08.06.2009 16:03:43
|
kaybol |
| |
sundaysad.blogspot.com
n'olur. |
|
27.11.2007 13:30:20
|
talk show life |
| |
gece mor carsafli yataginda tek elini yastigin altina sokmus, yanaginin ustunde uyumaya calisirken aklina gelen, vucudunu titreten, zihnine korkunc bir huzursuzluk veren dusuncelerle kivraniyordu. her sabah uyandiginda duydugu o hafiflik duygusu, islak agzi, ve basucunda duran su bardagi yoktu bu sabah uyandiginda. karnini icine cekip bir an icin gozlerini kapatti ve gunesin gozune girip onu rahatsiz etmedigi ama icini isittigi bir sahil evinde olmak istedi. o evde sabah kahvaltilarinda portakal suyu icilirdi. kimsenin acelesi yoktu. herkes sevecendi ve gazete okuyorlardi. o ise acele acele kahvesini icip gozune giren gunes ve saclarini dagitan ruzgarla kotu kokan bir minibuse binip masasinin basina oturmak uzere ise gidecekti. nefret etmiyordu bundan ama yine de birakmak icin gecerli nedenleri vardi. sabah uyandiginda yan bakkaldan bir sise sut alip kedisini beslemek ve kendine cay demlemek istiyordu. rahat ve guzel bir yasam icin didinip durmak, bir gun bunun olabilecegi umuduyla giderek nefret ettigi isler yapmak ruhuna iyi gelmiyordu kotulestiriyordu onu gunden gune enerjisini bitiriyordu. hayata karsi surekli bir savasim icinde olmak, elde etme cabasi ve nefes almaya vaktinin olmamasi onu sikiyordu.
|
|
09.09.2007 21:08:18
|
talk show life |
| |
şansa inanmazdım hiç eskiden. piyango bileti almak için durmazdım sokağın ortasında, bira içilen yerlere gelip kazı kazan satan tiplere gıcık olurdum, hayatlarıyla oynuyorlardı, hoş değildi, sadece gerçek ve biraz da rüyalar vardı, çünkü rüyalar hayatımı renklendirmeye yetiyordu, o kadar da karanlık değildi. hatta tabii ya, güneştim ya ben, kendimi de aydınlatmışım o zamanlar, saçlarıma çiçekler taktığım zamanlar, gecenin bir körü pencereden sokağı izleme gereği duymadığım zamanlar, herhalde her şeyin daha parlak olduğu zamanlardı.
şans bir süre sonra denk gelmeye başlamıştı, ama pek de iyi şans sayılmazdı, o zaman su ve kahve ve sabahları 6 buçukta uyanınca aynadan kendime bakarken rahatsız olmamak vardı, o zaman hava daha soğuktu, yağmur da yağmıyordu, kuru bir ayaz vardı, söğüt ağacının yaprakları dökülmüştü, altında oturunca bile üşüyordu insan, sahne arkasına geçmiş gibi hissettirmiyordu artık dalları. yıllar önceydi sanki, ama güzeldi de, suç işlenmişti, sanki dışarlarda bir yerde, ahşap masalarda oturan gözlüklü insanlar hep benim hakkımda konuşuyordu ama pek de önemli değildi çünkü gerçeği bulduğumu düşünüyordum, sanki gerçek kırmızı içkiler ve bir gün beni alıp götüreceğine, uzaklara götüreceğine inandığım bir çift elden ibaretti.
zaman geçiyordu, sanki giderek uzaklaşıyordu hayat, düşmek ve yükselmek birlikte gelmişti ama dengede duramıyorlardı, hava kararınca uyku tutmamaya, sabahları beden yataktan kalkmak istememeye başlamıştı, kahve ağır geliyordu, sözler batıyordu, kalbimi acıtıyorlardı, ha bir de kalbimin olmadığı söyleniyordu, hani annem bana kurabiye yapıp çay getirince söylerdi, iyi bir insan olduğumu, bunlar siliniyordu, ama vazgeçemiyordum, vazgeçmek zordu, bir gün güzel olacak, birlikte paylaşacağız sözlerimizi ve artık masalardan kalkıp gitmeyeceğiz ayrı yerlere diye umut ediyordum.
olmadı, bir hafta geçirdim abuk subuk, geçenlerde bir hafta, renkliydi, ama aynı zamanda bulanıktı bu renkler, saat vuruyordu ve korkutuyordu bizi, belki zamanın geçmesi değil, onun pek farkında değildik kanlardaki anormal oranlardan, ama sesler korkutuyordu, birlikte ve yalnızdık, fazlasıyla klişeydik ama çok gerçektik, bir süre sonra acıtmamaya başladı, kim diye sormuyordum, yanına gidip kollarına dokunmak, gözlerimin içine bakmasını istiyordum, ya ben beceremiyordum samimi biri olmayı ya da o istemiyordu. kim bilir. ama renkler vardı, turuncu, akşamüstü hava kapanıyordu, serinliyordu, yalnız başımaydım, telefon bir köşede duruyordu, sanki bir şeyler değişecek diye umuyordum ama fazla bir değişiklik yoktu, iştah, duyarlılık, tüm bunlar bir anda silinip gitmişti, belki o yola girdiğimizi fark etmiştim ama kendi kendime açıklayamayacak kadar korkak ve zayıftım, zayıflık çok fazla şey kaybettiriyor insana, yapraklar, şişeler, kırık bardaklar, evde ağır, ama güzel bir koku bırakıyor ama gücünü alıyor elinden, hayır veya evet diyemeyecek kadar, cevap veremeyecek kadar zayıf.
tabi eğleniyordum da bu durumdan, yirmi dört saat, durmak yok, abuk subuk konuşmalar sıkmıyordu beni, bir arkadaşım geliyordu, loş ışıkta ilişkilerden bahsedip, akşama doğru dışarı çıkıyorduk, bir yerlere davet ediliyorduk, hoştu tabii, eğlence son dozlarda, aynadaki suratım, boynumdan gelen yasemin kokusu, heyecan vardı, çok fazla plastik bardak ve serin hava, duvara yansıtılan garip resimler, yanımda biriyle aşağıya sigara atınca çamları yakacağımızı düşünüp bir an için korkmak sonra aşağılarda bir yerlerde çantamı aramaya gitmek, ve ev her zamankinden daha aydınlıktı, sonra korku filmi gibiydi bazen tabii, ama korku filmini seyredemeyecek kadar, -kaldı ki içine gireyim, dalgındım, uyuşmuştum, eğlenceden değil belki ama yirmi dört saat diyorum işte, cevap vermek zor geliyordu, belki de istemiyordum, o kadar da mühim değildi, yine sabah olacaktı ve yine beni bırakmayacak bir kaç şişe ve arkadaş vardı.
bundan sonrası çok daha hızlı, bir anda hızlandı, renklendi, kana bulandı, birileri bayıldı, mutfaktaki masa örtüsünün renkleri birbirine karışıyordu ve biz gülüyorduk, loş ışıkta, sonra insanlar sinemadan ve ufolardan konuşuyordu balkonda, birileri yatağımda sızmıştı, tuvaletin kapısı açılmıyordu, biz gülüyorduk, yanyana, herkes, insan, insanlar, sabaha kadar, uyku yok, bir gün biteceğini bilemezdim zaten, ama özlemek de gelmiyordu içimden, düşünmek yetmiyordu o yüzden ben de düşünmüyordum, küpelerim sallanıyordu kulaklarımdan, bazen ellerim titriyordu, içtiğim her şey boğazımdan geçip tekrar ağzıma gelmeye başlamıştı, evde ekmek yoktu, bir kaç parça kraker, köpek de yok, koridor bomboş, her zaman değil tabi, geceleri mesela çok fazla ayak sesi vardı, durmuyorduk, kimse, kimse durmak istemiyordu, nedendi ki durmak, gerek var mıydı, bütün şişeleri birbirine karıştırıp içiyorduk artık, son güne dek, yalnız kalana dek, sonsuza kadar yalnız ve bundan dolayı mutlu, mutlu da denmez buna ama hissizleşmek böyle bir şey olsa gerek, düşünüyorum yalnızlık hem de yarıyordu bana, uzaklarda, bir güney sahilinde ne halt edecektim, kendimi kaybetmekten öte, ama zaten en başından beri bu değil miydi istediğim tek şey. |
|
17.04.2007 20:19:58
|
kaybol |
| |
elimi yıkadığım sular çok soğuk. dirseklerimi masaya koyuyorum, üşüyorum. evde bornozdan bozma bir sabahlık var, o da ısıtmıyor. kahve içiyorum bazen, içimi ısıtamıyorum. dışarı çıkıp yeni açan çiçeklere, ağaçlara konmuş kirli güvercinlere bakıyorum, ısınamıyorum. gözlerim arkasındaki yorgunluğa rüzgar çarpıyor kalbimi üşütüyor. gece yatağa yatınca hatıralar geliyor aklıma, yorgan hiçbir işe yaramıyor. karbondioksitten zehirlenmek uğruna başucuma kocaman güller koyuyorum, gece kalkıp koklarsam belki rahatlarım diye, yapamıyorum.
önüme koca bir dağ çıktı. sanırım tüneli yok. ya da ben bulamıyorum. |
|
10.01.2007 14:46:47
|
kaybol |
| |
daha dün hayattan piyano sesleri ve kuş cıvıltıları beklerken bugün elimde kalan şeyler pişmanlık, hayal kırıklığı ve cam parçaları ama hala umudum var. |
|
04.01.2007 15:31:20
|
kaybol |
| |
duyulan her ses bir ışık olmalıdır, bazen bu ışıklar gözü kör edecek kadar parlak ve sarı, bazen de gözlerini dünyaya sonsuza kadar kapatacak kapasitede siyah ve boşluksuz olur. hangisini seçeceğime ben karar verebilsem, kesin gökkuşaklarını seçerim, mavi, yeşil, kırmızı, bir dakika, mavi yoktu sanırım, ama olsa ne güzel olurdu, ama seçemiyorum, bana geliyorlar ve genellikle siyah oluyorlar. sonradan pembeye dönmeleri de bir işe yaramıyor hiçbir zaman.
bazı renkler yerlerine oturduklarını sanıyor ama asla yerlerine oturmuş olmuyorlar tam manasıyla. bu acıtıyor. özellikle iddia tam tersineyse. |
|
29.12.2006 19:33:25
|
kaybol |
| |
sevgilim,
seni düşününce kalbimde bir adet papatya açıyor. |
|
27.12.2006 20:17:58
|
kaybol |
| |
bir keresinde kahverengi bir bankta otururken -ilkbahardı, ben hep kiraz ağaçlarının altında fotoğraf çektirmek istiyordum, tam makineyi getirdiğim gün yağmur yağdığı için bütün çiçekleri dökülmüştü, çekememiştik, üzülmüştüm, ama ne fark eder- aramızda geçen diyalog gerçek bir itiraftı. onun bana yaptığı bir itiraf. bu beni bütün bir ilişki boyunca çok etkilemişti çünkü belki de ayık kafayla yaptığı ilk tek ve son itiraftı. yükümü kaldıramıyorum bu yüzden senin omuzlarına bindiriyorum demişti. veya buna benzer bir şey.
geçen hafta ortopediste gittim. omuzlarım yerlerinden çıkmış. sonra bu yüzden dedim kendi kendime, ince askılı elbiseler sana çok yakışıyor. zaten benim dünyadan anladığım şeyin altını kazıyıp bir başka anlam bulabileceklerini sanan adamlar en çok aşık oluyorlar bana. öyle bir anlıyorlar ki benim kıpkırmızı bir zambağı kokladığımda yüzümde beliren ifadeyi, yorumları benim o kokudan aldığım tatmin olma hissinden çok daha, nasıl desem, derinlemesine oluyor. bu yüzden bende var olmayan bir güzellik olduğunu düşünüyorlar. oysaki dürüstçe, pek de öyle değil. bu warholvari bir şey. yaptığım tablonun, çektiğim resimlerin altında fazla anlam aramayın. çünkü yok. sadece sabahtan akşama kadar gümüş kaplama odamızda partileyen kıvırcık saçlı zayıf hatunlar var. bu da bana yetiyor zaten. bu işin sırrı eğlence.
her neyse konumuz bir itiraf.
ama bunun benim ortopediste gitmemle ve konulan tanıyla yakından alakası olduğuna inanıyorum.
aradığım şey çok da zor bulunan nadir bir inci tanesine pek benzemiyor. yalnızca gerçekleri istedim. sanırım gerçekleri bir süre duyamayınca onları söylemek ve yaşamaktan uzaklaşıyorsunuz. hayatıma bir teleskop yardımıyla dahil oluyormuşum, içine fazla girmeden. fazla bulaşmadan olan bitene. benim gördüğüm renkli dokularla bezenmiş güzel bir yansımasıymış sadece. gerçekleri görmeye başladığım an ipim koptu.
sordum
ben buna neden dayanmak zorundayım, tam manasıyla
parlak ışıklar ve renkli çiçekler, meyve suları, güzel, uzun bir öpücük gerçeklerin üstünü kapatan kalın bir battaniyeydi benim için. ama bir gün anladım, battaniye hava alıyor. dolgunun altından görünen çürük gibi. her gülüşün her güzel sözün altında bir nefret, pişmanlık ve sorgulama var. verilen her söz bir endişe. ellerinden yitip gitmemesi için çakılmış bir çivi.
bir kez sarsılan zeminin üstünde durmak bir yana
biz dans etmeye çalıştık
düştük.
|
|
26.12.2006 22:21:24
|
kaybol |
| |
yaptığım yanlışlar sonsuz ve bir fincan kahve üzerlerini örtemiyor. bazen aynaya baktığımda arkamda konuşulanları duymuyormuş gibi yapıyorum ama duymuyormuş gibi yapmak bir işe yaramıyor.
yine de aptal bir söğüt ağacından hayatımın özetini çıkaracak kadar derinlikte bir absürdlük içerisindeyim ama bu bomboş olmadığım anlamına gelmiyor.
gece olunca karşımda oturan adamın anlattığı dün akşamki diziyi büyük bir merakla dinlerken bir yandan da bacaklarımı üstüste attığım için eklemlerimdeki ağrıyı hissediyorum, ama ağrı anlattığından daha büyük, bu yine de sahte merakımın önüne geçemiyor.
büyük bir antipati.
çatısız evler.
kırmızı sigara. |
|
23.12.2006 15:06:21
|
kaybol |
| |
şeytanın kollarına atlamak için neden bu kadar istekliyiz?
bardaklar kırıp dans etmenin neresi eğlenceli
sanırım bunları biraz makyaj ve elde tutulan ince bir sigara tamamlıyor. bir de gül bahçeleri. |
|
|
arkadaşlarım hep sahne tozu yutmuş, dans pabuçlarıyla gezen zayıf tipler. sokaklara dökülüp dünyayı kahretmiyorlar ama evleri dağınıktır. ben her gidişimde çaydanlık hediye götürürüm onlara. kedileri var çaydanlık seven. uçup kaybolmak yerine çift kişilik fotoğrafları ortadan ikiye bölmeyi seviyorlar. ben de onlar gibiyim. basit, süt şişeleri kadar kartondan bir hayatım var. annem hep terliklerim kaybolduğu için onlarla beslendiğimi düşünüyor. babam çiçeklere meraklıdır.. su yerine etil alkol taşıyor karaciğer toplardamarlarında. ben en çok doktor olmak istemiştim. ama sonra bulut boyayıcı oldum. güzel meslek.
|
|