Özgür insan, denizi daima seveceksin. -Baudelaire |
|
||||||||||
|
İstanbulluların Yahya Kemal’e atfedilen ancak ne zaman, nerede söylediği belli olmayan “Ankara’nın nesi güzeldir?” sorusuna “İstanbul’a dönüşü!” yanıtını bilmeyeniniz yoktur. Bu söz bana son derece yavan, daha ileri gidersem, “bayağı espri” gibi gelmeye başladı artık. Hatta bu fikir değişikliğime arkadaşlar da inanmayacak belki ama Ankara’yı sevdiğimi söylesem bana inanmayacaklarını düşündüğüm için şimdilik susayım en iyisi… Peki, Ankara’yı bu zamana kadar neden sevemedim? Açık konuşmak gerekirse Ankara’yı sevmeyenler; genelde bu kenti bir Anadolu kenti olarak Köylülük’le, bir memur kenti olarak Bürokrasi’yle, başkent olarak da İktidar’la bir tuttukları için sevmiyorlar… Benim durumum farklı olsa da Ankara’yı sevmeyenlerin burjuvadan ve muhalif oldukları için sevmediklerine çok kez şahit oldum. Hatta benim gibi sonradan İstanbul’a yerleşen tanıdıklarımın çoğunun kendini İstanbullu sanması gibi! Bir de boğaz, rakı ve balık muhabbeti var ki bu muhabbet beni artık çileden çıkartıyor. Sanırsınız bu tipler Allah’ın her günü, boğazda, rakı ve balık keyfi yapıyor! Az daha muhafazakârlar ise, bir Boğaz havası almaktan parklarda mangal yapmayı, güneş altında çimenlere kıvrılıp horlamayı ve arkalarında bir sürü muzahrafat bırakarak evlerine dönmeyi İstanbullu olmakla eşdeğer tutuyorlar. Ankara köylü, bürokrat ya da iktidar kenti olabilir; ama İstanbul, bir lumpenler, magandalar, tinerci çocuklar ve mülteciler kenti değil mi yani? Önceleri, Ankara’dan hazzetmediğimi, az da olsa tedirgin edici bir yanı olduğunu düşündüğümü bu vesileyle söylemem gerek. Ancak gerek ailemden gerekse çevremde birçok insan Ankara’da yaşıyorlar.. Bu sebeple Ankara’yı İstanbul gibi karış karış olmasa da kendi yarıçapımda bilirim. Elbette bu, ne Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara’sı, ne de tek parti döneminin anlı şanlı valisi Nevzat Tandoğan’ın Ankara’sı… Doğrusu ya, bu kenti sevdiğim için, Melih Gökçek’in veya Mansur Yavaş’ın Ankara’sı demek de bana çok acımasız ve anlamsız geliyor! Gene de sık gidip gelmesem de Bilkent’te Ankuva’nın önündeki kahvelerde, hele ilkyaz sonlarında oturmuş olmak, çay yudumlayıp muhabbet etmek yeter de artar benim için… Beni İstanbul’da en çok kendine bağlayan şey; doğası, tarihi, yaşanmışlıkları, yaşadıklarım ve kaldırımüstü çay ocaklarıyla kahvehaneleridir. Özellikle akşamüstleri, hele ilkyaz sonları ve yaz başlarında, İstanbul’daki kaldırımüstü kahvelerinde oturmanın (bana göre elbet!) hazzını hiçbir şeye değiştiremiyorum. Son yıllarda Taksim’deki otellerin, ya da Teşvikiye’deki pasajların, ya da Nişantaşı kafelerinde oturup bir espresso içmenin lezzetini yaşamış biri olarak, Ankara’da bunu bulamayacağımı düşünmüştüm ama, fakat ve lakin yanılmışım işte! Çok sevdiğimiz Ankara’daki çalışma arkadaşımız, Arjantin ve Tunalı Hilmi Caddesi’nden oradaki mekanlardan söz ettiğinde; “İstanbul’u aratmayacak” demiş olsa da gidip görene kadar içten bir şekilde inanmamıştım. Fakat inandım artık.. Evet, Ankara’da çekim ekibimizle birlikte çay, kahve içmeye gittiğimiz mekanlarda bir Ankaralı gibi bizler de keyif aldık. Belki de, misafirperverliğiyle, samimi dostluğuyla Ankara muhabirimiz ve oradaki diğer güzel ekiple birlikte olmanın getirdiği bir duygudur hislerim, bu bilemiyorum.. O daracık caddeyi tıpkı İstanbul’un Bağdad Caddesi gibi araba yarışı pistine çeviren görgü yoksunu yeniyetmelere, daracık kaldırımlara park edip, kahvenin önünü, dolayısıyla zaten avuç içi kadar görünen manzarayı kapatmayı marifet sayan otomobil sahibi nevzuhur parababalarına rağmen, gene de o küçük, güneşli ve sevimli mekanlarda oturmaktan sınırsız bir tat aldığımı net bir şekilde söylemeliyim. Bir kentin elbette denizi olmayabilir, ne gam! Ama bir kentin, akşam güneşinde beyaz tentelerini geren zarif kaldırımüstü kahveleri yoksa, o kent, kent değildir, bana göre. Gittiğimizde Ankara’nın sele teslim olmuş hali hariç bulunduğumuz mekanlarında hoş vakitler geçirdik diyebilirim. Bendeniz pek şikemperver yani midesine düşkün biri değilim. Ama gene de insan, Osmanlı-Türk mutfağının yemeklerini özlüyor olmalı buralarda. Örneğin Nişantaşı’ndaki Hünkar, Üsküdar’daki Kanaat gibi lokantalar da olsa daha iyi olabilirdi sanki. Yine, Ankara’da puf böreği yapan bir lokantayı buralarda hayal edemiyorum. Belki de vardır da ben bilmiyorum.. kim bilir? Her ne ise, başa dönelim. Yuşa’ya sormuşlar: “Yahya Kemal’in nesini sevmezsiniz?” Yanıt vermiş: ‘‘‘İstanbul’a dönüşü’ esprisini!’’ demekten kendimi alamıyorum… Kalın sağlıcakla… Notçuk: Ankara’yı anlata anlata bitiremeyen ve gerçek bir Ankaralı olduğuna kani olduğumuz kıymetli çalışma arkadaşımız Selma Hanım kardeşimize değerli zamanını ayırıp ilgilendiği için şahsım ve ekibim adına teşekkür ederim. Sağ olsun, var olsun…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |