Sükut

Yolda arabasında öykü dinlerken, Nihan Kaya'nın sözleriyle derinden sarsılan bir yazarın iç dünyasına tanık oluyoruz. Yalnızlığı seven, susma kararı almasına rağmen yazmaktan vazgeçemeyen, kendi düşüncelerini sorgulayan ve çelişkilerle yüzleşen bir ruhun samimi itirafları...

yazı resim

"Var olma onurun için çabaladıkça sana onurlu değil, öfkeli diyorlar."
Diyordu sevgili Nihan Kaya bir öyküsünde. Kendimi buluyorum bu cümlede.
Bir sürü şey daha söylüyordu aslında, ama ben bu cümleyi duyduktan sonrasını dinleyemiyorum.
Evet, “okumak” demedim, “dinlemek” dedim. Çünkü yoldayım ve öykü dinliyorum.

Tek başıma yolda olmayı seviyorum. Çünkü ben, her durumda en çok yalnızlığımı seviyorum.
Sonra arabamı bir kenara çekiyorum ve yazıyorum.

Susma kararı aldığımı hatırlıyorum ama sonra kendi kendime diyorum ki:
**"Yazmak başka, konuşmak başka bir şey. Tamam, evet, sen konuşma ama yazmaya devam et."**
Hiç zorlanmadan ikna ediyorum da kendimi ve yazmaya devam ediyorum.

Bir gün tüm benliğimle inanarak savunduğum bir şeyi, ertesi gün yine tüm benliğimle yalanladığımdan beri susmayı deniyorum aslında.
Bu duruma sizden çok ben şaşırıyorum.
Bir sorun arıyorum.
Ve her zamanki gibi sorunu kendimde buluyorum.
Sizin bir gün göklere çıkardığınız beni, ertesi gün kör kuyuların dibine atmanızda bir problem görmüyorum.
Ben yine de diyorum ki: Sorun bende.

Bir müddet susmalı, okumalı, düşünmeli ve yazmalıyım.
Ama en çok… **susmalı.**

“Söz orucu” diyorum bu duruma. Sabah sekizde niyet edip, sekiz otuzda bozuyorum orucumu.
Beni bilirsiniz, susmayı pek beceremiyorum ama olsun… yine de deniyorum.

Okudum, düşündüm, ağladım, onurumu ayaklar altına alınmış hissettim, abarttım, küstüm, barıştım, öfkelendim, haksızlık ettim, kırıldım, vazgeçtim, kırdım, düştüm, kalktım, yeniden yola koyuldum, “Bana göre değil,” diyerek uyudum.

Sonra düşündüm… uzun uzun.
Hani böyle aralıksız on gün boyunca başın değil, beynin ağrıyana kadar düşünürsün ya…
Öyle bir düşünmek işte.

Derinlerde yüzersin de sonra su üzerine çıkıp derin bir nefes alırsın ya büyük bir açlıkla…
Öyle bir "öküz oturmuşluk" vardır ciğerlerinin üzerinde.
Sık sık nefes almayı unutursun ya da unuttuğunu sanırsın, bilmiyorum.
Nefesinin kesildiğini fark ettiğin anda, derin derin nefesler almaya çalışırsın… ölmemek için.

Sonra düşünmeye devam edersin, büyük bir iç sıkıntısıyla.
Ama sonuçta her gecenin bir gündüzü olduğu gibi, her düşünce bataklığının da bir çıkışı olacaktır.
Gerçi bataklıkların çıkışı olmaz sanırım ama olsun, siz beni anladınız.

Ve boğulmuş hissettiğim o günlerin sonunda dedim ki:
**"Onların kimleri alkışladıklarına bir bak ve bu insanların seni yargılamasına izin verme."**
Ve artık **izin vermiyorum.**
**Beni yargılamanıza izin vermiyorum!**

Çok sevdiğim bir arkadaşım çok güzel bir söz paylaştı:
**"Kimseyi kendime yük edecek kadar önemsememeyi öğrendim."**
Söz, bende bir ışık yaktı… sonra bir tane daha… birkaç tane daha… derken aydınlandım.

Evet, dedim. Tam olarak olması gereken bu:
**"Kimseyi kendime yük edecek kadar önemsememek."**
Denemeye değer bir düşünce.

Hani “kimseyi kendine yük etmemek” derken;
bencilleşmek, bireyselleşmek, insanlara karşı duyarsızlaşmak değil burada kastettiğim.

Siz de yaşıyorsunuz, biliyorsunuz işte…
Yaşadığımız sürece sınanıyoruz.
Her daim…
En yakın sandıklarımız, dostlarımız, ailemizden birileri, arkadaşlıklarımız, ortak bir gruba dahil olmak zorunda olduğumuz bireyler, çalışma arkadaşlarımız tarafından.

Zorlanıyoruz.
Yoruluyoruz.
Tırmalıyoruz.

Ve bir süre sonra kendimizi korumanın en kolay yolu olarak kabuklarımıza çekilmeyi öğreniyoruz.
Yalnız kalmayı çok seven biri olarak, şikayetçi değilim kabuğumdan.
Zorla oraya ittirilmediğim sürece, en sevdiğim yerdir: **Canım kabuğum.**

Zarar gördükçe insanlara olan inancımızı, sevgimizi, merhametimizi kaybediyoruz.
Sonra işte bir şey olur, ama küçücük bir şey…
Hani trafikte beklemediğin anda birine yol verirsin de sana teşekkür anlamında şöyle başını hafifçe sola doğru eğip, sağ kolunu kaldırıp ellerini dimdik tutarak kibar bir selam verir ya…
Tam olarak bu kadar küçük bir nezaketle, **iyi olmayı** ve **mutlu etmenin güzelliğini** hatırlarız.
Bir sonraki kabalık ve zorbalığa kadar yeniden severiz insanları; çünkü biz de insanız.

Trafik, çalıştığımız insanlar, dahil olduğumuz sosyal gruplar… kısaca yaşadığımız hayat pek de nazik davranmıyor bize.
Bu trafikte yüzlerce küfürlü, sinirli, öfkeli örnek arasında, sadece sayılı iyi hissettiklerimden biriydi bu.

Peki, negatifliklerle çevrili bir ortamda **pozitif kalabilmek**,
Dışarıdan tüm enerjini bile isteye sömürmeye çalışsalar bile **iyi hissedebilmek**,
**Kendi yolunda, kendin kalabilmek** mümkün mü?

**Mümkünse, nasıl mümkün?**

Yazdıklarını sindirememişsin belli ki… hemen özetliyorum sana:
**Kimseyi kendine yük edecek kadar önemseme.**
**Var olma çabanı öfke olarak yorumladıklarında, onları duyma.**
**Çok düşünme ve düzenli nefes al. Nefes almayı sakın unutma.**

Az konuş mesela.
Hani “sus” demeye dilim varmıyor; susmak zor, ama az konuşmak mümkün bence.

Sonra… arada trafikte insanlara yol ver mesela.
Köşedeki çiçekçiden bir çiçek al.
Hastane çıkışında tüm gün bekleyen baloncudan bir 🎈al.
Ne bileyim, bir çocuğa hediye ver.
Annene, onu ne kadar çok sevdiğini söyle...

Ve bir de **hiç unutma:**
**Sen istersen, her şey olur.**

Yorumlar

Başa Dön