Her gün yeniden doğmalı. -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
Yorgun bir günün ardından, sessiz ve derin gecenin sessizliğini çan, zil, köpek sesleri bozuyordu. Herkes uykusundayken Mahir Ağa’nın uykusu bozulmuştu. Seslere uyanan Mahir Ağa hayretle perdeyi kaldırdı, dışarı baktı. Bu bir koyun sürüsüydü. Gözlerini iyice ovuşturup dikkatle bakınca, sürünün kendi sürüsü olduğunu anladı. Pijamalarıyla dışarı çıktı. Köpek var, eşek var ama çoban yok. Çobana birkaç kez seslendi. “Bekir oğlum neredesin?”. Yine ses yok. İçeri girdi. “hanım hanım” diye bağırdı. Hanım zaten uyanıktı. “Bu sürü bizim. Çoban nerede herif? Bu da dayanamayıp kaçtı zaar”. Mahir Ağa iç çekip cevap verdi; “Evet hanım bu da firar etti anlaşılan”. Karısı; “On beş gün olmadı bu ikinci çoban. Bu komşu köylerin korucuları olduktan sonra tabii dayanmaz çoban” diye çıkıştı. Mahir Ağa; “Gece vakti iş çıktı bize. Sürüyü avluya süreyim, sabah bir çare bulurum elbet. Sen hazırlığımı yap da velayete kadar gideyim yeni çoban için” diyerek gitti. Sabah erkenden uyandı. Kahvaltı hazırdı. “Herif bir iki lokma ye de karnını tutsun, velayete kadar acıkırsın vallahi” diye üsteledi karısı. Mahir Ağa’nın canı hiçbir şey yemek istemiyordu. Bir an önce otobüse yetişip işini halletmekten başka düşündüğü yoktu. Köy meydanına doğru yollandı. Otobüs yukarı köylerden yolcuları ala ala geliyordu. Uzun uzun kornaya basıp Mahir Ağa’nın beklediği yere yanaştı. Köyden birkaç kişi daha bindiler. “Nereye böyle Mahir Ağa” diye sordu köylülerinden biri. “Velayete, bir işim var da” diye hızlı hızlı konuştu. “Ben de ilçeye ot ilacı almaya gidiyorum” diye cevap verdi beriki sanki biri ona nereye gittiğini sormuş gibi. Üç saatlik yolculuk başladı. Erken gidip erkenden dönmek gerekirdi. İş çoktu. Bir köyden bir yolcu daha bindi. Biner binmez Mahir Ağa’yı sorguladı. “Hayrola nereye Ağa?”. “Çoban bulmaya” diye çıkıştı Mahir Ağa. “Uşaklarına ne oldu?”. Mahir Ağa pencereden dışarı baktı; “Bizim buranın uşağı artık çobanlık yapmıyor bilmiyor musun” dedi. Otobüsten birisi; “Bu sene de çoban durmuyor, gelen kaçıyor. Bizim köyden de üç dört çoban kaçmış” dedi. Otobüs hızla ilerliyordu. Ücretler toplandı, para üzerleri verildi. Muavin; “İlçede inecekler hazır olsun” dedi. Biraz sonra ilçeye vardılar. İnenler indi, inmeyenler de vilayete doğru yola devam ettiler. Bir iki saat sonra vilayete vardılar. Mahir Ağa, muavine akşam kaçta döndüklerini sordu. Sonra ekledi; “Beni sakın unutmayın”. Mahir Ağa iner inmez soluğu amele pazarında aldı. Aman bu ne kalabalıktı böyle. Toz toprak, bağırış çağırış; münakaşalar, el sıkışmalar; zorlu pazarlıklar, sigara ve köfte dumanları hepsi birbiri içine geçmişti. Mahir Ağa pazarda dolanıyordu. Burada her şey vardı. İş de var işsizlik de; işi beğenen de var beğenmeyen de. Mahir Ağa’nın adam aradığı belliydi. Etrafı sarıldı; “Ağam kaç kişi lazım, biz her işi yaparız”. Ağa ısrarla; “Bana çoban lazım” dese de dinlemiyorlardı. “Usta lazım mı, ustayız biz”. Kimi de işçi olduğunu söylüyordu. Ağa “Çoban dedim çoban” diye üsteleyince, kalabalıktan biri koyun sayısını sordu. “Yedi yüz, sekiz yüz var” dedi Ağa. Adama sayı çok geldi. Bu kadarını güdemeyeceğini söyledi. Ağa oradan aşağı saptı. Yine bir grup sardı etrafını. “Amca işçi lazım mı, kaç kişi lazım”. Yine aynı konuşmalar oldu. “Mera çok mu? Bu sene iyi yağmur yağdı, ot da iyi olur ha” dedi biri. Ağa da başıyla onayladı. “Ne olursa olsun bir çoban bu kadar büyük sürüye yetmez. Tek kişi olmaz” diye itiraz eden oldu. Ağa ise bir çobanda ısrarcıydı. Ama gittikçe de umudu azalıyordu. Otobüsü kaçırırsa işler yarına kalırdı. Acele etmeliydi. Bunaldı. Pazarın dışına çıktı. Bağırış çağırış devam ediyordu. Yanına birkaç kişi geldi. Onlar da iş istedi. Yine anlaşamadılar. Mahir Ağa adamların arkasından baktı. İyice bunalmıştı. Biraz yürüdü. Yolun kenarında duran bir delikanlıya takıldı gözü. Delikanlı da ona doğru yürümeye başladı. İş istedi. Ağa da ne tür iş yaptığını sordu. “İnek sağar, koyun sağarım, çobanlık yaparım, bekçilik de olur, ne istersen onu yaparım amca yeter ki iş kırsalda olsun”. Ağa sevindi. Emin olmak için sordu; “Koyun çobanlığı yaparsın öyle mi?”. Delikanlı hızlıca cevap verdi; “Bu tam benim işim amca”. Mahir Ağa onu baştan ayağa süzdü. Çocuk babayiğitti. “Yağız bir delikanlı” diye geçirdi içinden. Tek kusuru toyluğuydu. O koca sürünün hakkından gelebilir miydi, bilinmez. Ama başka çare de yoktu. Çünkü kimse istememişti işi. Delikanlıyı kenara çekti. “Gel bir iyice konuşalım seninle” dedi. Bir köşeye çekildiler. Mahir Ağa ısrarla çocuğa bu işi yapıp yapmayacağını soruyordu. “Oğlum daha önce hiç koyun güttün mü? Nerede? Ne kadar zaman?”. Delikanlı kendine güveniyordu. “Amca kendi koyunlarımızı güttüm. Köyümde. Kendimi bildim bileli ben bu işin içindeyim, sen ne diyorsun amca”. Mahir Ağa sürünün büyüklüğünden dem vurdu. “Ne kadar koyun paklar seni?”. “Meranın büyüklüğü, otlak arazi genişliği ne kadarsa o kadar. Haydi ben diyeyim beş-altı yüz davar, ama dediğim gibi duruma göre değişir tabii”. Ağa ikna oldu. Belli ki çocuk işten anlıyordu. Keyfi yerine gelince deli gibi acıktığını hissetti. Zaman da azdı. Bir an önce anlaşıp gitmek istiyordu. Son kez alıcı gözüyle baktı delikanlıya. Hiç fena değildi. Dürüst geldi Ağa’ya. Yaşına göre de biraz soğukkanlı. “Bak delikanlı” dedi iş bitirir edasında. “Benim sürümde yaklaşık sekiz yüz koyun var. Güdebilir misin? Sonradan Ağa beni kandırdı demeyesin”. “Ağam giderim ama benimde şartlarım var, şartlarıma uyarsan anlaşırız”. Mahir Ağa bu adam kıtlığında denemekte fayda olacağını düşündü. Zaten kimse bu işe sıcak bakmıyor diye içinden geçirdi. Delikanlıya dönüp; “Öyleyse beni takip et benimle gel” dedi. Epey yürüdükten sonra Mahir Ağa’nın tanıdığı aşçıya vardılar. Aşçı Mahir Ağa’yı kapıda görünce, “Ooo Mahir Ağa hoş geldin nerelerdeydin, çoktandır görünmüyorsun. Tekrar hoş geldin bu oğlun mu, yoksa işçin mi? Sen de hoş geldin” dedi. Mahir Ağa aşçıya “Acele et çok açız. Bize her zamanki yemeğinden getir. Az oturacağız” dedi. Az sonra yemekler geldi. Hem yediler hem konuştular. İkisi de çabuk çabuk yiyordu. Belli ki çok açıkmışlar. Mahir Ağa delikanlıya “Şartım şurtum var diyordun de bakalım diyeceğini” dedi. Beri ki kaşık tabak sesleri arasında yemeğini yerken konuştu. “Bak amca bu işi yapacaksak alınmadan gücenmeden yapalım yoksa herkes yoluna devam etsin. Şartlarım sadece benim değil senin de yararınadır”. Ağa içinden “Bu çocuk çok güzel konuşuyor, açık konuşuyor” diye geçirdi. Şartlar sıralandı. “Şehri terk etmeden önce bunlar alınacak. Ben seçeceğim sen alacaksın. Bir kızılcık değneği, bir çarık, bir kepenek, bir bağacak, bir havan, koyun takıları, zil, çan, yedek ve diğerleri, bir heybe, bir pala, iyi bir eşek, üç tanede iyisinden köpek. Gerçi eşek ile köpeklere köyde bakabiliriz. Ha bir de unutmadan bir su testisi ile bir de çoban çakısı”. Mahir Ağa “ Bunların çoğu hali hazırda zaten var. Eşek de var, köpek de”dedi. Delikanlı ısrar etti, “ Mutlaka benim görüp almam lazım. Ben seçeceğim boyuma göre kepenek, ayağıma göre çarık ve diğer saydıklarımı”. Yemekler yendi, aşçı çay ikram etti. Çaydan sonra ayaklandılar. Mahir Ağa kapıdan çıkarken “Tamam öyle olsun, Saraçlar Çarşısı’na uğrar istediklerini alırız” dedi. İyice inanmıştı bu delikanlının çobanlık yapacağına. Sıra aylığı konuşmaya geldi. Delikanlı “Ağam siz söyleyin. Köydeki ücretler nedir? Eski çobanın ne alıyordu, sen deyi ver” diye sordu. Mahir Ağa ceketinin iç cebinden küçük bir defter çıkardı. Deftere bir şeyler karaladı. Sonra defteri delikanlıya uzatarak “Bu rakam iyidir, herkesin aylığı bu” dedi. Defteri alan delikanlı rakama uzun uzun baktı. “Elli daha olsun koyun çok” dedi. Mahir Ağa itiraz etti; “İyi verdim iyi. Fazlası olmaz. Hem daha sonra aldığımız yağa, koyunun tavına göre de arttırabilirim”. Delikanlı ondan daha inatçıydı. Elli fazlasında ısrarcıydı. “Vermezsen olmaz bu iş. Hem zaten koyunu beğenmezsen para almam”. Mahir Ağa mecburen kabul etti. Saraçlar Çarşısı’nın yolunu tuttular. Yolda Mahir Ağa yeni hatırlamış gibi konuştu; “Benim de kurallarım, şartlarım var. Ama hele bir otobüse yetişelim de. Şimdi zaman yok saymaya”. Çarşıya vardılar. Delikanlı seçti, o aldı. Çoban alışverişi bitince evin bir iki ihtiyacı için toptancılara uğradılar. Çok şükür işleri bitmiş, otobüse yetişmişlerdi. Yardımcı Mahir Ağa’ya, “Biz de seni bekliyorduk Ağa. Nerede kaldın?” diye sordu. Bindiler. Otobüs acı bir sesle, gerisinde kara bir duman bırakarak yola çıktı. Otobüsün içi sessizdi. Gün batıyordu. Yol yarılanmıştı neredeyse. Ağa, gözleri açılıp kapandı derken uyuyakaldı. Kötü bir rüyadan uyanır gibi birden sıçradı. “Oğlum her şey tamam da ne adını konuştuk ne de kimin nesi olduğunu. Bir deyiver bakayım kendini. Bu kadarına da hakkım var değil mi?”. “Tabii Ağam ne demek. Adım Ahmet, soyadım Niğdeli. Herkes beni Niğdeli Ahmet diye bilir hatta arkadaşlarım sadece Niğdeli der” dedi delikanlı. Mahir Ağa nüfus cüzdanını da görmek istedi. Delikanlı ceplerini karıştırdı, torbasına baktı, oraya baktı buraya baktı ama cüzdan yoktu işte. “Hay Allah” diye kendi kendine söylendi. “Nereye koyduk mereti. Yok, yok”. Sonra Ağa’ya döndü; “Ağam bulamadım cüzdanı. Ya evde unuttum ya da kaybettim. Anamın babamın haberi var iş aramaya çıktığımdan. İşe girince mektup yazacağımı söylemiştim onlara. Adresimi yazar, nüfus cüzdanımı isterim. Zaten ziyarete gelirler. Gelirken de getirirler. Hem tanışmış da olursunuz” dedi. Ağa tedirgin oldu. “Oğlum” dedi sertçe; “Çalışmaya gidiyorsun, kimliğin yok. Olmaz öyle şey”. Ahmet “Gerçekten telaştan unutmuşum Ağa” dedi. Mahir Ağa’da son bir umuda sarılır gibi anasıyla babasının gerçekten gelip gelmeyeceğini sordu. Onlar öyle hararetli konuşurken araya yardımcı girdi; “Ücretler bozuk olsun”. Mahir Ağa hem kendisinin hem de Ahmet’in parasını verdi. Hava iyice kararmıştı. Köy görünmeye başladı. Ağa’nın içine bir karamsarlık düştü, “Ya yalansa, ya art niyetliyse, köydekilere ne diyeceğim, muhtar sorarsa ne cevap vereceğim” diye kendi kendine düşündü. Aslında kötü bir çocuğa da benzemiyordu. Kötü olsa bu kadar pazarlık yapar mıydı? Ya da o kadar eşya aldırır mıydı? En iyisi her şeyi zamana bırakmaktı. Otobüs köy meydanında durdu. Yardımcı “Burada inecekler insin kimse kalmasın” diye bağırdı. Mahir Ağa “İşte geldik köyümüz burası, haydi yardım et de oğlum eşyaları indirelim” dedi. Ağa’nın ikinci karısı kapıda onları bekliyordu. Bir Ağa’ya bir Ahmet’e baktı. Ellerindeki eşyaları alırken “Çoban bu mu?” dedi. İçeri girdiler. Bütün aile oradaydı. Hepsi çobanı bekliyordu. Kısa bir tanışmadan sonra sofraya oturdular. Büyük Hanım çok güzel bir sofra kurdurmuştu. Yemekler yenip çaylar içildi. Mahir Ağa “Bugün sürüye kim gitti?” diye sordu. Küçük karısı “Evde kim yok Ağa, tabi ki küçük oğlun Halil yok” diye cevap verdi. Mahir Ağa da “Neyse bu gece idare etsin, yarın Ahmet sürüyü teslim alır” dedi. Ahmet’in gözlerinden uyku akıyordu. Herkes Ahmet’i süzüyordu. Kendi aralarında amma da babayiğit çocukmuş diye konuşuyorlardı. Mahir Ağa küçük damadına “Oğlum Ahmet yorgun belli, damını göster iyice bir dinlensin. Yarın uzun uzun konuşuruz” dedi. Çoban damı dışarıdaydı. Beraber yürüdüler. Damat kapıyı açtı, “Senin evin burası. Kepenek var, battaniye var, yorgan var, hangisini örtersen ört. Hadi sana iyi geceler” dedikten sonra ekledi “İstersen kapıyı arkadan sürgüle”. Kapı çaldı, sonra cama vuruldu. Ağa’nın torunuydu gelen. Dedesinin onu çağırdığını söyledi. Güneş doğmuş sürü gelmişti. Ahmet hemen kalktı. İbrikteki suyla elini yüzünü yıkadı. Torunla beraber yukarı eve çıktılar. Kahvaltı hazırdı. Ağa’nın büyük hanımı laf etmeden duramadı, “Oğlum sen böyle mi davar gütcen, öğlen oldu hâlâ uyanmadın”. Ağa’nın küçük oğlu Halil de davardan gelmişti. Hemen sofraya oturdu. Kadına cevap verdi, “Uzak yoldan geldi, belki günlerce uyumamıştır ana. Birazdan bende uyuyacağım, iki gün uyurum vallahi, hele hoş geldin kardeş. Karnımızı doyuralım uzun uzun konuşuruz. Sen anama bakma”. Sofra kalktı. O sırada damatlar, kızlar konu komşu geldi. Çobanı çok genç buldular. Koca sürüyü güdebileceğinden kuşku duydular. Mahir Ağa kızdı. Koyunlar sağılacaksa sağılsın. Yoksa sürü sayılıp teslim edilsin. Komşu Esma bacı hemen ayaklandı, “Hadi kızlar kalın sağmaya gidiyoruz” dedi. Koyunlar sağıldı, sütler taşındı. Ağa’nın küçük karısı seslendi, “Herif koyunlar hazır teslim edeceksen et”. Koyun sahibi komşular damatlar hep birlikte gittiler sürüye. Herkes koyununu ayırdı, saydı. Sürü Ahmet’e teslim edildi. Ağa cebinden defterini çıkardı. Bir yaprağını yırtıp Ahmet’e verdi, “Sen bu yaprağa yazarsın, bende defterime. Komşular da kendilerininkini yazsınlar. Önce komşulardan başlayalım. Esma bacı sen kaç saydın” dedi. Esma’nın yetmiş beş koyunu vardı. Ağa hem Ahmet’e hem Esma’ya yazmalarını söyledi. Ahmet saydı ve yetmiş beş koyunu Esma teyzeye yazdı. Ali Bey’in elli beş koyunu derken komşularının hepsinin sayıları yazıldı. Sefer amca altmış, Merezli Teyze kırk bir, damat Lütfü doksan beş, damat Seyit seksen yazdı. Sıra Ağa’ya gelmişti. Ağa karılarıyla kızlarına iyice sordu. İki kere saydıklarını söylediler. Ağa’nın küçük bekâr kızı Eşemen, “Baba bende saydım dört yüz elli koyunumuz var” dedi. Hepsi sekiz yüz elli altı koyun etti. Ölen kesilen bu sayıdan düşülecekti. Ahmet başını salladı. Sürünün arasına girdi, “Koyun çok Ağam, bizim oralarda bu sürüye iki hatta üç çoban olurdu” dedi. Ağa “Fazla çoban oldu mu sürüyü birbirlerine bırakıp bir başka sürüye hırsızlığa gidiyorlar ya da birbirlerini kıskanıp gütmüyorlar” diye cevap verdi. Ahmet koyunların çok kel ve zayıf kaldıklarını söyledi. Kıştan çıkmışlardı, eski çobanlar da doğru düzgün gütmemişlerdi. Gerçi yağış da fazla olunca hayvanlar otlatılamamıştı. Neyse ki o yağıştan bol bol ot olmuştu. Ahmet bundan sonrası için umutluydu. Koyun baharını alır kendine gelirdi nasıl olsa. Eve girdiler. Vakit öğleyi bulmuştu. Ahmet kendi damına geçti iyice dinlendi. Akşam serinliğinde işe çıktı. Küçük oğlan Halil birkaç kez Ahmet’in adını ünlendi; “Ahmet abi uyan”. Ahmet “Çoktan uyandım” diye cevap verdi. Çeşmeleri yoktu. Su kuyu suyuydu. Hem köylü hem hayvanlar bu kuyu suyunu kullanıyordu. Orada hayat bu kuyulara bağlıydı. Halil, Ahmet’e kuyudan nasıl su çekildiğini gösterdi; “Su on beş yirmi metreden çıkar. Bak bu gördüğün çıkrık. Kovaya ip bağlarsın suya salarsın çıkrık yardımıyla çekersin, olukları doldurursun. Sal bakalım kovayı suya”. Biri çıkrığın bir kolundan diğeri diğer kolundan tutup çeviriler. Ahmet gülümsedi; “Ben de köy çocuğuyum bizim oralarda da kuyu var. Kimi böyle çıkrıkla çeker kimi de beline uzun bir ip bağlar makara yardımıyla suyu çıkarır. Biliyorum Ağam biliyorum gördüm bunları”. Beraber olukları doldurdular. Halil; “Serinlik çöktüğünde hayvan geleceğini bilir, suya gelir. Bak geliyorlar bile” dedi. Mahir Ağa’nın köyü plato üzerine kurulmuş yayla bir köydü. Ne fazla engebeli ne de fazla düz. Bayırdüzü görünümlüdüydü. Çok verimli toprakları olan ama ağacı olmayan bir yerdi. Yağış olursa toprak yeşilliğe bürünürdü. Genelde de kıraçtı. O ve civar köylerde dere, akarsu ya da göl yoktu. Su hep kuyu suyuydu. Hemen hemen her evin önünde bir kuyu vardı. Kuyu onlar için hayattı. Köyün başlıca geçim kaynağı hayvancılık ve tarımdı. Hayvancılık daha ağır basardı. Büyükbaş hayvancılık olmakla birlikte daha ziyade ilk sırayı koyun yetiştiriciliği alırdı. Hem et hem de süt bakımından bölgenin en iyi koyunları da orada yetişirdi. Yağmur yağdığında, batıdan esen rüzgârla köyün içine mis gibi bir koku yayılır, insan mest olur. Türlü türlü otlar biter bu bozkırda. Yağışla hayat bulur burası, köy güzelleşir. Yağmazsa hayat sıkıntıya girer. Halil ile Ahmet eve gittiler. Koyun suyunu içene kadar yemeklerini yediler. Ahmet yardımcılarını görmek istedi. Ağa gösterdi; “Bak gölgede yatıyorlar” dedi. Ünledi, köpekler geldi. Niğdeli, “Ağam bana üç tane yeter, bu kadarı çok” dedi. Köpeklerini seçti. “Şu ala, şu siyah bir de şu beyaz olsun”. Eşek de tamamdı. “Ben hazırlığımı yapayım, akşam oluyor” diyerek gitti. Eşeği yükledi, testiyi doldurdu, palanı heybeyi aldı. Her şeyi heybesine koydu. Çobanın ekmeğini de getirdiler. Değneğini aldı. Ağa geldi. Gitmeden sordu, “Ağam sahi bunların adı neydi?”. “Şununki Siyah, alanınki Dasti, beyaz olanın adı da Bozo”. Niğdeli üçünü de adıyla çağırıp meralara doğru sürdü sürüsünü. Ağa arkasından seslendi; “Daha merayı bilmiyorsun. İstersen bugün kuzeye doğru git. Alan geniş”. Niğdeli elini salladı, “Sen merak etme. Bundan sonrası bana ait” dedi. Ağa da, “Haydi hayırlısı o zaman. Uğurlar ola” diyerek eve döndü. İçinden de Niğdeli yüzünü kara çıkarmasın diye dua etti. Çoban çoktan bayırlara varmıştı. Artık geceydi. Niğdeli acaba arkaç nerede diye geçirdi içinden. Biraz acemilik vardı tabii. Bu karanlıkta arkaç filan görünmezdi. Sürü bir tepeye gelince durdu. Artık doymuştu. Doyunca da uyurdu bunlar. Niğdeli sürünün halinden iyice emin olunca köpekleri doyurdu. Sıra kendisindeydi. Eşeği yularından çekti. Heybesinden havanı çıkardı. Yemeğini yemeye başladı. Kavurma, kuru soğan, süzme yoğurtla bir güzel doyurdu karnını. Üstüne de testisindeki buz gibi suyu içti. Mal sahibinin bakımları iyiydi. Her şeyi bol bol koymuşlardı. Kalanları tekrar havana koydu, heybesini kaldırdı. Havan; çobanların kullandığı deriden, ağzı yine deri bir iple büzülen saklama kabı gibi bir kesedir. Heybesinden bağacağı çıkardı. Uyku zamanıydı artık. Kepeneğini giydi. Bağacağı atacak bir koyun aradı. Bir iki koyuna atmak istedi, koyunlar kabul etmedi. Koçlara attı, onlar da istemedi. En son bir koç kabul etti bağacağı. Demek ki bağacak koçu konmuştu sürüye. Gözleri kapandı. (Bağacak yünden örülmüş koyunların boğazına, çobanın bileğine göre hazırlanan emniyet ipidir. Sürünün ve çobanların can güvenliğini koruyan bir nevi emniyet kilididir. Sürü kaçarken bağacak bağlı koyun da kaçar. İşte o zaman çobanın bileğindeki ip çekilmiş olur ve çoban uyanır ya da koyun acıkmıştır yayılmaya başlar. Bağacak koyunu yine çeker bağacağı çobanı uyandırır). Sabah olmak üzereydi. Sürü kıpırdamış, yayılmaya başlamıştı bile. Koç hem ipi çekiyor, hem de ayaklarıyla kepeneği dövüyordu. Niğdeli uyandı, bağacağı koyunun bacağından çıkardı heybeye koydu. Heybeyi de eşeğe yükledi. Şafak atmıştı. Sürüyü köye doğru çevirdi. Nasıl olsa köye kadar yayılıp doyarlardı. Güneş yüzünü gösterince sıcak basar iş çekilmez olurdu. Serinlik geçmeden köye varmak gerekirdi. Eşeğin yanına gitti. Heybesinden testiyi ve havanı çıkardı. Yüzünü bir güzel yıkayıp geceden kalan yiyeceklerden atıştırdı. Suyunu da içtikten sonra kalanları da köpeklerine verdi. Güneş yükselirken köye vardı. Niğdeli kendini kanıtlamak istiyordu. Bu yüzden üstüne başına çeki düzen verdi. Değneğini koltuğuna alıp sürüyü toparladı. Kuyu göründü. Niğdeli, “Şimdi sürünün önüne geçmem lazım. Suyuna birden saldırırsa bu çoban için iyi değil” diye düşündü. Önlerine geçti. Yavaş yavaş kuyuya doğru inmeye çalıştı. Bir baktı ki bütün aile ve komşular orada. Su çekilmiş, oluklar dolmuş; bekliyorlar. Niğdeli sürüyü saldı. Oluklar hızlıca boşaldı. Konu komşu yeniden su çekip doldurdular. Koyunlar suya doymuyordu. Çobanla selamlaştı herkes. Mahir Ağa’nın yüzü gülüyordu. Koyun suyu iyi içmişti; bu da iyi bir şeydi. Niğdeli’ ye sordu; “Oğlum, beğendin mi otlaklarımızı, meralarımız? Ot çok mu?”. Niğdeli ot yönünden değil su yönünden sıkıtı olduğunu belirti Ağa başını salladı. Niğdeli çıkrığın başına geçmek istedi ama bugünlük kimse su çekme işini ona bırakmadı. Bir gün daha misafirdi. Kahvaltı için eve geçtiler. Kadınlar koyun sağmak için dışarıda kaldı. Niğdeliye sorular sormaya başladılar. Bir yandan çay içiyor biryandan da konuşuyorlardı. Arazinin durumu, köpeklerden memnun kalıp kalmadığı, otun bolluğu, sürünün sıkıntı yaratıp yaratmadığı soruldu. Niğdeli karnın doyurduktan sonra damına uyumaya gitti. Kapıdan çıkarken Mahir Ağa “Seni biraz erken kaldıracağım. Çünkü konuşacaklarımız var. Benimden şartım şurtum var demiştim” dedi. Niğdeli başını salladı çıktı. Mahir Ağa’nın dört oğlu üç kızı vardı. İlk karısı Güllü’den olma Fehmi, Mustafa, Hasan, Melek ve Kezban. Döne’den olma çocukları ise Halil ile kızı Eşemen’di. Güllü’nün bütün çocukları evliydi. Gelinleri Zeynep, Saniye, Melem; damatları da Latif ile Bekir’di. Eşemen en küçük kızdı. Gelinlik çağı gelmiş dünyalar güzeliydi. Erkek gibi yetişmişti. At biner traktör sürer koyun güderdi. Cesurluğu ve güzelliği yedi köye ün salmıştı. Herkes tarafından sevilir ve beğenilirdi. Evin en küçüğü olduğu içinde ailedeki herkes üzerine titrerdi. Çoban damının camı vuruldu. Ağa’nın torunu Niğdeliyi çağırıyordu. Niğdeli hemen uyandı, elini yüzünü yıkadı, Ağa’nın yanına vardı. Vaktinden önce uyandırılmıştı. Ama zaten Ağa söylemişti. Torun çayları doldurdu, Ağa da söze başladı. “Beni iyi dinle, kulağına küpe yap. Şartıma ister uy, ister uyuma ama uyarsan senin menfaatinedir”. Niğdeli çayını höpürdüte höpürdüte içiyor can kulağıyla da Ağa’yı dinliyordu. “Bak evladım bizim tek geçim kaynağımız çiftçilik ve hayvancılıktır, başkaca da başka bir işimiz yoktur. Çocuklarım tarlaya giderler, nadas yaparlar ot biçerler. Bu yüzden her daim evde bulamazsın erkekleri. Bir ihtiyacın olursa benden isteyeceksin. Yanlış anlama sen de benim bir evladım sayılırsın artık. Bak çoban için dam yaptık. Orada yesin, içsin, yıkasın, yatsın diye. Biz evdeyken beraber yer içeriz. Yoksak zaten senin kahvaltını hazır ederler. Bu ev de senin evin ama kızlarım var gelinlerim var avratlarım var. Senin ablaların, anaların, bacıların olacak. Mecbur kalmadıkça erkekler suya karışmaz. Olukları sen gelene kadar kadınlar doldurur. Koyun ilk suyu içtikten sonra sen de yardım edersin. Akşam suyu da sana ait tabii. Kadınlar da sana yardım eder” dedikten sonra torunundan hem kendisine hem de Niğdeliye çay doldurmasını istedi. Niğdeli eliyle işaret edip çay içmeyeceğini belirtti. “Sen de aileden biri oldun. Halil gibi oğlumsun artık. Bekâr kızım var. Bir cahillik edebilir. Bu arada sen evli miydin evladım? Çoluğun çocuğun var mı?”. “Bekârım Ağa’m kısmet olmadı. Bu zamanda zor. Çalışıyorum, para biriktirebilirsem ben de istiyorum evlenmeyi”. “Hem bekârsın, hem gençsin, hem yakışıklıksın. Kızların bu yaşlarda başı dönük olur. Sen kızıma ağabeylik yapacaksın, onu koruyacaksın. Sürüdeki mor koyunu gördün mü?”. Niğdeli başını salladı. “O koyun kızımın koyunudur. Doğumda anası öldü. Kuzucuğu kızım Eşemen büyüttü. Ona analık etti. Süt verdi yatağında yatırdı. Küçük mor bir kuzucuktu. Çoğunlukla sürümüzü onunla ayırırız. Köyde on bir sürü var. Tek mor koyun bizim sürüde. Anlayacağın kıymeti büyük mor koyunumuzun. Ona çok iyi bakacaksın. Dünya bir yana, o bir yana. Mor koyunumuza bir şey olursa kızım çok üzülür. Tamam mı evladım, dediklerim bir iyice girdi mi aklına?”. Niğdeli, “Tamam Ağam tamam” dedi kendinden emin. Güllü seslendi. Akşam yemeği hazırdı artık bitsindi konuşmaları. “Oğlum demin de dediğim gibi köyde on bir sürü var. Diğer çobanlarla iyi geçin. Koruculara bulaşma. Ekinlere dikkat et. Civar köylerin meralarına sakın girme, onların korucularından da uzak dur. Bir de tabii azılı kurtlarımız, arsız hırsızlarımız var. Onlar için de gözünü dört aç”. Niğdeli diğer çobanların niye kaçtığını anladı. Bela çoktu demek. Ağa durmadan anlatıyordu. “İlçeye, velayete giderim. Çocuklar da evde olmaz. Bekleyecek, ne diyeceksen bize diyeceksin. Burası iyi girdi mi aklına” diye ısrarla sordu Ağa. Niğdeli yine salladı başını. Yemeğe çağrı tekrarlanınca ayaklandılar. Ağa kalkarken, “Benim diyeceklerim bunlar. Bir sıkıntın varsa sen de söyle” diye ekledi. “Anladım Ağam anladım. Şimdilik benim bir diyeceğim yok. İşimiz rast gitsin. Ne diyeyim”. Niğdeli yemek yedikten sonra Güllü’nün kendi için hazırladığı çıkını alıp çıktı. Eşeğini yükledi, değneğine davrandı. Sürü yola çıktı. Gece olmuş, sürü yayılmaya başlamıştı. Çan sesleri ovayı dolduruyordu. Biraz sonra hayvanlar doyup da arkaca çekilince, kepeneğini giydi. Köpekleri de doyurduktan sonra bağacağı attı koça. Uyumaya başladı. Şafak sökerken koç bağacağı çekti. Niğdeli uyandığında gördü ki sürü yayılmaya başlamış. Köye yönlendirdi sürüyü. Güneş yükselirken iyice yaklaştılar köye. Susamıştı, eşeğin yanına vardı, testisinden buz gibi su içti. Köye girdiler. Niğdeli kuyunun etrafındaki kalabalığı gördü. Ağa haklıymış diye geçirdi içinden. Çünkü, kuyunun başında gelinler, kızlar, komşu kadınlar suyu çekmiş bekliyorlardı. Değneği koltuğunun altında sürünün önünden gitti. Göğsü kabardı, keyiflenmeye başladı. Onu büyük bir törenle karşılıyorlarmış gibi hissetti. Suyla karşılama töreni bu olsa gerekti. Bu tören sadece Niğdeli’ye değil, her çobana büyük keyif verirdi. Halbuki bu karşılama aslında mal sahipleri için bir nevi denetlemeydi. Sürü iyi yayılmış mı, sürünün duruşu iyi mi, suyu bol içiyor mu bunların gözlemlenmesiydi. Bir terslik yoksa süt de bol olacak demekti. Niğdelinin sürüsü oluklara hücum etti. Çekilen suyun tamamını içtiler, oluklar boşaldı. Niğdeli sürünün başına vardı. Birden Ağa göründü. Çobanına selam verdi. Selamı alan Niğdeli su çekmeye başladı. Herkesin keyfi yerindeydi. Sürüden memnunlardı. Esma bacı yardım etti. Sürüyü sağım yerine sürdü. Ağa Niğdeliye “Yemeğin hazır sen git ye, iyice dinlen. Nasıl koyun iyi yayıldı mı?” dedi. “İyi yayılmaz mı Ağam sabaha kadar yayıldı”. “İyi öyleyse sen git iyice dinlen”. Niğdeli çekildi. Süt sağıldı makinelere taşındı. Köyü bir ezgi sardı. Yayıklar çalıyor, makinalar söylüyor, genç kızlar ayak uyduruyordu. Kim oynuyor, kim ağlıyordu. Öğleye doğru bu cümbüş yerini derin bir sessizliğe bıraktı. Çünkü iş bitince çoğunlukla öğle uykusuna yatarlardı. Gün batıya doğru devrilirken Niğdeli uyandı, yüzünü yıkadı. Damının küçük camından köyü temaşa etti. Köyü beğendi. Evleri de pek düzgündü. Birden kapı çaldı. Gelen Döne’ydi. Yemek getirmişti. Niğdeli yemeğini Döne ablasının elinden aldı. Artık köyün tüm kadınları ablası, anası, bacısıydı. Yemekten sonra kuyunun başına gitti. Merezli teyze oradaydı. Beraber olukları yarı doldurdular. Çünkü sürü akşam fazla su içmezdi. Niğdeli akasyanın gölgesine bıraktığı eşyalarını aldı, eşeğine yükledi. Testisini doldurduktan sonra köpeklerini doyurdu. Eşemen göründü “Abi havanı ver de azığını koyayım”. Niğdeli heybesinden havanı çıkarıp Eşemen’e uzattı. Sürü otlaklara doğru gitmeye başlamıştı. Niğdeli, Eşemen’i beklerken. Merezli teyzeye sordu “Adın niye Merezli” diye. “Bilmiyorum babam koymuş işte”. Eşemen geldi. Niğdeli havanın alıp yola çıktı. Sürünün yönün güneye çevirdi. Karşı yamaçta bir sürü daha göründü. Alacakaranlık yavaş yavaş çöküyordu. Diğer sürünün çobanı Niğdeliye yaklaştı. “Sen Mahir Ağa’nın çobanısın değil mi?” diye sordu. Saçı sakalı birbirine karışmış yaşlıca bir çobandı. “Aramıza hoş geldi. Ben de Sefer Ağa’nın çobanıyım” dedi. “Hoş bulduk amca”. “Amca değil oğlum dayı diyeceksin. Herkes bana Musa dayı der. Sende öyle de. Hele çök de, adını deyiver, nerelisin, kimlerdensin?”. “Ahmet Niğdeli. Bana herkes sadece Niğdeli der. Güney illerdenim Musa dayı”. Musa dayı başını salladı. “Ne kadar?” diye sordu. “Ne, ne kadar Musa dayı?”. “Aylık, aylık”. Niğdeli Ağa’nın kendisine bir rakam vermediğini, diğer çobanlar ne alıyorsa kendisinin de o kadar alacağını söyledi. “Mahir Ağa verir verir, sen hiç meraklanma” dedikten sonra ayaklandı. Sürüsüne yetişti. Biraz gittikten sonra; “Daha çok konuşuruz” diye seslendi. Niğdeli sürüyü iyice otlattıktan sonra eşeğinin yanına çöktü. Sonra karnını doyurup bağacağını koça attı. Derin bir uykuya daldı. Koç bağacağı çekene, hatta kafasıyla Niğdeliye hafif hafif toslayana kadar da uyanmadı. Hemen ayaklandı. Koçun ısrarından ürktü. Sürüye bir şey mi olmuştu acaba? Neyse ki her şey yolundaydı. Eşyalarını toparlayıp eşeğini yükledi. Sürünün yönünü köye çevirip yola koyuldu. Güneşe iyice yükselirken vardılar köye. Şenlik alayı yine toplanmıştı. Kızlar, gelinler, yaşlı kadınlar olukları doldurmuş bekliyordu yine. Niğdeli’ye düşen de her zamanki gibi böbürlenmek oldu. Bu kadın kalabalığı güç katıyordu Niğdeli’ye. Pek bir hoşuna gidiyordu su başında böyle beklenilmek. Sürüyü boşladı. Nasıl olsa tok karınlarına su içeceklerdi. Öyle de oldu. Sürü hızla oluklara yollandı. O da kadınlardan devraldı görevi, su çekti. Yeniden doldurdu sürünün boşalttığı olukları. Ağa durumdan memnundu. Hele bir su içmesindi sürü. O zaman anla ki hayvan açtı, bir güzel yayılıp otlanmamıştı. Bu çoban işinin hakkını veriyordu. Gidip dinlensindi o zaman. Niğdeli damına vardı. Bir iki lokma bir şeyler yiyip hemen uyudu. O uyuyadursun, kadınlar da memeleri dolup taşan sürüyü sıraya çekti. Sağmaya başladı. Kova kova süt, makinalara taşındı. Yağlı, yavan ayrıldı. İş bitince herkes öğle uykusuna daldı. Yaşlı kurt Musa Dayı bütün çobanlara haber salmış. Mahir Ağa’nın çobanı nereye sürerse onlar da oraya sürmeye karar vermişler sürüyü. Niğdeli batıya, ovaya doğru sürünce sürüsünü bir de ne görsün her yer koyun. Bütün sürüler orada. Musa Dayı sürüsünün önünden Niğdeli’ye doğru yürüdü. “Eğlen hele eğlen” diye seslendi. Diğer çobanlar da geldi. Musa Dayı, “Yanlış anlama, herkes seninle tanışmak istiyor” dedi. Selamlaşıp, tanıştılar. Sonra hepsinden yaşça en büyük olması nedeniyle Musa Dayı söz aldı; “Geçen gün söyleyemedim. Şimdi herkesin yanında birkaç kuralı diyeyim de hem sen öğrenesin, hem de diğerleri bir kez daha duysun, hatırlasın. Ben hepinizin büyüğüyüm. Dinler ya da dinlemezsin, senin bileceğin iş. Ama kulak vermen senin yararınadır” dedi. Sürüler yayılıyor, çobanlar da onların ardında hem yürüyor, hem de Musa Dayı’ya kulak veriyorlardı. “Adın Ahmet’ti değil mi?” Niğdeli başını salladı. “Bak Ahmet. Diğer çobanlarla iyi geçineceksin. Ekinde yayılmayacak, komşu köylerin korucularına bulaşmayacaksın. Meraları geçmek yok. Bir isteğin bir dileğin olursa elimizden geleni yaparız. Beni anlıyorsun değil mi Ahmet?”. “Anlamaz olur muyum Musa Dayı. Çok iyi anladım seni”. “Bir de çoban arkadaşlarla yıllardır yaptığımız yemek günümüz var. On beş günde bir, birine misafir oluruz. O gün azık almayız yanımıza. Her şeyi o kişi hazırlar. Bir eğlence gibi düşün bunu. Katılır mısın?” “Tabii katılırım dayı”. “İyi öyleyse, yarın yemek getirme. Rasim’deyiz. Senin gününü sana bildiririz. Gece olmuş. Haydi arkadaşlar, herkes sürüsünü arkaca çeksin. Yemeklerimizi yiyelim de yatalım artık”. Niğdeli değneğini koltuğunun altına alıp sürüsünün önünden yürüdü. Şafak sökerken yola koyuldu. Yine aynı alayla karşılandı. Yine böbürlendi tabii. Eşemen mor koyununun yanına gitti. Sırtını sıvazladı, sevdi. O koyunuyla hasret gideredursun, Mahir Ağa gülerek geldi. “Sürü epey toparlanmış Niğdeli. Baharını alacak galiba, haydi maşallah” diye sevinçli sevinçli konuştu. Niğdeli ağanın bu halinden memnun damına yollandı. Yemeğini çabuk çabuk yiyip hemen uyudu. Mahir Ağa kahvaltıdan sonra çardağa çıktı. Halil yetişti arkasından. “Baba nerede kaldı senin bu çobanın anası atası? Hani gelip tanışacaklardı? Hem bu Niğdeli’nin dili de pek düzgün. Hiç köy şivesi yok. Ben işkillendim vallahi”. Mahir Ağa istifini bozmadan, “Gelecekler, gelecekler. Biraz daha bekleyelim, bir şey olmaz. Sen onu boş ver de nadastan haber ver. Bitti mi nadas?”. Halil babasının umursamazlığına kızgın, cevap verdi; “Az kaldı, bitti sayılır”. Sütler, öğle uykusu, yemek derken bir gün daha bitti. Niğdeli uyandı, kuyunun başına geçti. Akşam suyunu çekip, hazırlanmaya başladı. Köpeklerini doyurdu. Büyük gelin azığını getirdi. “Havanını ver de içine koyayım” dedi Niğdeli’ye. “Ne zahmet ettin abla. Çardağa koysaydın alırdım ben”. “Ne zahmeti oğlum. Ayaklarım kopmadı ya”. Niğdeli eşeği yükleyip yola çıktı. Ne tarafa gideceğine karar veremedi. Yalnız kalmak istiyordu. Musa Dayı nerededir acaba diye geçirdi içinden. Kuzeye yöneldi. Giderken anasını babasını ne kadar çok özlediğini düşündü. Tepeyi aşınca hava bozdu. Yağmur yağmaya başladı. Eşeğin sırtından kepeneğini aldı, hemen giydi. Yerler iyice ıslanmıştı ama sürünün de duracağı yoktu. Bu hayvanlar da böyleydi işte. Yağmur altında ne yayılır ne de yatardı, durmadan giderdi. Niğdeli bir o tarafa, bir bu tarafa çeviriyordu çevirmesine ama hayvan durmuyordu. Çamur çarıklarını ağırlaştırmıştı. Çıkarıp temizledi. Yeniden toplandı çamur. Bir iki böyle böyle gitti. Çok yoruldu Niğdeli. Sürü bir kez olsun ağzını yere koymadı, hep gitti. Yağmurlu fırtınalı gece yerini pırıl pırıl bir güne bıraktı. Güneş sıcacık yükseliyordu. Sürü hâlâ yayılmıyordu. Niğdeli yönünü köye çevirdi. Ortalık ısınmıştı, kepeneğini çıkardı. Otların, çiçeklerin üstündeki su damlaları ve kelebeklerin kanatlarına vuran gün ışığı doğanın binbir renkli senfonisinden bir parçayla insanın gözünü kamaştırıyordu. Niğdeli kepeneğini otların üstüne serdi. Ot ısınınca sürü yere çakıldı. Bu sefer de gitmek istemiyordu. Çünkü karnı açtı. Yavaş yavaş yayılmaya başladı. Topraktan buhar çıkarken, Niğdeli de bu güzel bahar sabahının tadına varıyordu. Çarıklarındaki çamuru temizledikten sonra, otların üstüne uzandı. Renk cümbüşünden büyülendi, kokudan sarhoş oldu. Doğaya âşık olmamak elde değildi. Çiçek kelebeğe, damlalar renklere karışıp gitmişti. Keyfi yerindeydi Niğdeli’nin. Kendi kendine, “Çöreğim yağa düştü. Ağalar, ablalar pek iyi bakıyorlar bana. Doğa desen o da çok cömert, otun bolluğuna baksana. Hayvan aç kalmıyor. Allah’tan daha ne isterim” diye konuştu. Sürü neredeyse köye varacaktı. Hemen ayaklandı. Eşyasını eşeğe yükledi. Sürünün peşi sıra gitti. Ağa telaşla karşıladı; “Oğlum iyi misin? Sürüyü sensiz görünce meraklandım. Başına bir hal mi geldi?” dedi hızlı hızlı. “Telaşlanma Ağam. Şükür çok iyiyim. Gece yağmurla uğraşınca sabaha canım çıktı yorgunluktan. Güneş tatlı tatlı vurunca uzandığım yerde kalakalmışım işte. Bağışla Ağam”. “Aman sen iyi ol da. Sürünün başına bir iş gelmesin de. İyi, iyi öyleyse. Hemen git damına, iyice dinlen bakalım”. Niğdeli gitmeden önce eve uğradı. Ağa’nın küçük karısı çardaktaydı. “Abla yağ ile bulgur koy bu sefer. Kendime sıcak bir aş yapayım” dedi. Döne, “Yap yavrum. Yap tabii” dedi. Sonra kızı Eşemen’e seslendi; “Eşe, Eşe Ahmet oğlana bulgur yağ koy. Aşını kendi yapacak”. Eşemen bolca bulgur, yağ, ekmek, soğan koydu. Niğdeli havanını kızın elinden aldığı gibi hemen sürünün peşine takıldı. Yine “Ne tarafa gideyim” diye sordu kendi kendine. Kararını verdi, sürüyü Höyük köyü tarafına çevirdi. Gece olmadan çalı çırpı toplayıp aş için ateş yaktı. Sürüyü arkaca çekip bulgurunu pişirdi. Yemekten sonra bağacağını atıp uyudu. Dönüşte gözü bir çukura çarptı. Sel sularının sürüklediği kumun toplandığı bir çukurdu bu. Etrafı otlarla çevriliydi. Kuma oturdu. Daldı gitti. Hasret içini yakıyordu. Bir avuç kum aldı, sıktı. Sonra hafif esen rüzgâra karşı savurdu. Gözleri kum doldu. Bir iki kez yaptı bunu. Birden hıçkırarak ağlamaya başladı. Ailesini düşündü. Anası babası, kardeşleri ne hallerdeydi acaba. Onun yüzünden sıkıntı çekiyorlar mıydı? Hem ağlıyor, hem de avucundaki kumu sıktıkça sıkıyordu. Tam yedi yıl olmuştu yad ellerde olalı. Çekilecek gibi değildi gurbet. Yine sürü ondan evvel vardı köye. Hemen eşeğine binip köyün yolunu tuttu. Kuyu başından seslendi Esma Bacı; “Bizim çoban eşeğe biner miydi hiç”. Niğdeli gülümsedi. Eşekten indi. Sürü suyunu içmiş, sağmala bile gitmişti. Eşemen’i gördü. Mor koyunuyla konuşuyordu. Kuyu başındakiler merakla sordular Niğdeli’ye; “Oğlum Ahmet bir iş mi geldi başına. Merak ettik seni. Sürü öyle sensiz gelince ne yapacağımızı şaşırdık vallahi”. Niğdeli esneye esneye cevapladı; “Sıcak toprağa biraz uzanayım dedim, dalmış gitmişim. Çok şükür hiçbir şeyciğim yok. Sorandan da sormayandan da Allah razı olsun”. Esma Bacı Niğdeli’nin gözlerine dikti gözlerini; “Oğlum gözlerin kan çanağına dönmüş. Şu soğuk suyla bir iyice yıka yüzünü de kendine gel” dedi. Yaşlı kadının dediğini yaptı. Yüzü buza kesti. O kadar soğuktu su. Bahar yavaş yavaş zamanını dolduruyordu. Güneş artık daha çok ısıtmaya başlamıştı. Bir gece Niğdeli sürüsünü yitirdi. Öyle derin bir uykuya dalmıştı ki sürü kendi başına seyip gitmişti işte. O tarafa bu tarafa koştu durdu. Ne köpekleri vardı ortalıkta ne de koyunlar. Bir tek gecenin o derin sessizliğinde ara ara gelen çan seslerinden başka da ses yoktu. Çan sesine kulak kesildi. Sanki sesler Karataş Köyü tarafından geliyordu. Oraya doğru koştu. Çok şükür sürü oradaydı. Bir korulukta yayılıyordu. Koştu. Çok hızlıydı çünkü her an başına bir bela gelebilirdi. Neyse ki koca sürüyü kimseye görünmeden güç bela çıkardı korudan, köye sürdü. Biraz daha gidince acıktığını hissetti. Azığını çıkarıp karnını doyurduktan sonra tekrar sürdü hayvanları. Onlar da artık yayılmak istemiyordu çünkü Niğdeli onları bulana kadar belli ki iyice yayılıp doymuştu korulukta. Susamıştı sürü. Bu yüzden bir an önce köye varmak gerekirdi. Kuyu kalabalığı görününce Niğdeli yine değneğini koltuk altına alıp şişindi. Başını dimdik tutup geçti sürüsünün önüne. Hayvan saldırdı suya. Öyle içtiler, öyle içtiler ki çatlayacaklardı neredeyse. Ahali gururlandı. İyi doymuştu hayvanı. Herkesi bir neşe aldı. Döne Eşemen’e seslendi; “Kızım yeter mor koyun aşkın. Haydi hava iyice ısınmadan sağalım koyunları”. Sonra Niğdeli’ye dönüp; “Oğlum sana su ısıttık. Temiz esvaplar koyduk damına. Sabun da var. Yıkan paklan kendine gel. Kirlilerini ver de yıkayalım” dedi. Niğdeli denileni yaptı. Yemekten sonra deliksiz bir uyku çekip bir güzel dinlendi. Köylü öğle uykusundan bir çocuğun sesiyle uyandı. Çocuk durmadan; “Döne Ana, Döne Ana” diye bağırıyordu. Döne bir hışım dışarı çıktı. Telaşlı sordu; “Ne var ne bağırıyorsun?”. “Beni Musa Dayı gönderdi. Çobanın bu akşam yemek getirmeyecekmiş. Ramazan çobanın sofrasına misafir olacaklarmış” dedi çocuk. Tam giderken geldi aklına; “Sürüyü Ölükurt mevkiine getirecekmiş”. Döne; “Oğlum dur hele, sen kimsin Musa Dayı kim” diye sordu. “Musa Dayı bizim çobanımız. Ben de Sefer Ağa’nın torunuyum”. Döne çocuğu sevdi. Yağ dürümü isteyip istemediğini sordu. “Karnım tok. Sen çobanına haber vermeyi unutma emi”. “Söylerim oğlum söylerim. Sen de anana selamımı söyle” dedi Döne. Akşama doğru uyandı Niğdeli. Akşam suyunu çekti. Ablaları Döne, Melek, Kezban bir de bacısı Eşemen gelip yardım ettiler. Oluklar dolarken Güllü yetişti. Niğdeli’ye yaklaşıp; “Oğlum biz dün koyunlardan öyle süt sağdık öyle süt sağdık ki deme gitsin. Dün gece nerede yaydıysan hayvanı bu gece de orada yay” dedi. Niğdeli çıkrığı çeviriyordu. Ses etmedi. Döne yetişti imdadına; “Gidemezsin oğlum. Sefer Ağa’nın çobanı haber gönderdi. Sürüyü Ölükurt’a getirsin diye. Yemeği birlikte yiyecekmişsiniz. Biz azık koymayacağız bu gece. Bir başka çobanın azığını yiyeceksin”. Niğdeli; “Doğrudur abla. Musa Dayı bana da söylemişti. On beş güne bir gece yaparlarmış. Gidelim bakalım” dedi. Bir iki adım attıktan sonra dönüp o mevkiinin yerini sordu. Tarif ettiler. Neyse ki koru tarafı değildi. Derin bir oh çekti. Köpekleri doyurup, palanı heybeyi eşeğe vurdu. Tarif edilen yöne doğru yavaş yavaş seğirtti. Epey gittikten sonra birer ikişer diğer çobanlarla karşılaştı. On binlerce koyun tozu toprağı kaldırarak, çan sesleriyle ortalığı çın çın çınlatarak Ölükurt mevkiine vardı. On bir çoban bir araya geldi. Köpekler hırlaşıp, dalaştılar. Çobanlar, birbirlerini boğmasınlar diye kaç kez araya girdi. Sonra kendi aralarında konuşmaya başladılar. Eski çobanlar yenilerine öğüt üstüne öğüt verdi. Musa Dayı hakkında dedikodu da ettiler. Aman ha aman kendi gecesi olmadan ona soru sormayın, kızar. Boşuna konuşturmaya uğraşmayın, konuşmaz. Gece çökerken sürüler de doymak üzereydi. Musa Dayı çobanlara seslendi toplanın diye. “İtlerinizi doyurun da boğuşmasınlar. Herkes itine sahip çıksın. İtler boğuşursa ben de sizi boğarım” dedi yaşlı kurt. “Ramazan sen de kur bakalım şu çilingir sofranı” diye de ekledi. Sofra kuruldu, yenildi, içildi. Sabaha kadar felekten bir gece çaldılar. Sabah olunca da herkes yola koyuldu. Köye vardığında Niğdeli ne görsün, gürültülü patırtılı büyük bir kalabalık evin önünde. Hemen anladı meselenin koruluk meselesi olduğunu. Karataş Muhtarı köyden birkaç kişi ile çıkmış gelmişti. Köy bekçisi çobanları muhtara götürdü. Hepsi şaşkındı. Daha çok da kızgın. Öyle ya çalmamış çırpmamışlardı, şimdi durduk yere bu muhtar çağrısı da neyin nesiydi? Bekçi; “Karataş’tan koruluk yaymışlar. Onun için çağırıyor hepinizi” diye açıklamada bulundu. Bütün çobanlar muhtarın huzuruna çıktı. Muhtar hemen girdi konuya; “Arkadaşlar, Karataş köyünden Memed Ağa’nın koruluğunu yaymışlar. Kim yaydıysa söylesin. Ağa ziyanlık almayacak. Onun zararını ben ödeyeceğim” dedi. Çobanlar yemin billah ettiler. Başka köyün sürüleridir diye ayak dirediler. Muhtar yanındakilere dönüp; “Bak buranın çobanı değilmiş yapan. Şimdi durduk yere kimi suçlayabiliriz?” dedi. Karataş Heyeti mecburen gitti. Niğdeli’nin eli ayağı boşaldı. Bundan sonra daha dikkatli olması gerektiğine dair kendine telkinlerde bulundu. Yalnız kalmak istiyordu artık. Yalnız kalınca sanki ailesine kavuşuyordu. Çünkü sadece yalnızken geliyordu aklına anası babası, kardeşleri bacıları. Ertesi akşam doğuya sürdü. Sabaha doğru ufukta üç atlı göründü. Ellerinde tüfekleri vardı. Niğdeli’ye doğru sürdüler atlarını. Güngören’in kır ve ekin korucularıydı bunlar. Niğdeli’ye bağırarak indiler. “Tepeyi geçmişsin. Bu tepe iki köyün sınırıdır. Kimse sana demedi mi sınırları geçmek yok diye. Sen geçmemiş neredeyse içeri girmişsin” diyerek saldırlar. Üçü bir olup çok kötü dövdüler Niğdeli’yi. Serde yiğitlik vardı var olmasına ama elden ne gelirdi. Eli kolu bağlıydı Niğdeli’nin. Bir bildiği vardı elbette. Yoksa üç beş kişiye eyvallah mı ederdi? Korucular; “Artık dersini aldı. Bir daha da Güngör’e değil girmek bakamaz bile” diyerek gittiler. Sürü Niğdeli’den önce vardı köye. Çok hırpalanmıştı. Yürümeye dermanı yoktu. Saatler sonra onu o halde köye girerken gören Ağa telaşla Halil’den traktörle çobanını getirmesini istedi. Yaralıyı damına taşıdılar. Mahir Ağa; “Ne oldu oğlum, bir yerden mi düştün ne bu halin” diye sordu. Niğdeli dili döndüğünce anlattı başına geleni. Ağa başını salladı. “Sen biraz dinlen oğlum. Yarın seni hekime götürelim” dedi. Sonra çocuklarına dönüp; “Bu çocuk iyileşene kadar siz güdeceksiniz sürüyü. Ama ondan önce tüfeklerinizi, sopalarınızı alın da şu Güngören korucularını daha beter benzetin bakalım” diye talimat verdi. “Mahir Ağa’nın çobanını dövmek neymiş iyice anlasınlar tamam mı?”. Evin kadınları dört gün dört gece şifalı otlarla, şerbetlerle iyi ettiler Niğdeli’yi. Ama en çok da Eşemen’le anası ilgilendi yaralıyla. Mahir Ağa içeri girdi. “Oğlum hekim istemedin, şimdi nasıl oldun? Eğer hala iyi değilsen hemen götüreyim seni hekime” diyen Ağa’ya Döne cevap verdi. “İyi Ağam iyi. Toparladı çok şükür”. Niğdeli de aynısını söyleyince Ağa hekimden vazgeçti. “Öcün alınacak vicdansızlardan. Adam dövmek nasılmış görecekler” diyerek çıktı. Akşam olunca Eşemen’le komşular doldurdular olukları. Dördüncü gününün akşamı Eşemen tek başınaydı. Suyu yalnız çekiyordu. Niğdeli damından çıktı, eve vardı. “Abla, abla duyan yok mu?”. Ağa’nın büyük karısı Güllü çıktı kapıya. “Aman kalktın mı sen? İyi misin?”. Niğdeli artık iyileştiğini, davara gidebileceğini söyledi. “Abilerim yatsın bu gün. Ben gideceğim. Sağ olsunlar” dedikten sonra kuyuya gitti. Eşemen hâlâ kuyu başındaydı. Niğdeli birden yanık bir ses duydu. Eşemen; “Oy çıkrık çıkrık / Kolum kanadım kırık / Çıkrığım tam dönmüyor / Kolum kanadım kırık” diye bir türkü tutturmuş, içli içli söylüyordu. “Kovam suya dalmıyor / Mor koyunum su içmiyor / Oy çıkrık oy çıkrık / Kolum kanadım kırık / Kolum kanadım kırık”. Niğdeli iyice yaklaşmıştı ama Eşemen onu görmemişti. Söylemeye devam etti. “Ayağında var çarık / Koltuğunda değneği / Oy çıkrık oy çıkrık / Niğdeli’yi görmeyeli / Kolum kanadım kırık / Çıkrığın kolu dönüyor / Bir kolu boş dönüyor / Mor koyunum su içmiyor / Yar bana yüz vermiyor / Oy çıkrık oy çıkrık / O sevdiğimi bilmiyor / Kolum kanadım kırık”. Niğdeli kendi kendine, bu kız birine sevdalı galiba diye söylendi. “Tutulmuş birine, vay haline” dedi. Eşemen kovayı daldırıp tam çıkrığı döndürecekti ki yetişti Niğdeli. Hemen diğer koldan çevirmeye başladı. “Sen miydin, korkuttun beni”. Eşemen’nin yanakları nar oldu. Niğdeli’nin türküyü duyup duymadığından kuşkulu çekinerek konuştu; “İyisin herhalde”. “İyiyim çok şükür. Çabalarınızla kalktım ayağa. Bu gün sürünün başına geçeceğim inşallah”. Evin erkekleri bir iki uyanıp sökün ettiler dışarı. Mahir Ağa bağırıyordu sabah sabah. “Bir bulamadınız itleri. Yer yarıldı da içine mi girdi itoğlu itler”. Çocukları isyan etti; “Baba her yere baktık. Bulamadık işte. Gel vazgeçelim bu davadan. Yoksa iki köy birbirine girer. Hem nasıl olsa Ahmet’te de bir kırık çıkık yok. Bak iyileşmiş de. Bu iş bu kadarla kalsın”. Ağa hiçbir şey demeden eve girdi. Niğdeli sürüsüne kavuştu. Akkaya mevkiine sürdü. İyice yayıldı hayvanlar. Şafak sökerken uyandı Niğdeli. Temiz havayı derin derin soludu. Yeniden doğmuş gibi gönendi. Keyfi yerindeydi. Köye doğru neşeyle sürdü sürüyü. Yayıla yayıla vardılar. Çoban gecesi devam ediyordu. Bu sefer sıra Musa Dayı’daydı. Yine haber göndermişti. Onun arkacına gidilecekti. Niğdeli pek gönülsüzdü ama uyumsuzluk etmek de istemiyordu. Ortalık ateş gibi yanmaya başladı. Artık gündüzleri uyku haramdı. Sıcak insanın canını haşlıyordu. Niğdeli kuyuya yaklaştı. Merezli Teyze kuyu başındaydı. Bir kova suyu uzattı Niğdeli’ye. O da bir güzel yıkadı elini yüzünü. Serinledi. “Oğlum bu gün ben koyayım azığını. Hep Ağa koyacak değil ya. Bizim de sürümüzü güdüyorsun”. “Başka zaman. Kısmet değilmiş. Bu gece Sefer Ağa’nın çobanı Musa Dayı’nın sofrasındayım. Kusura bakma”. Merezli Teyze başını sallayıp su çekmeye devam etti. Akşama doğru hazırlığını yaptı Niğdeli. Yola çıktı. Sürüyü Musa Dayı’nın arkacına doğru yaya yaya götürdü. Diğer çobanlar oradaydı. Musa Dayı da geliyordu. Heybesi epey kabarıktı. Toplandılar. Musa Dayı bağırdı; “Herkes geldi mi?” diye. Bütün çobanlar oradaydı. Kimi çalı çırpı topladı, kimi de köpekleri doyurdu. Musa Dayı da yemeği pişirdi. Ateşin etrafına toplanıp karınlarını doyurdular. Musa Dayı’nın sofrasında neler yoktu ki; et, pilav, çoban salata, tatlılar, yoğurt, peynir. Bol bol yenilip içildi. Ateş sönmeye yüz tutunca yeniden çalı çırpı topladılar. Önceden eski çobanlar demişti sorulacakları onun gecesinde sorun diye. Hem eskiler her şeyi biliyordu. Onlar sorsa hiç heyecan olmazdı sohbette. Öyleyse yeni çobanlar neyi merak ediyorlarsa sorsunlardı şimdi. Musa Dayı keyif sigarasını yaktı, ateşin karşısına geçti. Seyrek ön dişleri arasından ıslık sesi çıkarıyormuş gibi ıs ıs ıs diye bir “s” çıkarıyordu. Çoğu harfi kaçırıyor gibiydi. Genç çobanlardan biri; “Musa Dayı kaç senedir bu iştesin?” diye sordu. “Değneği atmadan kırk sene oldu ıs ıs ıs”. Bir diğeri; “Buralı mısın?” diye devam etti. “Buralı değilim ama kırk senedir bu köyde değnek taşıdığımdan buralı sayılırım”. Çobanlardan biri çay dağıttı. Demli çayla daha da dem aldı sohbet. Ateşi tekrar güçlendirdiler. Biri bir patavatsızlık etti; “Musa Dayı hiç hırsızlık yaptın mı?”. Yaşlı kurt önce sigarasından derin bir fırt çekti sonra da çayını yudumladı. Sigarasının izmariti gibi kirli sarıya dönmüş saçı karmakarışıktı. Sakalına yapışan yemek kırıntıları ateş harladıkça görünüyordu. Konuşurken kırıntılar titriyor sanki konuşmaya eşlik ediyordu. “Yaptım. Kırk senede yediğim koyun sayısı beş yüzü geçmiştir. Bizim zamanımızda yapmayan yoktu. Ben de yaptım işte”. Soru üstüne soru geliyordu. “Hiç kurt öldürdün mü?”. “Ben kurt öldürmem. Eti yenmeyecek hayvana el sürmem”. Bir sigara daha yaktı. “Hayvanlar benim can dostumdur. Onların içinde yaşadım, onlardan biri oldum. Her şeyi hayvanlar öğretti bana” deyince gülmeye başladı çoğu. Musa Dayı bozuntuya vermedi ama konuşurken sesini biraz yükseltti. “Yağmurun karın ne zaman yağacağını, fırtınanın kopacağı anı, depremi yani bilcümle doğa olayını onlar daha olmadan anlar. Biz beşer de olduktan sonra. Ondan şaşarız ya. Hayvanda dil yok ama her hareketi bir şeyi haber verir. İnsanlar kurdu öldürüyor. Bir bahar günü Ören tarafında güdüyordum sürüyü. Ön taraftaki hayvanda ürkme oldu. Oraya doğru koştum. Yavrular kaya altlarına doğru kaçışıyordu. Bir baktım o kaya altında beş tane kurt yavrusu büzülmüş bana bakıyor. Anaları yoktu. Belli ki açlar. Analarını bekliyorlar ama anayı da insan vurmuş. Hemen bakracıma süt sağdım. Bakracı önlerine sürdüm. Saklanıp seyrettim. Yavaş yavaş, korka korka yaklaştılar süte. Koklayıp içmeye başladılar. Doyunca tekrar sindiler kuytuya. Bakraçta bir damla süt kalmamıştı. Bir iki derken açlıktan mecburen yalaya yalaya bakraçtan içmeyi öğrendiler böylece. Büyüdükçe arttırdım sütü. Sonra ete çevirdim yemeklerini. Benim yavrularım oldular. Beni gördüklerinde koşup gelirlerdi. Altı ay içinde koca kurt oldular. Kış da gelmişti artık, mecburen ayrıldım yavrularımdan. İşte böyle, hayvan candır”. Gece iyice çökerken kimi uyukluyor kimi de can kulağıyla dinliyordu Musa Dayı’yı. “Oğlum Murat bu sefer de sen bir çay demle bakalım” dedi yaşlı kurt. Bir sigara daha yakıp derinden çekti dumanı. Bir başka kurt hikâyesi dinlemek isteyenlere ; “Sabah oluyor. Zaman kalmadı. Hikâye çok bende ama bir dahaki sefere” diye itiraz etti Musa Dayı. Çok yalvardılar. “Peki tamam anlatalım bakalım” diye başladı. “İnsanlar ne için kavga eder? Neydi hani Atatürk’ün bayram yaptığı?”. Biri “Cumhuriyet Bayramı mı dayı?” dedi. “Hah işte onun hürriyeti, hani şimdi başka bir şey diyorlar. Aklıma gelmedi. Çocuklara da ad koyuyorlar. Neydi yahu?”. Niğdeli atıldı; “Özgür”. “Tamam o. Özgürlük” dedi Musa Dayı. “Benim gözümde kurtlar özgürlüğü temsil eder. Özgürlük timsalidir”. Karışık saçlarını kaşıdı, devam etti; “Bir de toplu halde yaşamanın ne olduğunu deyiverin bakalım. Hani aile, eş, dost hep bir arada”. Yine Niğdeli verdi cevabı; “Sosyal hayat mı dayı?”. “Bravo vallahi. İşte bu kurt dediğin canlı hem özgürlük timsalidir hem de sosyal yaşamı olan hayvandır. Ben onlarda bunu gördüm. İnsanlar niye öldürürler anlamam. Bana bu güne kadar hiçbir zararları olmadı. Hatta çoğu zaman korudular beni”. Musa Dayı’nın boşalan bardağına kapkara bir çay doldurdular. Çobanlar çocuk gibi yalvarmaya başladılar anlatmaya devam etsin diye. “Bir daha anlat ne olur Musa Dayı. Anlat, anlat, haydi anlat”. Çayını yudumladı, üstüne bir nefes sigara içti. Saçı sakalı kıpırdadı yine. “Yeter çocuklar gün doğdu. Ne ara varacağız köye?” dedikten sonra Mustafa’ya seslendi. “ Mustafa sürüleri kaldır, köye yönlendir. Çabuk ol. Çaya yetiş”. Sonra hevesle bir kurt hikâyesi daha anlatmaya başladı. “Bir bahar günüydü. Mercimek toprak tarafında güdüyordum sürümü. Yorulmuştum. Dinleneyim diye oturdum biraz. Derken uyuyakalmışım. Bir ara üstümde bir şeyin kıpırdadığını hissettim. Yılan sandım. Nefesimi tuttum, hiç kıpırdamadım. Sonra çoban arkadaşların bir şakası olduğu hükmüne vardım. Çünkü ayaklarımdan çekiyorlardı beni. Sırtımı çiğnediler. Gözlerimi açtığımda ne göreyim, üç tane kocaman kurt yanı başımda duruyor. Korkudan titremeye başladım. İnşallah rüyadır diyordum. Bir kıpırdasam bunlar beni parçalar diye düşünüyordum. Belki giderler diye bir müddet öyle sessizce, hiç kıpırdamadan durdum. Sonra içlerinden biri paçamdan yakalayıp çekmeye başladı. Sonra birden hatırladım bunun Açgöz olduğunu. O öyle tutup çekerdi beni. Derin bir oh çektim. Bunlar benim büyüttüğüm o yavrulardı. Benim çocuklarımdı. İki eksikle ziyaretime gelmişlerdi. Öldü onlar herhalde. Bu üçü beni tanımış, uyanmamı beklemişti. Doğruldum, Allah cezanızı vermesin dedim. Sevinçten ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Kâh yalıyorlar, kâh üstüme atlıyorlar, oraya buraya çekiştiriyorlardı beni. Bırakmak istemedik birbirimizi. Epey hasret giderdik. Demek nankör değillerdi. Güreştik, oynaştık. Sonra yemek verdim. Heybemde ne varsa döktüm önlerine. Açgöz yine açgözlülüğünü gösterdi, kardeşlerinin önündekine de davrandı. Bitirdiler yemeklerini. Çocuklar ben gidiyorum diye seslendim, hemen yanıma geldiler”. Musa Dayı ağlamaya başladı. Diğerlerinin de gözleri doldu. “Üçüne sarıldım. Öptüm tek tek. Beni yine bulun ha dedim, ayrıldım”. Günler böyle böyle geçerken, koyunların kırpılma zamanı geldi. İmece usulü bir haftada hepsi kırpıldı köyde. Hali vakti yerinde olmayanlara birer yapağı gönderildi. Sıcak bir günün ardından akşam serinliği çökmüştü. Niğdeli kuyuya gitti. Akşam suyunu çekecekti. Biraz sonra Eşemen geldi yanına. “Abi bir yardım etsen de yıkasak mor koyunumu”. “Aman sakın ha. Sırtında yünü yok artık, hasta olur”. Eşemen ısrar etti. “Peki sen bilirsin” dedi Niğdeli, yardım etti. O su döktü, Eşemen de yıkadı. “Hani anan baban gelecekti. Babama öyle demişsin. Yıl oldu, gelen giden yok. Bir satır yazıları da gelmedi. Yoksa yalan mı söyledin babama?”. Niğdeli telaşlandı; “Nereden çıktı bu soru? Gelecekler” dedi. “Hiç merak ettim. Aileni tanımak istiyorum da ondan. Başka zaman başka bir yerde uzun uzun konuşalım mı?”. Niğdeli şaşmıştı kızın dediklerine; “Seninle uzun uzun konuşacak bir şeyim yok. Bir diyeceğim olursa da babana derim. Haydi beni oyalama. Akasyanın altındaki azığımı al da hazırla. Sürü durmuyor baksana” dedi hızlı hızlı. Eşemen dediğini yaptı. Niğdeli eşeğini yükledikten sonra sürüsünün arasında yitip gitti. Gece sürü uyudu. Niğdeli de bağacağını atıp uyumaya koyuldu. Bir süre sonra koç bağacağı çekmeye başladı. Sürü hareketlenmişti. Uyanıp bağacağı çıkardı, köpeklerine seslendi. Köpekler yoktu. Birkaç kez daha seslendi ama yoklardı işte. En çok da kara köpeğe şaştı. Bir terslik olsa mutlaka havlar, ona haber ederdi. Kendi kendine; “Niye havlamadı? Acaba kurt mu geldi? Sürüden götürdü mü? Nerede bu köpekler?” diye söylenip durdu. Sürüyü topladı, etrafı kolaçan ettikten sonra yeniden uyudu. Gün ağarırken hayvanlar yayılmaya başladı. Hala yoktu köpekler. Yavaş yavaş köye yöneldi. Kuyu başı aynı şenlik içindeydi yine. Bu karşılama töreni Niğdeli’nin işiyle bağını güçlendiriyordu. Kuyudan su çekmek köylünün hayvanına yaptığı görevdi ama o bunu kendine yoruyor, bununla da gurur duyuyordu. Mahir Ağa köpekleri sordu. “Ağam gece kurt geldi herhalde. Köpekler yok. Galiba kurdun peşine gittiler. Daha da gelmediler”. Merezli Teyze bir zayiat olup olmadığını sordu telaşla. “Hiç koyun parçalamış mı? Yediği koyun var mı? İyice baktın mı eksiğe?”. Niğdeli; “Yok teyze korkma. Baktım, eksik yok” dedi gülümseyerek. Eşemen birden; “Aha da köpekler geliyor” diye sevinçle bağırdı. Onlar da hemen oluklara daldı. Su içtikten sonra akasyanın altına kıvrıldılar. Ağa çocuklara seslendi; “Bir kuzu kesin de atın önlerine. Koyunumu kurda yem etmemişler, hak ediyorlar”. Niğdeli damına çekildi. Mevsim dönüyor, otlar ekinler sararıyordu. Köy odasında, meydanda konu yine sürülerdi tabii. Musa Dayı’nın sürüsü birinci, Niğdeli Ahmet’inki ikinci, Cemal Çoban üçüncü olmuş diye böbürleniyordu ağalar. Baktıkları da eti, sütü, yağıydı. Ekinler yavaş yavaş biçilmeye başlamıştı. Bir haftada bitti iş. Bu, artık hayvanlara her yer serbest demekti. Çobanlar rahat edecekti. Artık ne korucu ne de bekçi karışırdı. Sürüler rahat rahat yayılacaktı. Bir sabah Eşemen kuyudaki ahali gidince, gizlice Niğdeli’ye yaklaşıp; “Seninle konuşmam lazım” dedi. “Anan baban niye gelmedi?”. Hiç cevap vermeden damına gitti. Karnını doyurup yatağına uzandı. Eşe’nin ne konuşacağını merak etti. “Niye durmadan anamı babamı soruyor ki” diye geçiriyordu içinden. Kafası karışmıştı. Acaba bu kızın kendisiyle ilgili bildiği bir şey mi vardı da konuşmak için sıkıştırıp duruyordu. Sonunsa sıkıntılı da olsa uykuya daldı. Öğle uykusundan sonra su çekmek için kuyuya gitti. Eşe yine kuyu başında aynı türküyü söylüyordu. Niğdeli başını salladı, içinden; “Amma sevdalı bir türkü. Bu kız birine tutkun, hem de ne tutkun” dedi. “Kolay gelsin bacı, suyu doldurmuşsun”. “Uyku tutmadı da ben ondan geldim su çektim”. Niğdeli tedirgin konuştu; “Kafam çok karışık. Benimle ne konuşacaksın de bakalım. Durmadan bizimkileri soruyorsun. Niye söyle”. Eşemen çıkrığı bıraktı, hızlı hızlı konuştu; “Ablalarım geliyor. Sonra derim diyeceğimi”. Ablalardan biri Niğdeli’ye nevalesini verdi. O da havanına koyup eşeğine yükledi. Hazırlıklarını bitirdi. O sırada kızlar Eşemen’e; “Bizim kız bu aralar pek hamarat. Sayesinde erkenden doluyor oluklar” diye takıldılar. “Ne yapsam kabahat bu evde. Kimseye yaranılmaz bu dünyada”. Şakalar sürerken Niğdeli yola çıkmıştı bile. Sürüsünü, artık özgür olan kırlara doğru sürmeye başladı. Günler geçti, Eşemen’de sabır tükendi. Bir konuşabilse, derdini bir deyiverseydi Niğdeli’ye. Kararlıydı, bu seferki dönüşte konuşacaktı. O gece Niğdeli sürüsünü Bayırdüzü arkacına yatırmış uyuyordu. Birden ayaklandı sürü. Toz dumana karıştı. Köpekler ortalığı ayağa kaldırdı. Bağacağı çıkarıp canhıraş koştu. Köpeklerin havlayarak saldırdığı yöne doğru gidince gördük ki hırsız girmiş sürüye. Taşlarla geri püskürtmeye uğraşıyorlardı kuduran köpekleri. Niğdeli kuşağında sakladığı tabancasına davrandı, bağırmaya başladı. “Hırsız var yetişin. Arkadaşlar gelin, hırsız var yetişin”. Adamlardan biri tabancasını Niğdeli’ye doğrulttu; “Dur gelme, yoksa vururum seni” diye bağırarak uyardı. Niğdeli boş değildi ki, o da çoktan çekmişti tabancasını; “Benim elim armut toplamıyor. Sen de kıpırdama” diye o da aynı sertlikte cevap verdi. Bir yandan köpeklere “Saldırın aslanlarım saldırın” diyordu. Ortalık çok karanlıktı. Bu yüzden adamları tam göremiyordu. Birkaç kişiydi. Bundan emindi. Ama kimdi, neye benziyorlardı seçemedi. Taşla sopayla saldırıyorlardı köpeklere. Niğdeli iyice yaklaştı kargaşaya. O sırada birkaç köpek daha geldi. Onlar da girince işin içine hırsızlar daha fazla dayanamayıp kaçmaya başladı. Köpekler bir süre daha havladı arkalarından. Yardıma gelen köpekler Durmuş çobanın köpekleriydi. Niğdeli hayvanlara yiyecek verdi, başlarını okşadı. Çok şükür zararsız ziyansız atlatmıştı belayı. Sabah olmak üzereydi. Güneş sökün ediyordu. Niğdeli kendini yere bıraktı. Sürünün onu beklemeye niyeti yoktu. Çünkü çok susamıştı. Kuyu ahalisi sürünün başında çobanlarını yine göremediler. Telaşlandılar. Esma Bacı; “Boşa meraklanmayın. Uyuyakalmıştır, gelir zaar. Sabredin bakalım” diye teskin etti insanları. Niğdeli uyandı. Köpekleri yanındaydı. Hayvanlar perişan haldeydi. Kafaları gözleri kan revan içindeydi. Köye vardığında sütler çoktan sağılmıştı. Köpeklerin arasında sallana sallana geldi Niğdeli. Can dostlar sahiplerini bırakmak istemiyor, o nereye gitse onlar da oraya gidiyordu. Niğdeli oluklara eğildi. Suya bıraktı kendini. Köpekler de onun gibi girdiler oluklara. Görenler koşa koşa yanına geldiler. “Sana ne olduğu böyle yavrum?”. Niğdeli köpekleri göstererek cevapladı; “Hırsızlar saldırdı. Bunlar beni de koyunları da kurtardı”. Ağanın büyük oğlu; “Geçmiş olsun” dedikten sonra Halil’e seslendi. Halil çardağa çıkınca, ona; “İki koyun kesin. Biri köpeklerin aşı olacak. Diğerini de Niğdeli için hazırlasınlar. Bir güzel pişirsinler” dedi. Koyunlar kesildi. Köpekler önlerindeki ete hiç ilişmedi. Diğer koyun pişerken, Niğdeli damına çekildi. Ayakları sızlıyordu. Hemen uyudu. Akşama doğru seslenerek zar zor uyandırdılar Niğdeli’yi. Bütün hazırlıkları tamamdı. Niğdeli elini yüzünü yıkadı. Kendine gelmişti artık. Yemeğini yedikten sonra sürüsünün başına geçti. Hava kararırken o da batıya sürdü. Bir sabah Mahir Ağa kuyu başına geldi. Niğdeli’ye; “Oğlum Ahmet koç ayırma zamanı geldi. Daha ayırmadın mı? Bir de anan babanı deyiver bakayım, ne zaman gelecek bunlar? Ha bu gün ha yarın derken bir türlü gelemediler” dedi. “Ağam bizim oralarda pek kış olmaz. Bu yüzden koçu ayırmayız”. “Ama burada kış çok sert geçer. Onun için kuzuyu bahara denk getiririz”. Niğdeli üstelemedi tabii; “Tamam ağam ayırırım. Aileme gelince; gelecekler. Az kaldı gelecekler ağam” dedi. Mahir Ağa hiçbir şey demeden gitti. Niğdeli de damına çekildi. Yaz aylarının son günleriydi artık. Güneş sanki vedalaşır gibi sıcacık sarılmıştı köye. Herkes kendi köşesinde öğle uykusuna dalmak üzereydi. Sessizlik çöktü. Eşemen için arayıp da bulamadığı bir fırsattı bu. Gidip konuşacaktı. Bir ayran yaptı. Gören olursa ne diyeceğini de biliyordu. Çobanın kabını almaya geldiğini deyiverecekti tabii. Usulca girdi dama. Niğdeli uyuyordu. Heyecanlandı Eşemen. Ayranın kaymağı titredi elinde. Fısıldayarak; “Uyan Niğdeli, buz gibi ayran getirdim sana” diye uyandırdı Niğdeli’yi. “İç de yüreğin serinlesin”. Niğdeli sıçradı, hemen doğruldu, gözlerini ovuşturdu. Rüya gördüğünü sandı. Bu saatte ağanın kızı odasındaydı, olacak iş değildi. “Eşemen sen misin? Hayırdır ne işin var burada?”. “Benim ben. Sana ayran getirdim suç mu ettim? İçin soğusun. Bir de bir şey diyecektim. Şu anan baban niye gelmedi?”. “Ayranı bırak da git hemen. Uyuyacağım ben”. Eşemen ayranı tasa doldurdu. “Hele bir iç de”. Niğdeli’nin eli ayağı titriyordu. Ne yaptığını bilmeden bir dikişte içti ayranı. “Senin benim anam babamla ne işin olur ki sorup duruyorsun? Ne konuşacaksan hemen konuş da git çabuk”. “Ben seni sevdim demiyorum, ben sana âşık oldum demiyorum, ben seni alacağım diyorum. Bunun için anan baban gelsin istiyorum. Gelsinler de beni babamdan istesinler. Vermezse kaçalım. Anlamıyor musun?”. Niğdeli şaşkındı. “Delirdin mi sen? Hem ben beğenip alacağın satılık mal değilim. Sen şimdi benim boş tabaklarımı topla da git. Geniş bir zamanda tekrar konuşuruz”. “Satılmazsan kaçalım diyorum zaten”. Niğdeli çıldırdı; “Git buradan, git, git, git”. Eşe bulaşıkları toplayıp ağlayarak çıktı odadan. Kuyu başına vardı. Elindekileri ağlaya ağlaya yıkadı. Güz geldi. Hava erken kararmaya başlamıştı artık. Akşam serinliği çökerken uyandı Niğdeli. Mahir Ağa koçları ayırmak için çağırdı. Karılarıyla beraber koçları bir bir ayırıp ağıla koydular. Mahir Ağa; “Avratlar kaç koçumuz varmış saydınız mı?” diye sordu. Güllü; “On bir tane” diye cevap verdi. “Ahmet on birmiş duydun mu? İster aklında tut, istersen de yaz. Ben defterime on biri yazdım bak”. Niğdeli de yazdı. Böylece koçları ayırma işi de bitmiş oldu. Bir-bir buçuk ay koç koyundan ayrı tutulacak, ayrı beslenecekti. Komşuların koçu olmadığı için bakım işi onların karılarıyla Eşemen’e kaldı. Her sene olduğu gibi bu sene de aynıydı. Yaz güz derken zaman su gibi akıyordu. Niğdeli Eşemen yüzünden sıkıntılıydı. Kız onu ne zaman yalnız yakalasa ısrar ediyordu. Yavaş yavaş gönlü kaymaya başlamıştı. Aslında ne iyi olurdu tabii Eşe ile evlense. Ama olmazdı. O bir ağa kızıydı. Ağa kızını çobana verirler miydi? Hem verseler de yeri yurdu mu vardı ki? Uzun zaman aynı yerde kalamazdı. İyisi mi kıza iyice söylemekti bu işin olmayacağını. Eşe bu sevdadan vazgeçmeliydi. Bir sabah Eşemen yine kuyu başında mor koyunuyla dertleşirken Niğdeli gidip konuşmak istediğini söyledi. Herkes öğle uykusundayken arka taraftaki samanlıkta buluşmaya karar verdiler. Bir gören olursa da Eşemen koçlara saman aldığını söyleyecekti. Niğdeli damına çekildi. Sütler sağılıp işler bitince öğle uykusu da başladı. Niğdeli bir desti suyunu alıp samanlığa gitti. Buluştuklarında Eşemen için hayat durmuştu sanki. Niğdeli; “Uzağa otur. Sessiz konuş” dedi usulca. Sonra ekledi; “Su içecek misin?”. Kız başını yok der gibi salladı. Niğdeli önce kana kana su içti. “Hangimiz başlayalım? Durmadan konuşmak istiyordun, istersen önce sen başla konuşmaya. Bir iyice dök bakalım içini”. Eşe itiraz etti. “Sen büyüksün sen başla”. Eşemen yirmi yaşındaydı. Niğdeli ondan beş yaş büyüktü. “Beni can kulağıyla dinle öyleyse. Sıra sana gelene kadar hiç kesme sözümü. Huyum böyle. Araya girersen diyeceğimi unuturum. Ben de senin gibi köyde doğdum, köyde büyüdüm. Köy çocuğuyum yani. Bizim de sizin gibi bir düzenimiz vardı. Tarlalarımız, koyunlarımız, ineklerimiz, geniş çayırlarımız vardı. Beş kardeşten en küçüğü benim. İki ablam, iki abim vardı”. Birden durdu Niğdeli. Gözünü yere dikti. Derin derin soludu. “Vardı diyorum çünkü yedi yıldır hiç haber alamıyorum onlardan. Yaban ellerde artık ne iş bulursam onu yapıyorum. Irgatlık, çobanlık, ne iş dersen işte. Saklanıyorum ben Eşe. Çocukluğumdan beri okullar tatil olunca yazları hep çalıştım. Hayvan güttüm, bağda bahçe işleri yaptım. Sonra Ege’de üniversite kazandım. Sağ olsun babam da gönderdi beni. Birkaç arkadaşla ev tuttuk. Güzelce başladım okumaya. Sene sonu yaklaşıyordu. Mayıs ayıydı galiba, akşamüzeri okuldan çıkmıştım. Bahçe dışında bir kalabalık, oraya doğru koştum. İri yarı bir ağabey vardı bizimle okuyan. Bizden yaşça çok büyüktü. Öğrencilerden haraç toplardı. Vermeyeni döverdi. Bir baktım arkadaşlarımdan birini dövüyor, çocuğa bıçak çekiyor. Koşup hemen araya girdim. Arkadaşıma yardım ettim. Ben yardım edince iyice delirdi haraççı. Tabanca çekti. Arkadaşımı vurdu. Çocuk oracıkta yere yıkıldı. Hemen hastaneye götürdüm. Çok kan kaybı vardı. Peşimizden polisler geldi. Görenler hastaneye gittiğimizi, benim tabanca çektiğimi söylemişler. İfademi aldılar. Ben de hafif yaralıydım. İyileşip çıkınca karakola gitmem gerektiğini söylediler. Bir cinayete karışmış oldum ki hiç sorma. İyiliğimin cezası bu mu olacaktı? Hastaneden kaçtım. Çünkü işi üstüme yıkacaklardı, korktum. İşte o gün bu gündür de kaçıyorum. Senin anlayacağın ben bir kanun kaçağıyım”. Niğdeli başını eğdi. Eşemen şaşkındı, ne diyeceğini bilemiyordu. Sessizliği bozmak istedi. “Yedi yıl mı odu?” diye sordu. “Tam yedi yıl. Korkumun kurbanı oldum. Cahillik beni bu hale getirdi. Yaşım da küçüktü. Korktum işte. Suçum günahım yok ama gel de anlat kanuna. Geleceğim yok. Orada burada geçiyor ömrüm. Baksana leş gibiyim. Koyun kokuyorum. Aylarca yıkanmadığım oluyor. Benimle evlenip başını mı yakmak istiyorsun? Geleceği olmayan biri sana ne verebilir? Şu halime baksana. Sefilin biriyim”. Son sözlerini söylerken ellerini gösterdi Eşemen’e. Tırnakları kir içinde, elleri çorak toprak gibi yarık yarıktı. “Benim eşim dostum koyundur kurttur artık. Eşeğim, köpeklerim arkadaştır. Onlarla yer içer, onlarla söyler gülerim”. Niğdeli ağlamaya başladı. İri gözlerini ona dikmiş bakan Eşemen’e aldırmadan hıçkıra hıçkıra ağladı. Sonra yalvarmaya başladı. “Ne olur beni işimden etme. Beni dostlarımdan ayırma. Onlar benim canım kanım can yoldaşlarım oldu. Ayırma beni onlardan. Anamın babamın niye gelmediğini de anladın işte. Yerimi yurdumu bilmiyorlar. Şimdi vazgeçtin mi bu sevdadan. İnat etme, vazgeç”. Su içti, sustu. Kalan suyla yüzünü yıkadı. Sonra devam etti. “Seni alan çok olur. Mutlu olacağın birini bul. Ağa kızısın ona göre davran. Güzel günlerin olur inşallah. Benim diyeceğim bu kadar. Sen de söyle ne söyleyeceksen de sonra git”. Eşemen içini çekti. Düşürdüğü omuzlarını kaldırıp başladı; “Ben seni can kulağıyla dinledim. Sözünü de hiç kesmedim. Sen de şimdi aynı benim gibi dinle bakalım”. Niğdeli olur der gibi salladı başını. “Anlamıştım zaten bir şey olduğunu. Abim de şüpheleniyor senden bilesin. Çünkü konuşman seni ele veriyor. Köy çocuğusun ama mürekkep yaladığın belli. Madem anan baban gelmeyecek, kaçalım öyleyse. Cinayete karışmışsın ama hiçbir suçun günahın yokmuş dediğine göre. Sana inanıyorum. Keşke de kaçmasaydın ama ne yapalım kader bu. Belki de kaderin kaç dedi sana. Beni bulman için böyle başladı hikâyen. Olamaz mı? Sen benim kaderimsin. Yoksa o cinayet olmazdı. Sen kaçmazdın. Kaçıp buralara gelmezdin. Kanundan kaçarsın ama kaderinden kaçamazsın. Evlenelim. Babamın eli kolu uzundur. Vilayetteki tanıdıklarıyla kurtarır seni. İnat etme işte. Sana vurulmadım, âşık da olmadım. Sadece seni kendime eş seçtim. Seninle güzel bir yuva kuracağıma inandım, beğendim seni. Aşkın sonu kötüdür. Aşk kötüdür. Benim seçtiğim yol daha iyi. Sen şimdi diyeceksin ki beğendiğin mal eskiyince paçavra gibi atarsın. Aksine zamanla değeri artar, kıymetlenir. Sevdikçe daha güzel olur. Zamanla daha çok severiz birbirimizi. Haydi he de”. Niğdeli Eşemen’in aklına şaştı kaldı. İyi düşünmüş, iyi tartmıştı. İnadı da inattı hani. “Birikmişim var. Babamın bana taktığı beşi bir yerdeliğim var. Annemin sandığını da deşerim. Bu gece kaçarız. Komşu ilin asfaltından çıkarız yola. Bizim il olursa şüphelenirler. Zaten kaçaktın, iyice kaçak olur çıkarsın”. Niğdeli’nin içi kapkara oldu. Kalbi sıkıştı. Bir gıdımlık özgürlüğünü de bu kız alacak hepten tutsak olacaktı. Koca dünya Niğdeli’ye iyice daralacaktı. “Hem hayvandan can dostu olur ama çoluk çocuk olmaz. Nereye kadar sürer bu durum? Yaşın gidecek yalnız mı kalacaksın? Yuva kurmadan ölenin gözü dünyada kalır bilesin. Üç gün düşün. Ama beni kaçırmazsan seni ihbar ederim, bunu böylece bil”. Niğdeli ayağa kalktı, pencereye yaklaştı. “Akşam oluyor” dedi. Dışarı çıktı. Eşe de bir çuval samanla peşinden gitti. Samanı döktükten sonra eve girdi. Niğdeli bir yandan su çekiyor, bir yandan da kara kara düşünüyordu. Ağa kızı kötü sıkıştırmıştı. Büyük gelin nevalesini uzatınca sıçradı. “Dalmışım abla, görmedim seni”. Hazırlıklarını yapıp sürüsünü yaylalara doğru yola çıkardı. Gece karanlıktı, Eşemen yüzünden iyice karardı Niğdeli’nin üstüne çöktü. Ne yapsa da caydırsaydı kızı kararından bilemiyor; doluya koyuyor olmuyor boşa koyuyor dolmuyordu. Ağa kızından kurtulmalıydı ama nasıl? Gece boyu yiyip bitirdi kendini. Üç yol ayrımının başındaydı; ya Eşe’yle kaçacaktı, ya da bu köyden, en son çare ise teslim olmaktı. Bir yol daha vardı ama o en zorlusuydu. Durumunu ağaya açık açık anlatmak. Eşemen de anlatabilirdi. Belki de insan halinden anlarlardı. Çaresizliğine çare bulurlardı. Keşke böyle olsaydı. Ama olmazdı ki? “Ağa kısmı benim gibi bir garibandan yana olur mu?” diye söylendi. Şafak sökerken hâlâ uyumamış, endişesine dalıp gitmişti. Yavaş yavaş çevirdi sürüyü. Köye yollandı. Tüm aile kuyu başındaydı. “Acaba” diye bir ikircik yaşadı ama herkes her zamanki gibiydi, rahatladı. Hayvan sulandıktan sonra Mahir Ağa seslendi. “Oğlum Ahmet, gel hele”. Niğdeli “Buyur ağam” dedi. “Koç katımı zamanı geldi. Ben yarın ilçeye gideceğim. Koçlara süs boyası, şenlik için de bir şeyler alacağım. Senin de bir isteğin var mı diye sorayım dedim”. “Yok ağam. Güle güle git, kazasız belasız güle güle gel inşallah”. Ayakta duracak dermanı yoktu. Hemen damına gitti, uyudu. Ertesi gün Niğdeli ağaya yetişmeye çalıştı ama ağa çoktan çıkmıştı yola. Küçük hanım telaşla sordu; “Ne oldu oğlum, ne yapacaksın ağayı?”. “Mühim değil abla. Gece geldi aklıma. Bizim oralarda pembe boya uğur sayılır. Koçlar için pembe boya ısmarlayacaktım”. Kadın gülümsedi. “Sen merak etme. Ağa her renkten çeşit çeşit alır”. Niğdeli arkasını dönüp gitti. Akşam serinliği çökerken yine su çekti. Elini yüzünü yıkadı, olukları doldurdu. Hazırlıklarını bitirip yola çıktı. Kırlar yine aklını başından alıyordu. Gecenin sessizliği, doğanın ferahlığı zihnini açıyordu ama bir türlü derdine bir çare bulamıyordu. Teslim mi olsaydı? Ailesi düştü aklına. Utançlarından ölürlerdi. Onlar evlatlarını okumaya göndermişti, katil olmaya değil. Ama suçu da yoktu ki? Yoktu ama gel de inandır kanunu. Köylü nasıl ezerdi anasını babasını oğlu suçlu diye. Bunları düşünmek deli ediyordu Niğdeli’yi. Ağlamaktan başka elinden bir şey gelmiyordu. Hem ağlıyor, hem de kendi kendine konuşuyordu. “Kötü düşünmeyeyim. Yarın koç katımı var. Aklımı dağıtma fırsatı bu. Biraz ferahlarım. İyi olur”. Bağacağı atıp uyudu. Gün tepelere vurmaya başlamıştı. Niğdeli uyandı. Sürüyü köye doğru sürmeye başladı. Kuyu başı her zamanki gibiydi. Ağa da ilçeden dönmüştü. Niğdeli değneği koltuk altında dimdik yürüdü ama içi dert yüklüydü. “Bunlar artık son günlerim” diye geçirdi içinden. Korkusuzluğun, cesaretin, yiğitliğin töreniydi bu tören. Değneğini koltuk altına alışı bunun göstergesiydi. Zaten Eşemen de onun bu haline vurulmuştu. Çünkü bu duruş Niğdeli’ye çok yakışıyordu. Ama içi hiç de öyle demiyordu ona. Yine de renk vermedi. Her zamanki olan olsundu bakalım. “Boyaları, malzemeleri aldım. Akşam serinliğine doğru koç katımı şenliğini yapacağız. Herkes hazır bulunsun. Oğlum Ahmet sen de git yemeğini ye, iyice dinlen. Erken kalkacaksın bu gün” dedi Ağa coşkuyla. Uyumasına uyuyacaktı da nasıl? Bu lanet çıkmaz yüzünden gözüne uyku girmiyordu ki? Eşemen kaçalım diye tutturmuştu bir kere. Mahir Ağa’nın az önceki candanlığı geldi gözünün önüne. Bunu ağaya yapamazdı. Ona iyi davranmışlar, iyi bakmışlardı. Ekmek yediği sofraya bıçak saplayamazdı. “Gel de anlat bunu Eşe’ye” diye birkaç kez tekrarladı. Sonra uyuyakaldı. Dışarıdaki gürültüye uyandı. Şenlik çoktan başlamıştı bile. Kızlar delikanlılar halaya durmuş, kadınlar sofraları kurmuştu. Yemekte bir kuş sütü eksikti. Yenildi, içildi, eğlenildi. Mahir Ağa karılarına, kızlarına, gelinlerine koçları getirsinler diye seslendi. Kadınlar önce süsledi hayvanları. Niğdeli de bir koç yakaladı. Tam süsleyecekti ki Güllü izin vermedi, tatlı sert azarladı. “Bırak bakalım hayvanı. Koçu kadın süsler. Biz de adet böyle oğlum”. Koçu kadının süslemesi berekete işaretti. Koyun uzun ve sağlıklı yaşasın diye yapılırdı. Boyama, süsleme işi bitti. Koçlar getirildi. Mahir Ağa bağırarak; “Haydi hayırlısı. Salın bakalım hayvanı” dedi. Koçlar serbest bırakıldı. Onlar da zincirlerinden boşalmış gibi tozu dumana katarak koyunların arasına daldılar. Niğdeli; “Bakın ak koç avluda” diye telaşla bağırdı. Kadınlar avluya koştu ki ne görsünler, koç ağlıyor. Herkes toplandı. Gerçekten de bir ak koçun gözlerinden yaşlar damlıyordu. Mahir Ağa, “Bu koçun niye süsü yok, niye boyamadınız. Yoksa hasta mı sakat mı, niye ağlıyor?” diye sordu. Niğdeli anlamıştı. “Ağam bu koç koçtan koçtur maşallah. Ne hasta ne de sakat. Bağacak koçum bu ak koç, bağacağımı hep ona atarım. Süslenip boyanmadı diye darılmış da ondan ağlıyor. Koyunlar onu beğenmez, ona pas vermezler diye ağlıyor”. Mahir Ağa kadınlara bağırıp kızdı. Eşemen atıldı; “Baba bu ak koç bizim değil ki”. “Kimin öyleyse?”. Evin kadınları bilmediklerini söyledi. “Kiminse kimin, hemen süsleyip boyayın bu kalbi kırık hayvanı” diye bağırdı ağa. Ak koç bir güzel boyandı, süsleri takıldı. Bundan sonra onu tutabilene aşk olsundu. Diğer koçlara dalaşıp koyunlarına ilişmeye başlamıştı bile. Ak koç çok güçlü, çok sağlıklıydı. Ağa merakla sordu Niğdeli’ye; “Oğlum bu kimin koçu sen deyiver bakalım?”. “Ağam ben sürüyü teslim aldığımda sayıda bu koç da vardı. Ben de vallahi sizin zannediyordum. Listeye bakarsak anlarız”. Niğdeli cebinden defterini çıkardı, listeyi taradı. Anlayamadı. “Ağam bulamadım. İyisi mi komşuları çağıralım. Herkes bilir kendi malını” dedi. Mahir Ağa’nın tepesi attı. Şu şenlikte olacak iş miydi bu şimdi? Karılarına seslendi yine. “Çağırın mal sahiplerini de öğrenelim şu ak koçun kime ait olduğunu”. Güllü iki kolunu yana açarak; “Zaten herkes burada, şenlikte ağam” dedi. “Öyleyse sırayla deyiversinler sayılarını”. Defterler çıktı, sayılar okundu. Merezli Teyze kırk koyunu olduğunu söyleyince ortalık karıştı. Uyuşmazlık buradaydı. Çobanda yazan kırk bir, onun söylediği kırktı işte. “Teyze defterin yanında değil mi, aç da oradan oku”. Defter evdeydi. “Getireyim mi oğlum?”. Ağa getirmesini istedi. Defter geldi. Merezli Teyze’nin defterinde yazan da kırk birdi çok şükür. Ama kadın itiraz etti. “Tövbe tövbe, ben yazmadım bunu. Benim okumam yazmam yok ki. Halil’e yazdırmıştım”. Mahir Ağa; “Teyze senin koçun var mıydı?” diye sordu ısrarla. “Kırk koyunun ne koçu olur? Koçum moçum yok benim tövbe tövbe”. “Bak tekrar soruyorum, şu koç senin mi? Boyasına bakma, ak bir koç o”. Kadın kendinden pek emindi. Israrla aynı cevabı verdi; “Yok, koç benim değil. Koçum yok benim”. “O zaman koç senin listene yazılmış. Ahmet komşu köylere de sor soruştur, belki de biri kaybetmiştir bul sahibini” dedi ağa. Halil de kırk bir sayıldığı için kırk bir yazdığını söyleyince iş büsbütün Niğdeli’ye düştü. Zaten derdi başından aşkındı, bir de bu koç meselesi iyice yük oldu. Eşemen’e bulduğu dördüncü yolu nasıl anlatacağının telaşındaydı, şimdi nereden çıkmıştı bu ak koç davası. Herkes dağılırken o da damına çekildi. Ertesi sabah hayvanlar su içerken geldi ağa. Koçu sordu Niğdeli’ye. “Yok ağam daha bulamadım sahibini. Sormadığım kimse kalmadı. Yok, çıkmadı sahibi”. “Bu koçu çok sevdim. Sahibinden alacağım da ondan böyle sıkıştırıyorum” dedi ağa. Mahir Ağa gider gitmez Niğdeli usulca Eşemen’e yaklaşıp fısıldayarak; “Konuşacağım var seninle” dedikten sonra damına gitti. Eşemen heyecanlandı. Daha bir günü vardı ama demek ki kararını vermişti diye düşündü. Bir fırsat yaratıp dama gidecekti. Sütler sağılıp makinadan geçirildikten sonra kazanlar yıkanırdı duru suyla. Eşemen; “Ana artık bunların içi kokuyor. Ben bir güzel yıkayayım sabunlu suyla” dedi annesine. “Yıka yavrum yıka. İyi olur”. “Bir de çoban yemeğini yediyse kabını kacağını alıp onları da yıkayayım, aradan çıksın” diye ekledi Eşemen. Döne de; “Git ama uyandırma çocuğu. Pek bir yorgundu bu sabah. Acaba bir sıkıntısı mı var bunun?” diye kuşkuyla sordu. “Aman ana ne sıkıntısı, yorgun diyorsun ya, yorgundur işte. Uyandırmadan girerim damına, alırım alacağımı, sen meraklanma”. Niğdeli sabırsızlıkla bekliyordu ağa kızını. Eşe telaşla girdi içeri. “Ne söyleyeceksen hemen söyle, kabını alıp çıkacağım. Anam ortalıkta”. “Otur da öyle”. Eşemen boş tabaklara davranırken hızlı hızlı konuştu; “Ne oturması, acelem var dedim duymuyor musun?”. Niğdeli omuz silkti. “Babanın adamları varsa madem açık açık anlat ona. Beni kurtarsın. Sen de niyetini deyiver. Evlendirsin bizi. Ben de gönül rahatlığıyla aileme haber veririm. Gelir isterler seni. Dediğin gibi yuva sahibi olmak istiyorsan ancak böyle olur. Tek başına kaçaklık zaten beter, bir de seninle ikiye katlayamam zorluğu. Düğün dernekle olsun evliliğimiz. Sana da yazık olmasın. Hem ben kötü biri değilim ki, baban beni de evlat bilsin, oğlu yerine saysın. Af çıkar belki de. Zamanla ne güzel olur her şey değil mi?”. Söyledikleri o an gerçekleşmiş gibi içi huzurla, sevinçle doldu Niğdeli’nin. Anlattıkları sadece kulağına mı, kalbine de pek hoş gelmişti. Eşemen; “Nasıl aldın bu kararı?” diye sordu. “Ben ekmek yediğim sofraya nankörlük edemem. Hem ağa kızını kaçıran aklını kaçırıyor demektir. Benim dediğim gibi olacaksa tamam. Yoksa kafandan sil at bu işi”. Eşemen Niğdeli’nin karşısına dikildi; “Önce ben de babam bu işi halleder diye düşünmüştüm ama sonra yanlış geldi. Babam bir suçluya arka çıkmaz. Tamam sen masumsun ama kanun belki de öyle demez. Hem buralarda kaçmak var, kaçırılmak var ama iç güveyliği yok. Seni öyle damat yapmaz babam. Kendine yakıştırmaz bunu. Sana da yakışmaz iç güvey olmak. Kararını ver, hazırlığını yap, yarın gece çıkalım yola. En iyisi bu”. Sonra kabı kacağı toplayıp dışarı fırladı. Niğdeli arkasından seslendi; “Ben bir mektup yazarım. Havanı sen al, mektubu orada görürsün” dedi. O gece mektubunu yazdı. Koyunlar yayılıyordu. Niğdeli sırtını bir ağaca verdi, uzun uzun ufka baktı. Kâğıdı katlayıp cebine koydu. Niğdeli yine de umudu elden bırakmıyordu. Belki de son anda vazgeçerdi bu kız. Güneş doğarken sürüyü köye çevirdi. Sıcak çökmeden bir an önce varmak istiyordu kuyuya. Hayvan iyi yayılmıştı, çok susuzdu. Neyse ki rutin devam ediyordu hiç aksamadan. Yine kuyu başındaydı aynı ahali. Sular çekilmiş, oluklar doldurulmuştu. Konu komşu, Mahir Ağa, evdekiler; hepsi oradaydı. Güz gelmişti ama yine de sıcaktı hava. “Oğlum Ahmet şansımıza havalar da iyi gidiyor değil mi? Yorgunsundur sen şimdi. Haydi git de dinlen biraz”. “Olur ağam”. Güllü çattı; “Oğlum bu aralar amma da şaşkınsın sen. Bak eşeğin yükünü indirmemişsin. Yazık değil mi hayvana? Âşık mısın a oğlum? Bu ne dalgınlık?”. Eşemen atıldı; “Ben boşaltırım ana”. Eşeği akasyanın altına götürdü, heybenin altındaki emanetini buldu. Etrafı kolaçan ettikten sonra hemen oracıkta hızlı hızlı, yüreği ağzında okudu Niğdeli’nin mektubunu. Sonra gülümseyerek katlayıp koynuna soktu. İnadıyla Niğdeli’yi yola getirmişti işte. Mektubunda olacak iş değil diyordu Niğdeli ama madem onunla kaçıp bir yuva kurmayı bu kadar istiyordu, madem kaçak olmayı göze alıyordu, öyleyse kaçsındı bakalım ağa kızı. Yeri bildirmesini de istiyordu mektupta. Başa gelen çekilirdi. O da bir cevap yazdı. Kararı karardı Eşemen’in. “Senden vazgeçmiyorum” diye yazdı. “Hastalanmış gibi yapacağım. Bohçamı rahat hazırlayayım diye. Yarın sürünü kuzeye sür. Orada hem asfalt yol, hem de demiryolu var. Bizim için biraz sapa olur ama güney tarafı da bizi çabuk yakalatır. Hani babamla senin ilk geldiğin yol. Vilayet yolu. Kuzeyden gidersek başka vilayetlere varır, zaman kazanırız. İster trenle, istersen de tomofille gideriz. Oradan tomofil eksik olmaz meraklanma. Yarın gece unutma. Köye ne çok yakın ne de çok uzak dur. Beni toprak yolda bekle. Çabucak kavuşalım”. Öğle uykusu bitmeden yetiştirdi mektubunu, akasyanın altındaki heybeye koydu. Koşarak eve gitti. Anası uyuyordu. İnlemeye, baktı uyanmıyor bu sefer de bağırmaya başladı. Döne fırladı yataktan. “Ne oldu kız?”. “Ben ölüyorum sen uyuyorsun ana. Midem bulanıyor, her yerim yanıyor”. Döne iki eli iki yanağında kalakaldı. Ne oldu kıza birdenbire? “Abilerine haber verelim de doktora götürsünler seni”. Eşemen telaşla tuttu anasının eteğini; “Dur ana dur. Doktorluk değilim. Sen bana bol acılı bir çorba pişir. Terlersem bir şeyim kalmaz”. Döne hastayla uğraşırken insanlar da yavaş yavaş uyanmaya başlamıştı. Niğdeli kuyu başındaydı. Hazırlıklarını başlamıştı bile. Biraz sonra Döne geldi havanı istemeye. Niğdeli havanı alırken gördü mektubu. Döne’ye belli etmeden soktu cebine. Okumak için bir an önce kıra varmak istiyordu. Bu yüzden çabucak yaptı işini. Testisini doldurdu, havanı heybeye koydu, her şeyi eşeğe yükledi. Artık yola çıkma zamanıydı. Giderayak Döne’nin Güllü’ye dediklerini duydu; “Eşe hastalandı. Sabah bir şeyi yoktu. Öğle uykusunda olmuş ne olduysa. Midesi bulanıyormuş. Ateşim de var diyor. Çorba içti. Yatıyor. Dün sudan çıkmadı, üşüttü herhalde”. Niğdeli sürüyü köyden çıkarırken kendi kendine; “Hastaymış” dedi. İşler uzayacaktı öyleyse. Canı sıkıldı. Bu hastalık da neyin nesiydi şimdi. Şu Eşemen meselesi iyi ya da kötü bir an önce sonuca varsın istiyordu. Şimdi iyileşmesini mi bekleyecekti? Canı sıkıldı ta ki bunun Eşe’nin bir oyunu olduğunu okuyana kadar. Mektuptan sonra rahatladı. Ama sonra sıkıntısı kat be kat arttı. Kız kaçmakta kararlıydı. Kaçacaklardı, kaçaklık katlanacaktı. Niğdeli kırda yüzünü karartmış dertli dertli otururken, Eşemen de oyununu ustaca oynuyordu. Kapısına gelen babasını, ağabeylerini gönderiyor, doktor ısrarlarını geri çeviriyordu. “Çorba içtim şimdi geçer, çay içtim geçti” diye diye oyaladı herkesi. Sonra uykuya daldı herkes. Niğdeli de yemeğini yer yemez uyudu. İyi bir uyku çekmeliydi. Çünkü ertesi gece büyük yolculuk başlayacaktı, güce ihtiyaç olacaktı. Tabii ağanın gücünün yanında Niğdeli’nin beden gücü ne işe yarardı Allah bilir. Niğdeli iyi uyumuştu ama Eşemen’in o gece gözüne uyku girmedi. Sabah oldu, kuyu başı ekibi işe koyuldu. Sıradışı bir durum yoktu. Olanlar her zamanki gibi oldu. Mahir Ağa Niğdeli’nin yanına geldi; “Otlar iyice kurudu. Herglerde acar var mı oğlum?” diye sordu. “Var ağam. Hayvanları bazen herglere götürüyorum”. Mahir Ağa, “İyi oğlum çok iyi. Koçlar ne durumda?” diye ekledi. “Biraz zayıflar ama yine idare eder”. Ağa sonra Döne’ye döndü; “Kız iyi mi? Ne inatçı keçi, doktor yok da yok. İyileşti mi?”. Döne, çorbayla çayla sabahı ettiğini, sabah da daha iyi göründüğünü söyledi. Niğdeli sanki Eşemen gerçekten hastaymış da bundan kendisi sorumluymuş gibi tedirgin oldu, yüzüne ateş bastı. Sessizce damına çekildi. Herkes de işe koyuldu. Sütler sağılırken Eşemen de fırsat bu fırsat diyerek Döne’nin odasına daldı. Sandığın anahtarı nerede çok iyi biliyordu. Anasının çeyizlik yastığının kılıfından soktu kolunu, çıkardı anahtarı, açtı sandığı. Bilezik, beşi bir yerdelik, para ne varsa doldurdu torbasına. Sandığı kilitleyip çıktı odadan. Bohçasını hazırladı. Anasının sandığından çaldıklarına kendi altınlarıyla biriktirdiği paralarını da ekledi; hepsini bohçanın içine gizledi. Hazırlığı tamamdı, yatağına uzandı. Ağa kapıya vurdu. Eşe ses etmedi. Ağa da uyuduğunu düşünüp gerisin geri gitti. Öğle olmuş, işler bitmişti. Herkes uyumak üzere yavaş yavaş dağıldı. Niğdeli gözlerine vuran gün ışığının parlaklığına uyandı. Işık öyle keskindi ki hemen açamadı gözlerini. Doğruldu, gerindi. Bu son günüydü, acıyla hatırladı. Kuyunun başına gitti. Buz gibi suyla elini yüzünü yıkadı. Sürüyü suladı. İçi çatlayacak kadar sıkıntı doluydu. Eşemen’in zoruyla hayatını bir kez daha çıkmaza sokuyordu. Hazırlıklarını yaparken köye, buranın insanlarına, Mahir Ağa’ya, onun ailesine ne kadar alıştığını hatta yakınlaştığını fark etti. Keşke dedi, sustu. Nevale için eve yöneldi. İn cin top oynuyordu. Bir tuhaflık vardı ama ne? Ablalara seslendi. Ses yoktu. Ne ola ki diye geçirdi aklından. Tekrar tekrar bağırdı. En sonunda Güllü çıktı çardağa. “Döne’nin kızı hasta, seni unuttu tabii. Dur oğlum bari ben koyayım azığını. Herkes uykuda mı kalmış? Baksana kimse yok”. “Sürü gidiyor da ondan acele ediyorum abla. Yoksa uyandırmazdım, kusura bakma”. Güllü kollarını iki yana kaldırıp içeri girdi, biraz sonra da içi dolu havanla döndü. Niğdeli havanı alırken helallik istedi Güllü’den; “Hakkını helal et ana. Beni bağışla olur mu?”. Güllü şaşırdı. Durduk yere niye helalleşiyordu ki bu oğlan? Başını salladı; “Helal olsun oğlum” dedi. Niğdeli’nin arkasından ağzını eğerek baktı. Niğdeli sadece onunla değil damıyla da vedalaştı. Uzun uzun baktı o tek göz odaya. Sonra eve, sonra kuyuya, sonra tekrar damına. Başını eğdi, yürüdü. Sürüyle konuştu; “Yolumuz kuzeye, haydi bakalım. Oradan da Allah bilir nereye?”. Öğle uykusundan gürültüye geçildi. Herkes uyanmıştı ama bu sefer de Eşemen dalmıştı derin uykuya. Ağa kız öldü mü kaldı mı diye sertçe vurdu kapısına. “Bu ne uzun uykuydu böyle, uyanmak bilmedi bu kız” diye bağırdı kapının gerisinde. Eşemen’de ses yok. Kadınlar geldi, seslendi. Yine ses yok. Ağa “Kız öldü haberiniz yok” diye öyle bir bağırdı ki, kim nereye nasıl kaçacak bilemedi. Derken kapı gıcırdadı, Eşemen yavaşça açtı kapıyı. “Korkma baba, iyiyim. Gece uyumadım da ondan ağırlaşmış uykum. İyileştim, meraklanma”. Mahir Ağa elini kızın alnına koydu. Ateşi yoktu. “Aman iyi ol kızım. Yoksa bunlar beni yiyip bitirecek seni hekime götürmüyorum diye. İyi değilsen hemen gidelim”. Eşemen babasını ikna edip gönderdi. Gözünden akan uykuya döndü, yatağına uzandı, hemen daldı. O uyurken çoktan köyün dışına çıkmış Niğdeli ise ağlıyordu. Akşam yemeği için herkes sofradaydı. Bir Eşe yoktu. Mahir Ağa Döne’ye kızın yemeğini sordu. Ona da verilmişti. İyi yesin de iyileşsindi. Eşe iyi yedi ama iyileşmek için değil, gece yolculuğu için. Karnını bir güzel doyurmalıydı ki iyi yol gitsin, güçten düşmesin. İçi sevinç doluydu. Sadece sevinç de değil; merak, telaş, heyecan. Belki bir daha hiç göremeyecekti doğup büyüdüğü bu yeri, anasını, kardeşlerini, babasını. Birden bunu düşününce lokmalar boğazına dizildi. İşin bu kısmını daha önce hiç düşünmemişti. Varsa yoksa Niğdeli’yle kaçmak vardı aklında. Şimdi daha gitmeden ağır bir hasret çöktü yüreğine. Ama yine de kaçmak daha ağır basıyordu işte. Yemeği bitince bohçasını kontrol etti. Elini kesenin üstünde gezdirdi; iyi, yerindeydi. Bir kuşkuyla irkildi. Döne bu gece sandığını açarsa? Yanardı vallahi, hem de ne yanma, çıra gibi. Öyle olmaması için dua edip yatağına uzandı. Uyumayacaktı. Zamanında uyanamayabilir, Niğdeli’yi boşu boşuna bekletebilirdi. En iyisi mektup okumaktı. Birkaç kez okudu Niğdeli’nin yazdıklarını. Zaman geçmek bilmiyordu. Bir an önce çıkmak istiyordu. Böyle düşüne düşüne kapandı gözleri. Sıçrayarak uyandığında sabah oldu diye kalbi duracaktı korkudan. Pencereden baktı, her yer karanlıktı. Hem içeriden sesler de geliyordu. Çok şükür azıcık uyumuştu. Kendine kızdı. Yatakta beklemek tehlikeliydi, yataktan çıktı. Pencereden dışarıyı seyre koyuldu. Bir süre sonra herkes uyudu. O da son kez baktı bohçasına. Nüfus cüzdanını bu son kontrolde hatırladı. Gömme dolaptaki yığının altından çıkarıp onu da koydu bohçaya. Kendi gidecek, hüviyeti kalacaktı. Sonra uğraş dur. Dua etti. Sessizce çıktı. Bahçedeydi artık. Eve baktı. Tatlı bir meltem vardı. Eşe’nin saçları arasından geçti, saçlarını geriye çekti. Bu haylaz meltem Eşe’ye gitme kal diyordu sanki. Vazgeç bu sevdadan der gibi çekiyordu saçlarını. Meltem öyle yaparken, Eşemen de evin arkasına geçti. Hayat durmuştu sanki. İn cin top oynuyordu. Bu sessizlik Eşe’yi bir iki adım sonrasında güçsüz kıldı, ağlattı. Öyle ki birkaç saniyeliğine de olsa geri dönmeyi bile düşündürttü. Ama sonra o kararlı inatçı kız meltemin de, sessziliğin de canına okudu, daha emin adımlarla yola koyuldu. Toprak yola çıkınca koltuğunun altına koyduğu ayakkabılarını giydi, hızlandı. Epey gittikten sonra çan sesleri duydu. Ortalı zifiri karanlıktı. Korkmaya başladı. İlk köpek sesine kalbi göğsünden fırlayacaktı. Ses yaklaşınca gördü ki bu Kara’ydı. Eşe’nin eli ayağı boşaldı, sevinmeye başladı. Kara’nın peşi sıra diğer köpekler de havlayarak ona doğru geldiler. Sanki yıllardır görmediği bir arkadaşını kucaklar gibi sarıldı Kara’nın boynuna. Sonra fısıldayarak konuştu; “Susun artık, havlamayın. Benim ben, Eşe’niz. Tamam oğlum havlama. Tamam, benim”. Köpekler Eşe’nin etrafında dört dönmeye başladılar. Adım atsa hemen etrafını sarıyor, biraz yürüse yere yatıp ters dönüyorlardı. Neyse ki Niğdeli gelip dağıttı Eşe’nin tehlikede olduğunu sanan sadık dostlarını. “Seni koruyorlar, ondan öyleler”. Sonra köpeklere döndü; “Haydi gidin, yoksa sürüyü kurt kapacak, haydi oğlum götürün sürüyü” diye bağırdı. Eşemen’nin etrafında bir iki daha dönüp, Niğdeli’nin dediği gibi sürüyü köye doğru sürmeye başladılar. Kaçaklar da kuzeye, asfalt yola doğru yola çıktılar. İkisi de tedirgindi. “Bizi bulmasınlar da” dedi Eşe fısıldayarak. “Bulurlarsa vay halime” diye cevap verdi Niğdeli. Biraz gittikten sonra bir ses duydu Eşe. İrkildi. Niğdeli’nin koluna asıldı. “Ne oldu?”. “Sesi duymadın mı?”. Niğdeli kulak verdi, ses yoktu. Birkaç adımdan sonra o da duydu. Durup sesin geldiği tarafa döndüler. Bir karartı gördüler. Niğdeli belli etmiyordu ama en az Eşe kadar korkuyordu. Hiç kıpırdamadı. Karartı sanki iki oldu. Yaklaştı, yaklaştı. Biri karartı değildi artık. O Akkoç’tu. Diğeri de mor koyun. Eşemen ağlayarak koştu. Mor koyunun boynuna sarıldı. Niğdeli şaşkındı. Akkoç’un önüne çöktü, eline boynuna koydu; vedalaştı dostuyla. “Bağacağın yok artık arkadaşım. Ama yine de sürü sana emanet. Gelme peşimden, ağlama da. Kader bu, önüne geçemeyiz Akkoçum, haydi dön geri”. Niğdeli hem söyledi hem de ağladı. Kaçaklar tekrar yola koyuldu ama hayvanlar ayak diriyor, dönmüyordu. Eşe mor koyununa yalvardı. Niğdeli artık bu inatçılara kızmaya başladı. “Gidin gelmeyin. Bak kötü olacak. Dönün”. Biraz daha gittiler iki önde iki arkada. Sonra Akkoç durdu. O durunca mor koyun da ona uydu. Bir süre öyle beklediler. Baktılar öndekilerin döneceği yok, arkalarını dönüp gittiler. Onların gidişi Eşemen’le Niğdeli’yi kahretti ama ikisi de birbirine tek söz söylemedi. Tabana kuvvet yola devam ettiler. Şafak sökmek üzereydi. “Nerede bu asfalt, nerede tren, biz bittik yol bitmedi” diye çıkıştı Niğdeli. Eşe yol kenarına çöktü. “Ne bileyim ben. Senin gibiyim, ben de hiç gelmedim buralara. Köyde askere gidenleri trene yetiştirirlerdi, şuracık derlerdi. Ne bileyim şuracığın bu kadar uzak olduğunu. Öldüm bittim yol gitmekten. Dinlenelim biraz”. Niğdeli de yanına oturdu. Güneşin doğuşunu seyrettiler sessizce. Şimdiden çaresizliğe düştüler. O eşsiz kızıl tablo öyle hissettirdi. Sürü köye vardı. Kuyu ahalisi çobansız karşılamaya az çok alışkındı ama Eşemen’nin ortalıkta olmayışı tuhaftı. Döne sabah ilaç vermek için odasına gittiğinde gördü ki kız odada yok. Belki de erkenden kuyuya gitmiştir diyerek o civarlara baktı, aradı taradı; yok yok. Döne’nin içine bir kurt düştü. Önce samanlığa sonra da çoban damına baktı. Ortalığı ayağa kaldırdı. Mahir Ağa şaşırdı; “Ne bu velvele? Bağırma karı, ablalarının yanındadır, ölmedi ya tövbe tövbe” diye kızdı karısına. “Ablaların hepsi burada. Su çekmiş, hayvan bekliyor. Kız nerede? Çobanın nerede?”. Merezli Teyze; “Etme eyleme Döne. Çoban nerede olacak, yine uyuyakalmıştır, uyanınca gelir. Kız da buralardadır, çıkar şimdi. Ağlama hemen, hele dur” diye teselli etti Döne’yi. Ama ok yaydan çıkmıştı bir kere, çobana laf değmişti işte. Kuyu başı hareketlendi. Mahir Ağa’nın da canı sıkıldı. Artık beklemeye gerek yoktu. İşin adı kondu. Ağa kükredi; “Kaçmış pezevenkler”. Emirler kara taşlar gibi yağdı. Kadınlar bağırış çağırışta, evin erkekleri ise emirlerin peşindeydi. “Halil çabuk muhtarın evine var. Telefon et jandarmaya. Oğlum siz de atlara traktörlere binin. Bulun namussuzları”. Halil pompalısını aldı, babasına söz verdi; “Ben temizlerim namusumuzu. İkisini de öldürmezsem namerdim”. “Ölü değil diri istiyorum. Cezayı ben vereceğim. Sakın ola vurmayın”. Erkeklerin bu konuşmalarını duyan kadınlar feryadı kopardı. Kuyu başı cehenneme döndü. Güz başıydı. Güneş yazdan kalan sıcağını vermeye devam ediyordu. Kaçaklar hem sıcaktan hem de susuzluktan perişan olmuştu. Bohçada altınla para vardı ama su yoktu. Niğdeli ise kırda içip bitirmişti suyunu. Eşemen hem yürüyor hem de sanki ortalık su oluverecekmiş gibi durmadan su diyordu; “Su, su bir yudumcuk su, susadım, çok susadım, su, su”. Niğdeli Eşe’yi yüreklendirdi; “Bak şurada yığın gibi bir şey var. Belki aşağısı deredir. Sabret. Haydi dayan. Orada su var, haydi yürü”. Eşemen suyu içmiş kadar sevindi, biraz hızlandı. Biraz daha gidince bir sazlığa vardılar. “Bak bu sazlıkta dinlenebiliriz. Sazlar bizi saklar”. Kendilerine sığınak gibi bir yer yapıp, sazlığın ortasına uzandılar. Uyudular. Beden dinlenmişti ama susuzdu hâlâ. Eşe uyanır uyanmaz yine su dedi. “Ahmet’im ne olur su bul bana. Bu susuzluk öldürecek beni bilesin”. Niğdeli ne yapacağını bilemiyordu. Bu kadar söylenen Eşe’ye kızmaktan başka bir şey gelmedi elinden; “Yol bilmeden iz bilmeden kaçalım demek kolaymış değil mi? Daha bu bir şey değil belki de. İnsanın insana edeceklerini daha görmedik. Bakalım başımıza neler gelecek? Su için ağlıyorsun ama zulümden haberin yok ağa kızı. Ben suyu nereden bulayım. Gücüm göğe de yetmez ki yağmuru indireyim”. Eşemen başını öne eğince söylediklerinden pişman oldu, ayağa kalktı. Harekette bereket vardı ne de olsa. “Buradan bir yere ayrılma. En azından gölgedesin. Ben biraz gideyim bakalım. Belki cılız bir dere çıkar karşıma, olmaz mı olur”. Kuzeye gitti. Bütün gücünü toplayıp koşmaya başladı. Koşarken özgürlüğüne kavuşmuş gibiydi Niğdeli. Nefesi kesilene kadar koştu. Ciğeri yanmaya başlamıştı ama umursamıyor, durmadan koşuyordu. Bir köyün girişinde olduğunu ancak fark etti. Durdu, ellerini dizlerine koyup derin derin nefes aldı. Özgürlük başını döndürmüştü. Yere çöktü, gözlerini kapattı. Nefesi normale dönene kadar öyle bekledi. Kendine gelmişti. Ayağa kalktı, yürüdü. Karşısına çıkan ilk kuyunun çıkrığına yapıştı. Dolu tenekeyi çekerken eli kolu titriyordu. Suya kavuşmak muhteşemdi. Kana kana içti sonra da buz gibi suyu başından aşağı döktü. Evin kapısını çaldı. Yaşlı bir kadın gözlerini ovuşturarak açtı kapıyı. “Kimsin, ne istiyorsun?” dedi hışırtılı sesiyle. “Yolcuyum. Hastam var. Bana bir kap versen de ona su götürsem”. “Bizim herifin tulumu var. Şişe de var ama o ağır gelir sana. Sen bunu al. Madem hastan var, tez git”. Niğdeli tulumu kaptığı gibi kuyunun başına geçti. Önce tulumu doldurdu, sonra bir teneke suyla daha yeniden yıkadı kendini baştan ayağa. İçti içti, doyamadı. Eşe’nin susuzluğu düşünce aklına hemen yola koyuldu. Kan ter içinde vardı sazlığa. Eşe’ye seslenerek yaptıkları sığınağa doğru yürüdü. Eşe sazların ortasında boylu boyunca yatıyordu. Niğdeli sustu. Ama sonra bir tuhaflık sezdi. Kızın gövdesinden gövemler fışkırıyordu. Eğilip bakınca ne görsün, Eşemen’i yiyor bu minik haşere sürüsü. Hem bağırıyor hem de cansız bedeni sarsıyordu uyansın diye. “Vay bahtsız ağa kızı vay, sana böyle ölüm yakışır mı vay, yuva yuva dedin de öyleyse niye beni bırakıp gittin”. Niğdeli hem ağlıyor hem de kendini suçluyordu. “Ben ne kadar gittim de sen öldün, keşke yanından ayrılmasaydım”. Zaman uçup giden bir tozdu. Kim bilir o köye kaç saatte gitmişti, bir de dönüşü vardı tabii. Niğdeli ağa kızının cansız bedenine sımsıkı sarılıp ağlaya ağlaya uyudu. Uyumadan önce de sazlık ona da mezar olsun diye dua etti. Çünkü artık yaşamasına gerek yoktu. İstese de yaşayamazdı da ondan. Yaşatmazlardı. Başçavuş, jandarmalarıyla önce köyü, sonra da civar köyleri didik didik aradıktan sonra ağaya misafir oldu. Kaçaklardan hiçbir iz yoktu ama ağa canını sıkmasındı, mutlaka bulunacaklardı. Mahir Ağa başçavuşun sözüne güveniyor, yüreğine soğuk sular serpiliyordu ama yine de temkini elden bırakmak istemiyordu. Bu yüzden jandarma dinlenirken bu sefer de oğullarını göndermişti. Başçavuş buna gerek olmadığını defalarca söylese de dinlemedi, emrini verdi. Onlar da sabahı sabah ettiler ama çobanlarıyla kızlarını bulamadılar. Öğle sıcağına kadar tekrar bakıldı. Akşama doğru başçavuşun telsizine bir er tuhaf şeyler söyledi; “Komutanım kuzey tarafındaki sazlığın üstünde kartallar dönüyor. İnip inip kalkıyor”. Ciplere binilip hızla o yöne gidildi. Dört taraftan girdiler sazlığa. Kaçaklar bulundu. İki cansız beden boylu boyunca yatmış, kurda kuşa yem olmuştu. Sanki ölmemişler de düğün gecesindelermiş gibi öyle de güzellerdi ki bakmaya kıyılmaz. Başçavuş erlerinden birine emir verdi; “Mahir Ağa’yı getir. Muhtar da vilayeti arasın, savcılığa haber versin. Resmi işlemler için zavallıcıklar bir süre daha burada kalacak. Acele edelim de körpe bedenleri daha fazla eziyet çekmesin. Haydi acele et”. Cip köye girdiğinde çardakta fır dönen Mahir Ağa’nın kalbi neredeyse çatlayacaktı. Yumruğunu göğsüne vurdu. Er daha savcılık demeden ateş düştü içine. O anlayacağını anlamıştı ama Döne’de umut dağ kadardı. “Ne oldu yavrum, buldun mu kızımı. İyi mi, çoban da yanında mı?”. Er Mahir Ağa’ya dönüp komutanının dediklerini aktardı. Döne durmuyor, konuşuyor da konuşuyordu; “Savcı ne yapacak yavrum. Çobanı mahpusa mı tıkacak?”. Mahir Ağa muhtara haber gönderdi. Evin erkekleri, kadınları cipin etrafını sardı. Mahir Ağa arabaya bindiğinde ne görsün, Döne ondan önce geçmiş oturmuş. İnmem diye diretiyor. “Sen döversin şimdi, zulmedersin yavruma. Benim koynumda gelecek eve”. Mahir Ağa için için ağladı. Sazlığa girdiklerinde bedeni kuş oldu uçtu gitti sanki. Mahir Ağa arabadan indi ama sanki yerde değil, gökteydi. Ayakları yoktu da boşluk onu götürüyordu. Başçavuş Döne’yi görünce usulca kızdı emir erine. Ama kadının duracağı mı vardı. Hemen komutana sokulup sordu; “Oğlum kızım nerede? Haydi getir kızımı”. Başçavuş, yalvaran kadını artık en sonunda anadır hakkıdır diyerek sazlığın içine soktu çaresiz. O dakika feryat koptu. Elinden gelse kalbini çıkarıp paramparça edecekti. Belki de onun için o kadar çok yumrukladı göğüs kafesini. Kafesi kırıp kalbini bulmak, sonra onu parçalamak için. Birkaç er ağladı. Sonra nasıl olduysa yedi cihan indi sazlığa. Analar bacılar kızlar yeri göğü ağıtla doldurdu. Döne ayağa kalkıp Mahir Ağa’ya saldırdı. “Kızımı sen öldürdün, senin korkundan öldü, ağa paşa olsan fark etmez artık, sen de öl, yaşama öl”. Döne’yi Mahir Ağa’nın yakasından çeke çeke götürdüler. Saatler sonra savcı geldi. Önce muhtarla görüştü, sonra da ağayla. Başçavuş olayı anlattı. Savcı muhtara döndü; “Burası neresi?” diye sordu. “Çaltepe sazlığı derler buraya. Eskiden göldü, kuruyunca sazlık bitti üstünde” diye cevap verdi muhtar. O sırada iki yaşlı adam kendi aralarında konuşuyordu. “Gövemin zehiri de pek betermiş”. Beriki de söylediği büyük bir sırmış gibi fısıldayarak cevap verdi; “Ne gövemi, bunları öldüren başka bir şey. Gövem bu mevsimde olmaz. Bunların cezasını ağadan önce yaradan verdi. Yoksa böyle ölüm olur mu?”. Savcı kalabalığın dağıtılmasını istedi. “Biri erkek, diğeri kadın iki gönüllü lazım bana” dedi. Erlerden biri çekinerek geldi savcının yanına. Komşu köylerden orta yaşlı bir kadın da; “Buyur beyim” diyerek gönüllü olduğunu gösterdi. “Sen delikanlının, sen de kızın üstünü iyice arayın. Bulduklarınızı getirin”. Er savcıya tabanca, çoban çakısı, kimlik, ayna, tarak verirken; kadın da altınlar, bir deste para, kimlik, üç beş parça giysi teslim etti. Tutanak tutuldu. Savcı kimliklere baktı; “Eşemen Bakırcı Mahir Ağa’nın kızı mı?” diye muhtara sordu. Sormasıyla uğultudaki feryat yeniden yeri göğü inletti. “Peki Tayfun Yıldız da onun çobanı mı?”. Muhtar şaşırdı. “Biz onu Ahmet Niğdeli olarak tanırdık. Adı bu muymuş gerçekte. Vay ki vay, ne günlere kaldık”. Mahir Ağa da sanki yalan söyleyen Niğdeli değil de kendisiymiş gibi başını öne eğdi. Erkekler savcının etrafında olayı anlamaya çalışadursunlar, kadınlar kalabalığında bir dalgalanma oldu. Döne kızının başından kalkmış gidiyordu. Sazlığın az ötesinde bir tümsekte oturdu, yürek parçalayan ağıtını yakmaya başladı: Oy Eşemen oy Eşemen / Seni öldürdü gövem / Ah Eşemen ah Eşemen / Seni bitirdi gövem / Sensiz yaşayamam ben / Aman aman Eşemen / Yandım bir ateşte ben / Seni yedi bitirdi gövem / Sensiz yaşayamam ben / Ne zaman büyüdün sen / Ne zaman sevdin sen / Ne zaman kaçtın sen / Mor koyun melemen / Sinemde narı cehennem / Ben sensiz ne edem / Yarabbi gönder lokmanı / Eşemen’ime ver canı / Ben neyleyeyim canı / Azrail alsın benim de canımı / Oy Eşemen oy Eşemen / Sensiz yaşayamam ben. Sazlık gözyaşı doldu. Savcı başçavuştan Tayfun Yıldız’ın ailesine haber gönderilmesini istedi. “Telsizle ilçeye bildir. Onlar gerekeni yaparlar”. Başçavuş; “Olur savcım. Gelsin, cenazelerini alsınlar” diye cevap verdi. Akşama doğru haber geldi. Başçavuş savcının kulağına bir şeyler söyledi. Sonra savcı gündüz Döne’nin ağıt yaktığı yere çıkıp konuştu; “Tayfun Yıldız’ın ailesine haber verildi. Ama esas diyeceğim bu değil. Mahir Ağa çobanın bir kanun kaçağıymış”. Mahir Ağa ne diyeceğini bilemedi. Muhtar onun yerine atıldı; “Ağam nereden bileceğiz ki? Gerçek adını bile şimdi senden öğrendik. Mahir Ağa vilayetteki işçi pazarında tanışmış, anlaşmış. Bilseydi getirir miydi buralara”. Savcının sesi sert çıktı; “İyi de kimin nesi bilmeden. Olmaz öyle. İfade için vilayete gidilecek. Hem ağa hem de sen muhtar”. Çobanın cinayet suçundan arandığının öğrenilmesi işin rengini değiştirmişti. Gövemin bu mevsimde ne işi olurdu ki, oğlan kızı öldürmesindi? İyi de kendi niye ölmüştü? Orası meçhuldü işte. Dedikodu sazlıktan kara bir duman gibi yayılmaya başladı. Gerçek acı da sahibine kaldı. Döne’ye, Mahir Ağa’ya bir de tabii Tayfun Yıldız’ın anasına babasına. Geriye kalanların hepsi o kara dumanla epey zaman geçirdi. Köyün zalim çocukları yine sardılar Döne’nin etrafını. Torunlarını sordular. Gülüştüler. “Nereden geliyorsun Döne Teyze?”. Gülümseyerek cevap verdi; “Kızımın evinden. Torunlarımla oynadım, güldüm eğlendim”. Sazlık olayının üstünden on yıl geçmiş, Döne de bu hale gelmişti. Artık sazlık da yoktu. İki güzele mezar olduğundan beri değil saz ya da ot, uçan tek bir canlı bile hemen ölüveriyordu. Bu yüzden insanlar bu lanetli yerin yanından bile geçmiyordu. Lanetin kendilerini de öldüreceğinden korkuyorlardı. Döne ise bu eski sazlığı kızının evi bildiğinden haftada bir iki gün mutlaka oradaydı. Bir de durmadan kızının evinde ölmek istediğini söylüyordu. Ölene kadar yasını böyle tuttu
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © A.KADİR AYTAÇ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |