"Usun ve deneyimin aksaçlılarınki gibi, ama yüreğin masum çocuklarınki gibi olsun." -Schiller |
|
||||||||||
|
Bergama kralı ikinci Aktolos, akıncılara, “Gidin, bana yeryüzünün cennetini bulun.”der. Akıncılar, kralın bu emri ile yola çıkıp diyar diyar dolaşır ve sonunda Antalya’nın bulunduğu yere geldiklerinde, karşılarında eşsiz güzelliğe bakarak, “Cenneti bulduk.” derler. Ol hikaye, kendi güzelliğinin başlangıcını, Antalya’nın, en yakınındaki, portakalları ile süslü ilçesi olan Finike’de başlatmıştı. 1920 yılında, ülke kargaşa dolu günler içindeydi. Sert ve keskin koşullar tüm ülkeyi sarmıştı. Ayaklanmalar, isyanlar, işgal altındaki bir çok yeri kurtarmak adına, iç savaşlar ve dış savaşlar devam ediyordu. Ülke ayakta durmaya çalışıp, yenilenme çabaları devam ederken, aynı yenilenme Sapan ve Güçlü aileleri içinde geçerli idi. İki aile, Finike’nin geçmişten bugüne dek gelen, en büyük, birbirinden bağımsız pirinç tarlalarına sahip iken yeni kuşağın temsilcisi Güçlü ve Sapan ailesinin beyleri, güçlerini birleştirip, daha geniş arazilere sahip olmayı başarmışlardı. Bu birleşmenin verdiği güç ile orduya, en yakın köy ve kasabalara pirinç ticareti yapıyor, kendi içlerinde ki destek ile ayakta kalıyorlardı. Gücün bölünmemesi adına, Sapan ailesinin kızı, Güçlü ailesinin oğlu ile Güçlü ailesinin ortanca kızı da, Sapan ailesinin oğlu ile evlenmişti. Sapan ailesinin gelini, iki kız çocuğunu az ara ile doğurmasına rağmen, 1920’de yine hamile kalmıştı. Doğuma üç ay vardı. İki aile de, soyun devamı, ileride işleri yürütmek, tüm aileye sahip çıkmak adına, gelecek olan bebeğin erkek(erkek çocuk demek bey olmak demekti) olmasını umut ediyorlardı. Kış mevsiminden, İlkbahar’a geçiş, hiç olmadığı kadar coşkulu yağışlara ve sellere tanık olmaya başlamışken, Nisan ayının ortalarına gelinmiş ve birinci kazım işlemi tamamlanıp, yağmurlar, ikinci kazıma engel olmuştu. Aşırı yağmurlar, sel felaketinin habercisi olmaya başlayınca, pirinç tarlalarında, suyun kaçmaması için yapılan tümsekler, yağmurun şiddetine fazla dayanamamıştı. Sel, pirinç tarlalarında ki fazla suyu atması için, yapılan kanalları tıkamak üzereydi. En önemlisi, pirinç tarlalarının yakınında ki dere taşma sınırına gelmişti. Sapan ve Güçlü ailesinin, iki beyi, tarlalarda ki durumu, kuşluk vakti, eve gelen, kalfa kızdan öğrenip, sıcak yataklarını telaş içinde terk edip, ekim yerlerine gittiler. Pirinç tarlalarında çalışanların çoğunu kız çocukları ve kadınlar oluşturuyordu çünkü erkekler savaştayken çalışma şartlarına en elverişli olanlar kız çocukları ve kadınlardı. Kimsenin bundan bir şikayeti yoktu. Savaş yıllarının getirisi olan acıları unutmanın en iyi yolu belki de buydu. Pirinç tarlasına varıldığında, derenin taşmaması için, önce kaya büyüklüğünde ki taşlarla, suyun, tarlaya akışını engellemeye çalışılırken, bir sürü işçi kadın, diz kapaklarına kadar suyun içinde, ekmek paralarını kurtarma peşindeydi. Pirinç tarlalarında çalışmayanlar dahil, yardıma koşmuştu ve pirinç tarlaları, panayır yeriydi adeta. Kanallar bin bir zorlukla açılıp, atık olan su akıtılmaya koyulurken, uzaktan Sapan ailesinin kahyası gözüktü. Güç bela, pirinç tarlalarına varıp, iki beye de doğumun başlamak üzere olduğunu bildirmek için yanlarındaydı. Beyler işçiler ile birlikte canla başla çalışırken, bir yandan yağmurun, diğer yandan rüzgarın şiddeti içinde kahyayı zar zor duydular. Ve nihayetinde doğum gelip çatmıştı. İki bey ellerinde ki işi bırakıp bırakmamakta tereddüde kapılıp, birbirlerinden onay beklercesine bakıştılar. İki bey de çocuklarının doğumuna tanıklık etmekten asla vazgeçmemişlerdi. Şimdi pirinç tarlalarının gidişatı ne kadar zor veya akıbeti tedirginlik verici olsa da, doğumdan daha önemli değildi. İki ailenin beyi, eve geldiğinde, ebe çoktan içerde işe koyulmuştu. Sapan Bey’in karısının, bağrışları, yağan yağmurun şiddetli sesini bastırmaya yetiyordu. İçeriye sürekli kadınlardan biri girip, biri çıkıyordu. İki bey de, kendilerine hazırlanan odaya geçti. Pirinç tarlasında çalışırken, üstleri başları, perişan olmuştu ama umurlarında değildi. Islak ve yorgun şekilde, tütünlerini sarıp beklemeye koyuldular. Bulundukları odadan, doğum odasına gireni çıkanı, gözleri ile takip edebiliyorlardı. Üç saat aradan sonra, öğlene doğru, yağmur, yerini gülümseyen güneşe bırakırken, odadan bebek sesi duyuldu. İki bey şaşkınlık içinde, birbirine bakarken, Güçlü ailesinin kızı, koşar adam iki beyin yanına geldi. “Bebek erkekkkk” diye bağırdı. İki bey birbirine sarıldı. Ailenin soyunu, işlerini devam ettirecek veliaht gelmişti. Pirinç tarlaların da, yaşanan curcuna, veliahttın geldiği dakikalarda son bulmuştu. Sular durulmuştu. Güçlü ailesinin beyi, Sapan ailesinin beyinin omuzlarından tutarak, “Yağmurlar kadar bereketli, güneş kadar aydınlık bir erkek olacağını belli etti. Doğa bize mesajını verdi.”dedi. Erkek bebeğe, vefat eden dedesinin ismi verildi. Küçük Rıdvan doğduğu günden beri, iki ailenin gözbebeği olmayı başarıp, beylerin, üç kızı da bu durumu yadırgayıp, içerleseler de, belli etmeden biri yengesine, diğerleri de annesine yardımlarını esirgemiyordu. Pirinç tarlalarında işler yolundaydı. Küçük Rıdvan’ın doğumu dahil, büyürken de şansının devamı söz konusuydu. Herkes küçük Rıdvan’ın uğuruna inanıyordu. Kasaba ahalisi tarafından; Güçlü ailesinin beyi ve Sapan ailesinin beyinin mütevazi yaşam tarzları, kazandıklarının bir kısmını ülkenin yardıma ihtiyacı olduğu alanlara aktarmakta geri kalmamaları, her hanede kadınlara iş gücü sağlamak için tarlalarında çalıştırmaları, adalet duygularının gelişmiş olması, çalışanları ile aile olmayı başarmış olmaları işlerinin rast gitmesinde etken olduğu, düşünülürdü. Çalışanlar ve çevre halkın en sevdiği gelin ise Sapan ailesinin geliniydi çünkü Bey eşi olduğunu asla hissettirmezdi. Güçlü ailesinin gelininde ise tam tersi durum söz konusuydu. Birbirlerine yakın olan ailelerde, kadınlardan biri doğum yaptı mı, diğeri onu takiptedir. Bu ezberlenmiş bir kural gibi devam ederdi. Güçlü ailesinin gelininin hırsı, zorlu hamile kalma sürecinin bile üstüne çıkmış, her hamileliği sorun olması, kendisini durdurmaya yetmemişti. 1922 yılının şubat ayında, iki aileye de yeni haber tez geldi. Güçlü ailesinin gelini hamileydi. İki ailenin de, en büyük arzusu, yine erkek bebek gelmesiydi. Böylece küçük Rıdvan’ın; iş ortağı, can yoldaşı olacak ve ailenin bölünmezlik ilkesi perçinleşecekti. Güçlü ailesinin gelininin karnı büyüdükçe sivrileşiyor ve bütün yorumlar erkek olacak yönündeydi. Hatta gelini yatağa yatırıp, karnının üstünde ipe bağlı yüzük çevirip, yüzük sola döndükçe, erkek olma ihtimali kesin gözüküyordu. 1922 Yılının Eylül ayında, Güçlü ailesinin evinde, yeni bir bebek sesi yükseliyordu. Küçük Rıdvan’ı doğurtan ebe gene hazır bulunmuş, erkeklere içerdeki oda hazır edilmişti. Küçük Rıdvan, iki yaşında, tüm sevimliliği ile babasının kucağında, tahta at oyuncağı ile oynuyordu. Bu sefer içerden koşan, Sapan ailesinin, büyük kızıydı. “Bebek kızzzzz.”diye bağırıyordu. Halbuki beklentilerini, ne büyük umutlarla dokuz ay beslemişlerdi. Bütün belirtiler, erkek bebeğe alışmalarını sağlamıştı. Küçük Rıdvan’ın doğumundan sonra yapılanın tam tersi yapılıp, kuzular çevrilmeyip, çevre halka dağıtılmamasından, kasaba ahalisine hüzünlerini belli etmiş olacaklardı. Güçlü ailesinin torunu(Saadet), erkeklerin bulunduğu odanın eşiğinde, babasına bakmaya cesareti yoktu, gözlerini ayaklarına dikerek,“Annem çok ağlıyor. Kendine kusurlu diyor. Bebeği emzirmek istemiyor.” dedi. Sapan