlarına. Artık yorulmaya ve sesi de çıkmamaya başlamıştı ki ayak sesleri duyduğunu sandı. Sonra o ayak sesleri gittikçe yaklaştı, yaklaştı. Paslı demirlerin birbirine sürten gıcırtısını duydu küfürlerle beraber. Bir ışık hüzmesi süzüldü hücreye sürgülü pencereden. Boğuk bir ses duyuldu sonra iblisin dudaklarından: -Kes sesini fahişe. Biraz sabırlı ol. Gün ağardığında arkadaşlarına kavuşacaksın. İsterik bir kahkaha duyuldu sözlerin ardından. İblis pencereden içeriye nefretle tükürdü. Sonra sürgü gıcırtıyla eski yerine döndü. Zifiri karanlığa aşılmış gözleri az bir süre de olsa içerisini aydınlatan ışık karşısında kamaşmıştı. Buna rağmen içerisini biraz olsun görebilme fırsatı yakalamıştı Gertrude. Yaklaşık beş-altı metrekarelik taştan, penceresi bile olmayan bir hücredeydi. Duvarlarda bir kaç zincir de görmüştü yarısı kopuk. Onun dışında boştu hücre, o ve sıçanlar dışında hiçbir şey yoktu. Üzerinde çadırbezinden yapıldığını zannettiği bir kumaş parçası vardı. Kumaş parçası diyordu çünkü yer yer yırtılmış ve vücudunun neredeyse dörtte üçünü açıkta bırakıyordu. Belinde de kemer olarak bir ip parçası sarılıydı. Kendi ter kokusundan iğrendi. Haftalardır banyo yapmamış gibi kokuyordu. Oysa yatmadan önce duş almıştı. Ellerini saçlarına görürdüğünde de aynı hisse kapıldı. Beline kadar inen saçları yoktu artık. Omuz hizasından bıçakla kesilmiş gibiydi ve pistiler. Birbirine yapışmış, yağlı ve kelimenin tam anlamıyla kazık gibiydiler... Duvarlara tutuna tutuna ilerledi kapıya doğru. Vardığında ağır bir küf kokusu kapladı genzini paslanmış ve yüzyılardır orada duruyormuş gibi gelen demir kapıdan. Kapının açılmasına yarayacak bir kol ya da başka birşey aradı ama bulamadı. Sonra olanca gücüyle kapıya vurmaya başladı. “Çıldırdınız mı siz, ben birşey yapmadım, neden tutuyorsunuz beni burada, yalvarırım açın...” Yalvardı dakikalarca sonra sinirlendi küfürler yağdırdı, tehditler etti ama kapının ardından bir tepki alamadı. Vurdu, tekmeledi kapıyı ve sonra ağlayarak olduğu yere yığıldı. Bu kahrolası yer neresiydi ve neden getirilmişti buraya bir türlü anlayamıyordu. Bu gördüğü kabuslardan da beterdi, saatlerdir sürüyordu ve çok fazla dayanabileceğini de sanmıyordu. Ağladı, ağladı... Çok geçmeden koridorda yine gürültüler duyulmaya başladı. Bu sefer daha kalabalık geliyorlardı. Bağırışlar, küfürler birbirine karışıyordu. En azından beş-altı kişi vardı ve ses tonlarına bakılırsa öfkeli olmalıydılar. Ağır kapı yavaşça açıldı ve içeri ellerinde meşalelerle birbirinden iğrenç görünüşlü dört adam girdi. En öndeki; saçlarının üst kısmı tamamen dökülmüş ama yanları bununla tezat oluşturacak biçimde uzun, öndişlerinin çoğunu bir kavgada kaybetmiş olduğu belli, yanağında bir uçtan bir uca derin kesik izi bulunan iriyarı adam, ağzından köpükler saçarak Gertrude’un yanına geldi hemen. Bir eliyle saçlarından kavradığı gibi Gertrude’u ayağa kalkmaya zorladı. Çürümüş leş gibi kokan ağzını Gertrude’un kulaklarına değercesine yaklaştırarak “öleceksin cadı” diye fısıldadı buz gibi bir sesle. “Kilise ruhunu arındıracak az sonra.” Diğerleri daha geride duruyorlardı. İçlerinden biri elindeki uzun sopayı giyotin gibi birdenbire indirdi Gertrude’un omzuna bir küfür savurarak. Sopa tam omuz kemiğine isabet etmişti. Gertrude’un gözleri karardı birden acıdan. Bağıramadı bile, usulca bir inilti çıktı dudaklarından sadece. Olduğu yere yığıldı. Acı ve nefretle karışık baktı sopanın sahibine. Adam bir-iki adım geri çekildi önce. Sonra okkalı bir küfür savurdu elindeki sopayı olanca gücüyle yere vurarak. Saçlarını kavrayan parmaklar tekrar harekete geçmişti şimdi. Onu tekrar ayağa kalkmaya zorluyorlardı. Fazla direnemedi. Sonra iki adam ellerini kalın bir urganla önden bağladılar. Az sonra hücresinden çıkmış neredeyse sürüklenerek rüyasındaki koridorda götürülürken buldu kendini. Ağır, tahta kapı inleyerek açıldığında meydanda büyük bir uğultu koptu. En önde, yüzünde yara izi bulunan irikıyım adam eksik dişleriyle gülümseyerek eliyle halkı selamladı. Diğer eliyle de bir yandan elindeki urganı çekerek götürdüğü, geldikleri koridor boyunca yediği darbelerden bitkin düşmüş, bir dudağı tamamen patlamış, üstü başı kan içinde olan zavallı kadını gösterdi. Kadının, güneşin etkisinden korunmak için kıstığı halde açıkça görülebilen korku dolu bakışları onu çok eğlendiriyor olmalıydı. Elinde bulunan urganı hiddetle çektiğinde kadın darbenin şiddetinden tekrar yere kapaklandı. Kalabalıktan bir alkış tufanı kopmuştu şimdi. Bağırışlar, birbirini izleyen küfürler duyuluyordu heyecanlı topluluktan... Kesif bir koku yayılmıştı meydana. Neredeyse bulduğu her boşluğa sinmişti koku. Korku ve şaşkınlıktan duyuları işlevlerini yitirmişti sanki bir süredir. Kokuyu algılayamadı önce ama rahatsız ediciydi, bu kesindi. Rüyası geldi aklına sonra. Ateşi hatırladı, o an anladı kokunun nereden geldiğini. Yanık et kokuyordu, insan eti... Az ötede yarısı yanmış odun parçaları ve ne olduğu uzaktan belli olmayan kalıntıları yüklüyorlardı bir kağnıya. Meydanın ortasında, hatta birkaç yerde kararmış, oraya buraya saçılmış odun parçaları görünüyordu. Bir kısmı hala yanmaya devam ediyor ve yoğun bir duman çıkarmaya devam ediyorlardı. Odun kümelerinin ortasında yaklaşık üç metre yüksekliğinde demir kazıklar bulunmaktaydı. Diğerleri isten kararmıştı ama sonuncusunun alt kısmı tamamen kor halindeydi. Ve üzerinde bulunan halkalara zincirlerle bağlı bir ceset görünüyordu hala. Öne doğru eğilmişti. Sanki beden ateşiyle kucaklaşmak istermiş gibiydi. Ateşin üzerine hala kemiklerin üzerinde kalmış olan birkaç parça etten sarkan yağlar sıçradı garip cızırtılarla. Birkaç saniye sonra da zincire bağlı kol orta yerinden hafif bir hışırtıyla koptu. Ceset artık tamamen sönmeye yüztutmuş ateşin içine gömülmüştü. Kalabalığı yara yara ilerliyorlardı meydanın diğer ucunda bulunan kiliseye doğru. Yaralı yüzün ipi çekiştirmesiyle sendeliyor, üzerine yağan yumruklardan korunmak için elleriyle yüzünü ve vücudunu korumaya çalışarak ilerliyordu Gertrude. Bir ara taciz öyle hal aldı ki onu hücresinden çıkaran adamlar bir çember oluşturmak zorunda kaldılar. Eğlencelerinin yarıda kalmasını istemiyor gibiydiler. Bir gözü tamamen kapanmıştı Gertrude’un. Üzerindeki paçavralar da darbelerden nasibini almıştı. Göğüslerinden biri tamamen açıkta kalmıştı. Bu saldırganları daha da cüretkar yapmaktan öte birşeye yaramamıştı. Daha fazla dayanamadı ve dizlerinin üzerine çöktü. Kalabalık artık dizginlemez hale gelmişti. Yalvarır gözlerle etrafına bakındı ve o anda kalabalıktan kopup gelen biri olanca gücüyle bir tekme attı Gertrude’un midesine. Soluksuz kalmıştı. Gözleri karardı... Bir kova su kendine getirmişti Gertrude’u. Uğultu kulakları sağır ediciydi. Ne olduğunu anlaması uzun sürmemişti. Kabus bitmeyecek gibiydi. Zorlukla doğruldu. Dizleri üzerindeydi şimdi. Yanında iki kadın daha bulunuyordu. Zayıf ve yaşlı olanı berbat görünüyordu. Her iki yanında bulunan adamların bacaklarına yaslanmıştı, oturamıyordu bile. Ağzını kıpırdatıyor ama hiçbir şey duyulmuyordu. Belki de dua ediyordu kimbilir... Yüzü tamamen kan içindeydi ve sadece gözlerinin akı farkediliyordu kan kümesinin içinde. Diğeri daha genç olmalıydı. Çirkin ve oldukça şişmandı. Derin derin soluyor ve nefretle süzüyordu etrafını. Kulağının olması gereken yerde ot ve çamur parçaları görünüyordu. Kulağının birini kesmişler ve kanamayı durdurmak için de çamurla sıvamış olmalıydılar... Giydiği kıyafetlerden rahip olduğu anlaşılan ihtiyar, tehditkar bakışlarla oturduğu yerden ayağa kalktı. Ve kalabalığı eliyle susturdu. Tüm uğultu yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı şimdi. Birkaç gereksiz küfür duyuldu kalabalığın içinde. Rahibin kızgın bakışlarından sonra onlar da kesildi. Sonra ihtiyar rahip dizlerinin üzerinde çökmüş bulunan kadınlara dönerek konuşmaya başladı: -Cadılıkla suçlanıyorsunuz. Kilisenin toprakları üzerinde cadılığın suç olduğunu biliyorsunuz. Cadılıkla ilgili faaliyetleriniz kesin ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde ispatlanmıştır. Bugün ruhlarınızın kurtuluş günü. Şeytana satmış olduğunuz ruhlarınızın arınma günü. Tanrı, oğul ve kutsal ruh adına suçlarınızı itiraf edip günah çıkarmaya hazır mısınız?... Sonra ağır adımlarla ihtiyar kadının önüne gitti. Kadın ağzını açtı ama yine bir ses çıkmadı dudaklarından. Sonra rahibin başının işaretiyle iki adam onu kuş gibi havalandırarak yanmış odunların temizlenerek yeni bir yığınak yapılan alana götürdüler. Az önce kor halinde bulunan demir kazık su ile soğutulmuş ve yeni kurbanını bekliyor gibiydi. İhtiyar kadının zayıf kollarını kazıktan sarkan halkalara geçirdiler ve zincirlerle sıkıca bağladılar. Kadında en ufak bir direnme belirtisi görünmüyordu. İkinci kadına sıra gelmişti şimdi. Rahip onun önüne geldiğinde şişman kadın bir şey söyleyecemiş gibi ağzını açtı. O anda kadının ağzından kararmış ve pıhtılaşmış kan birikintisi boşaldı. Dilini kesmişler ve kendi kanında boğulmaması için de dağlamışlardı. Rahip ikinci kez adamlarına başıyla işaret verdi. Bu sefer iki adamdan daha fazlası gerekmişti. Kadın anlaşılmaz sesler çıkarıyor ve adamlara direnmeye çalışıyordu. Ama biraz sonra o da ikinci kazıktaki yerini almaktan kurtulamayacaktı. Rahip Gertrude’un önüne geldiğinde nefret dolu bakışlarını bu kez onu gözlerine dikmişti. Boğuk bir sesle: -Ben bir şey yapmadım diyebildi Gertrude sadece. Üçüncü işaret üzerine kenarda bekleyen adamlar harekete geçtiler ve son kazığa doğru götürdüler Gertrude’u kalabalıktan yükselen uğultular eşliğinde... Tüm vücudundan terler boşanıyordu, kravatını gevşetti. Kesik kesik solumaya başlamıştı. Bir yerlerde hata yapmış olmalıydı. Neler oluyordu böyle. Elleriyle şakaklarına bastırdı. Neredeyse yarım saat olmuştu herşeyin kontrolünden çıktığı. Kanepedeki genç kadın kıvranıyor, ağzından sadece tek kelime çıkıyordu. Sürekli aynı kelimeyi tekrarlıyordu. “Hayır, hayır...” Defalarca hipnoz seanslarına katılmıştı. Hatta bu alanda uzman bile sayılabilirdi. Ama böylesiyle ilk kez karşılaşıyordu. Herşey normal başlamıştı aslında. Kadın telkine duyarlı olmalıydı, hipnoz çabucak gerçekleşmişti. “Kendini yorgun hissediyorsun, birazdan gözlerin ağırlaşacak, yavaş yavaş kapanacaklar” demişti. Sonra da çocukluğuna dönmüşlerdi birlikte. Ancak seansın henüz başında ilk dönüşleri onikinci yaşıydı hastanın ve yeterli değildi. “Daha geriye” demişti Profesör Baumann “daha geriye gidelim lütfen”. Sonra birden o tiz çocuk sesi gitmiş, yetişkin sesiyle yanıtlamaya başlamıştı hasta tüm soruları. Bir hücreden bahsetmişti kapkara ve sıçanlardan... Sonra, sonrası yoktu. Bağlantı birden kopmuştu hasta ile arasındaki. O noktadan sonra hiçbir telkinine yanıt alamamıştı. Trans halindeyken inliyor, ağlıyor, sızlıyor ama hiç cevap vermiyordu. Artık iyiden iyiye telaşlanmaya başlamıştı, hasta şoka doğru gidiyordu. Onu fiziksel bir etki ile uyandıramayacağını da biliyordu. Bunu yapmak sadece şoku kaçınılmaz hale getirebilirdi... Belki yedi-sekiz defa hastanın bilinçaltına tekrar girmeyi denemişti ama yanıt alamamıştı bir türlü. Hastada titreme ve kasılmalar başgöstermeye başlamıştı şimdi de. Durum, içinden çıkılamayacak bir yöne doğru gidiyordu. Odanın içinde bir ileri bir geri dolanıyor, ne yapacağını düşünüyordu. Sonra birden olduğu yerde durdu. Evet, bulmuştu. Odasından acele adımlarla çıkarak sekreterinin masasına yöneldi. Onu gören sıradaki hastalar yerlerinden doğrulmaya yeltendiler ama profesörün herzamanki nezaketinden eser yoktu. Onları görmemişti bile. Doğrudan sekreterin masasına giderek telaşlı bir ses tonuyla: -Profesör Hingelmann, hemen onu bulmanı istiyorum. Hangi cehennemdeyse bir an önce buraya gelmesini söyle. Size söylüyorum bayan Dietrich, hala duruyor musunuz?. Son kelimeler adeta ağzından küfredercesine çıkmıştı. “Hingelmann” diye düşündü. En yakın arkadaşıydı, birlikte okumuşlardı ve uzun süre de aynı klinikte birlikte çalışmışlardı. Hipnoz konusunda o bir dahiydi. Mutlaka ona yardımcı olacaktı. Bayan Dietrich hiç böyle görmemişti profesörü. Telefonla da istediklerini söyleyebilirdi. Neredeyse on yıldır birlikte çalışıyorlardı ama ilk defa masasına kadar gelerek bir şey istiyordu kendisinden. Üstelik hiç de alışık olmadığı bir ses tonuyla. Aceleyle defterinden bulduğu numaraları çevirmeye başladı... Profesör Baumann odasına doğru ilerlerken biraz rahatlamış görünüyordu. Az sonra Hingelmann geldiğinde artık duruma hakim olabilirlerdi. Kapının tokmağını çevirerek içeri girdi. Ve dondu kaldı. Kadın ortalıklarda görünmüyordu. Kanepede kadının olması gereken yerde buruşuk elbise parçaları vardı sadece. Elbisenin içinden hala ince ince dumanlar çıkmaya devam ediyordu. Ve oda, oda yanık et kokuyordu... SON
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © aytunç, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |