Acı çekiyordu yaşlı adam. Yaşaması için bir sebebi kalmamıştı artık, duyamamaya alışmıştı, alışmak zorundaydı. Yıllar öğretmişti ona duymadan yaşamayı, işitmesi bozan bir ilaç tedavisi sonrası, işitme cihazı kullanmak zorunda kalmıştı geri kalan yaşamında, zamanla dudak okumayı öğrenmişti, bir şekilde alışmıştı az duyarak yaşamaya ama konuşamamak, ona alışılabilir miydi? Hastaneye son yatışından sonra sesi de çıkmaz olmuştu, tedavisi için kullanılan ilaçlara bağlamıştı yine bu durumu. Duyamamayı hazmetmesi için koca bir ömür vardı önünde, çünkü duyması azaldığında kırklı yaşlarındaydı ama konuşamamayı hazmetmesi için seksen çok ileri bir yaştı.
İnsan çevresiyle hiç iletişim kuramıyorsa neden yaşayacaktı ki, hele onun gibi bağlı olduğu oksijen makinesinden lavaboya gitmek için bile ayrılamıyorsa. Yaşlı adam bilgeydi, onurluydu, dürüsttü, torunlarının gözünde ise bir mucitti; gerçek anlamda değil tabi ama çok severdi uğraşmayı evindeki bozulmuş aletlerle, makinelerle, solgun bitkilerle. Bir keresinde akıllı telefonuna kartondan anten yapmıştı, yeni alınan telefonun bantlı olduğunu görünce çok çabuk bozulmuş olmasının şaşkınlığıyla sormuştu torunu bu neden bantlı, tepesindeki bu şey ne diye? Büyük bir ciddiyetle telefonun hangi kısmından duyacağımı, neresine konuşacağımı anlamıyorum ki, ben de anten yaptım demişti, bir karton parçasını kesip telefonun arkasına yapıştırmış olmaktı, anten yaptım dediği şey. Ailesi için o yaşlı, tatlı bir mucitti. Bir hafta sonu ziyaretine gittiğinizde balkonunda kuşlara yaptığı yuvaları görürdünüz, diğerinde tamir ettiği eski bir aleti alır eline nasıl tamir ettiğini gülümseyerek uzun uzun anlatırdı. En son yapmış olduğu icat, komik gelmişti herkese, gülümsetse de o an, ağlatmış olmalıydı empati yapmayı bilen herkesi sonradan. Eski oturma odasının ortasında, tavandaki sarı ampulünün yanındaki demire asılmış bir çan, çana bağlı uzun bir ip; ucu yaşlı adamın yatak odasına uzanan.
O çan yaşlı adamın sesiydi, çığlığıydı, sanırım son icadıydı. Kaç kez bir aşağı bir yukarı hareket ettirmişti acaba o ipi? Kaç kez seslenmek istemişti de dudaklarını büzüp dişlerini sıkıp, lanet olası sesim çıkmıyor diyerek, umutsuzca o ipi bir yukarı bir aşağı sallayarak odasına çağırmıştı, yetmiş yıllık eşini.
Hiç anlaşılamamıştı etrafınca, köyde okuma yazma bilen bir avuç insandan biriydi, çok kızdığı zamanlarda okuma yazma bilmeyen çok sevdiği biricik hanımına bile ‘cahil’ diyerek kızıverirdi. Aynı zamanda tarif edemeyeceği kadar çok minnet duyardı ona. ‘Allah ondan razı olsun, Allah düşürmesin.’ derdi her defasında. Yaşlı adam ömrünün yarısından fazlasını nadir görülen bir hastalık ile evde geçirdi. Yetmiş yıllık evliliklerinin, kırk yılına adamın hastalığı eşlik etmişti. Hanımı olmasa evde tek başına ne yapacaktı ki, o onun nefesiydi, sahip olduğu en güzel şeydi, arada huysuzlansa da aksileşse de yaşlı adam onu çok severdi. Yaşlı kadın bütün gününü evde geçirirdi, sokağa bile inmezdi; ya yaşlı kocası oksijen makinesine bağlı uyurken elektrik kesilirse, makine oksijen vermeyi bırakırsa, ya kulakları ağır işiten ihtiyar makinenin sesini duymazsa. Eve hapsolan tek kişi yaşlı adam değildi, ama kadın hiç şikayetçi değildi. Bazen gençliğini anlatırdı yaşlı kadın da, aslında gezmeyi ne kadar sevdiğini söylerdi, okuma yazma bilsem, beyim de hasta olmazsa ne gezerdim ben de derdi. O tahtadan yapılmış çift katlı ahşap ev, gönlünce yaşanmamış, hapsolmuş iki hayatın yetmiş yıllık tanığıydı.
Nefes alamıyordu adam, duymuyordu adam ve sonunda konuşamıyordu artık adam.
Çok değişmişti son zamanlarda, kapanmıştı içine, sesini özlüyordu anlıyorduk.
Hava kapalıydı, gökyüzü bulutluydu, birden bir ses duyuldu, gök gürültüsü olmalıydı.
Gitti dediler.
Yaşlı eşi tahta evin kapısından çıktı, yürüdü, gözleri buğuluydu kadının, gitmişti yaşlı adam, ömrünü vermişti ona kadın, ömrü gitmişti. Dudaklarında acıyla karışık garip bir tebessüm, makine sesi yoktu artık, elektrik kesilebilirdi, çan çalamazdı artık.
Gök gürüldedi.
Yaşlı kadın sokakta gezindi.
Yaşlı adam huzurla gitti.