ailesinin beyi ile Güçlü ailesinin beyinin gözleri, küçük kıza takıldı. Küçük kızı yatıştırmak babasına düştü. “Öyle şey olmaz. Sen üzülme. Annen yeni doğumdan çıktı, yorgunluktan öyle diyor. Bebeğe ismini sen koymak ister misin?”deyip, kızına sarıldı. Kızının gözleri parladı. “Gerçekten mi? O kadar güzel ki baba. İnci tanesi gibi. İsmi İnci olsun.” deyip, annesinin odasına, haberi vermeye koşarak gitti. Güçlü ailesinin gelini, sürekli ağlıyordu. Büyük kızı sevinç çığlıkları ile odasına girip, kardeşinin ismini kendisinin koyacağını söylediğinde, tepki bile vermedi. Gözleri tavanı seyreder durumdayken “Nasıl isterseniz öyle olsun” diyebildi. Güçlü ailesinin gelini, dölün kendisinde çabuk tutmadığını, iki kızına hamile kalmakta zorlanmasından ötürü biliyordu. Üstelik, erkek evlat verememekten dolayı, kendini kusurlu görüyordu. İki ailenin temelini sağlamlaştıracak, planları kendince mahvetmişti. Güçlü ailesinin beyi, karısına kör aşık bir adamdı. Yeni doğan bebeğin karısının üzerinde oluşturduğu baskıdan dolayı, karısı bebekten uzak duruyordu. Güçlü ailesinin beyinin tek derdi, karısının günlerce, odadan çıkmayıp, kendisini lanetlemesine çözüm bulmaktı. Dünya yansa umurunda olmadığı gibi, karısının üstüne gereksiz eğilimleri, karısının psikolojisini düzeltmek yerine, var olan şımarık kadın halini hızla arttırıyordu. Güçlü ailesinin gelini, çocuğuna süt vermemek için elinden geleni yapıyor, yeni doğan kızını, görmek bir yana ölse mutlu olacak şekilde tepkiler vermekten, söylemlerde bulunmaktan çekinmiyordu. Bu durum, Sapan ailesinin beyini ve eşini rahatsız ediyordu. Güçlü ailesinin gelini, küçük Rıdvan’ı gördükçe, ağlama krizlerine girip, çocuğu görmemek için bahaneler buluyordu. Bu durumu, Sapan ailesinin gelini olgunlukla karşılamaya çalışıyordu, çünkü Güçlü ailesinin beyi abisi olmasının yanı sıra, abisinin karısı ise can yoldaşı, yengesi idi. Sapan ailesinin beyi ise Güçlü ailesinin beyinin işe olan duyarsızlığını, savsaklamalarını görmemezlikten gelmek için çabalıyordu. Küçük İnci için, ablasının(Saadet), annelik modeline girişmesi, isim annesi olması ile başlamıştı. İnci’nin emzirme saatinden, altının değişmesinden, ateşinden, hastalanma sorununa kadar her şeyi ile evde ki kahya ile birlikte ilgileniyordu. Küçük Rıdvan, büyürken uysal bir çocuktu. Babasının İstanbul’dan getirttiği tahta oyuncaklar en büyük eğlencesiydi. Küçük Rıdvan’a gösterilen itinadan, kızlar rahatsızdılar ve bu yüzden, küçük Rıdvan’ın oyuncakları, ablaları tarafından her an parçalanıp, odalardan birinin köşesine atılabiliyordu. Saadet, eskiden Sapan ailesinin evine çok sık giderdi. Kızlarla arası iyiydi ama artık durum tam tersine dönüşmüştü. Kızlar, yengelerinden dolayı, Güçlü ailesinin evine daha sık gider olmuştu. Küçük Rıdvan ise, ne zaman Güçlü ailesinin evine gelse, soluğu küçük İnci’nin yanında alıyordu. Her çocuk, değer verilip, sevildiği yeri bilirdi. Yengesi, ona karşı her an tepkili, kızlar küçük Rıdvan’ı kıskançlıklarından dolayı dışlamaya meyilli iken, küçük İnci, ona hep gülüyordu. Ol hikayenin bütününde, küçük İnci ile küçük Rıdvan’ın her buluşmasında, küçük İnci’nin odasının kapısını açtıklarında, küçük Rıdvan, beşiğinde uyuyan inci tanesinin parmaklarını kendi elinin içinde kenetleyip, uykuya dalmış bulurlardı. Küçük Rıdvan, kimseler farkına varmadan, hatta kendisi bile farkına varmadan çoktan sevgi tomurcuklarını atmaya başlamıştı. En sevdiği, oyuncağı olan tahta atını, inci tanesinin beşiğinin başucuna kimse görmeden yerleştirmiş ve her ikisine duyulan öfke yumağı, beşiğinde ki bebek ile iki yaşındaki Rıdvan’ı o dönemde birbirlerine bağlamaya yetmişti.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © pınar, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |