"...Ve hepimiz az ya da çok rüyacı değil miyiz!" -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Gerçekten de belli olmaz, hiç önemsemeyeceğimizi düşündüğümüz eski bir roman, hepimize bir ufuk açabilir işin doğrusu tam olarak bu. Mesela “Selma ve Gölgesi” Müeyyet Hanım’ların nohut oda bakla sofa evlerinde bir film şeridi gibi belleğimden geçirince Selma ve Gölgesi’ni Peyami Safa’nın da önemsemediğine tanık oluyorum. Düşünün ki bu eser sırf para karşılığında yazılmış. Hatta yazar, kendi adıyla değil de Server Bedi adıyla kaleme almış. Oysa Selma ve Gölgesi Türk Edebiyatı’nın ilk kadın vampir romanlarından biridir bana göre. Bu özelliği onun ilk gotik roman olmasını da sağlıyor. Hikaye, İstanbul Boğaziçi’nden başlayıp Venedik’te son buluyor. Selma ve Gölgesi’ni bugün bile severek okuyabileceğimi söylesem “Sana öyle geliyor” diyebilirsiniz belki ama ben ısrarla haz duyacağımdan emin olduğumu tekrar söylemek istiyorum. Bundan 7-8 yıl önce Ahmet Ümit’in romanlarını alıp okumaya başlamıştım. Sırf kendisiyle tanışıklığımızdan hemşehrim olmasından ve Taksim’deki ofisine ziyarete gitmişliğimden belki de… Kitaplarını nasıl yazdığı hakkında bilgi sahibi olduğum için eserlerini okumayı canım çekmişti. Sanıyorum Ahmet Ümit bu ülkede “polisiye edebiyat”ın en iyi kalemlerinden biri. Ancak keşke sayın Ümit, döneminin Selma ve Gölgesi’ne kayıtsız kalmasaydı demeden edemiyorum. Hatta kendisine bu romanları hatırlattığımda bu kitaplardan istifade etmediği için üzüldüğünü de dile getirmişti. Her ne ise… Uzun lafın kısası gerek sandık gerekse çekyataltı romanları hiçbir zaman yabana atmayın diyorum! Ben atmıyor, atamıyorum. Bugün birçok eser hala gözümün önünde dolanıp durur. Dün Taksim’te bir sahafa uğradım. Bu sahafın mekanında tavana uzanmış raflarda sıra sıra dizilmiş bir sürü eski romanlar vardı. Romanların hepsi özenle dizilmiş. Tozları alınmış, sırt kısımları yıpranmamış. Gerçek Türk romancılarının eserleri arasında “Handan”ı çok sevdiğimi eski yazılarımda dile getirmiştim. Yani Handan’ı okuyup sevdiğimden de değil; kapağındaki o kızıl saçlı genç kadına ve sisli Londra’ya olan ilgimden kitaba karşı zaafım var. Halide Edib Adıvar’ın romanları da var bu küçük sahafta. Kapağı illüstrasyonsuz, ağırbaşlı Ateşten Gömlek; romandan çok, ince bir hikâye kitabını andıran Yolpalas Cinayeti; kapağı yine resimli Döner Ayna. Andığım üç kitap yan yana yerleştirilmiş, boyuma denk gelen bir rafta göz kırpıyor bana. Ne zaman denk gelsem illaki Handan’ın sayfalarını karıştırırım. Sözcüklerin, söylenenlerin anlamlarını tam çözememekle birlikte, bir şeyler, hüzünler, sabuklamalar, kalp ağrıları bende iz bırakacaktı: “Bütün hislerimde siyah bir perdeye benzer bir ağırlıkla uğraşıyorum.” “Handan, Handan. İşte beni en çok bu isim sarsıyor! Bu Handan benmişim. Fakat ne tuhaf, Handan içimde kaldıramadığım perdenin arkasında gizli.” Boyumun erişemeyeceği başka bir rafta Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanları var. Şıpsevdi, Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç, galiba Utanmaz Adam. Bunlar, yanlış hatırlamıyorsam Hilmi Kitabevi’nin 1940’lardan kalma yayınları zira tüm kapaklar resimsiz, daha doğrusu, hepsinin kapağı bir örnek, ortada Hüseyin Rahmi’nin küçük bir portresi, tabiî her birinin rengi farklı… Kitapevinde kitaplara bakan başka bir kitapsever de Hüseyin Rahmi hayranı sanıyorum. Ben birine uzanmaya çalıştıkça “ben de bakabilir miyim”ler… Kitabı karıştırırken kendi kendine konuşmalarının arasına Hüseyin Rahmi’nin kişilerinden benzetmeler yapıp duruyor. Örneğin filan komşumuz hanım, bilmem ne romanındaki kocakarı olup çıkar, bu benzeyişten, bu benzetmenin neyinden hoşlanıp haz duyuyor bu da benim için ayrı bir merak konusu… Yüzümde zoraki bir gülümseme ile “iyi okumalar” deyip başka rafların yanına geçtim. Bu rafta da tek tük ciltli romanlar var. Arif Bolat Yayınevi’nden Cronin’ler, meşhur Yeşil Yıllar, yine meşhur Pembe Yıllar, hanımların o dönemlerdeki sevgili kitabı Karanfilli Kadın. Zamanında çok sevilmiş olan Cronin’i bugün ne kimse bilir, ne de tanır… Az ilerdeki raflarda da Şaheser Romanlar’ın, Yıldız Romanlar’ın kalın kalın kitapları var. Hepsini gözümün önünde gördükçe ve roman dendi mi, “roman dediğin aha böyle kalın olur” diyesim gelir. Bu kitapların kendine özgü kokusu bazı geceler rüyalarıma girer. Bazen rüyamda, Hüseyin Rahmi’yi böyle kara kuru ama çevik, hareketli biri olarak görüyorum. Eski ahşaptan bir kitaplığın ortasında yazar bir kasanın içini bir şey ararken görüyorum.. Sanıyorum moda olmayan bazı romanların gizli bir hayatı var.. Çekyataltı romanların yurdu, sadece bu sahafta hatırlanmaz elbette. Beyoğlu’nda o kadar çok kitapçı ve sahaf var ki hepsi birbirinden ilginç, birbirinden sevimli, birbirinden güzel. İnsanın buralardan çıkası gelmiyor. Yolda yürürken, İstanbul’a geldiğim ilk yıllarımı düşünüyorum. Marmara Diş Hekimliği’nin, Beşiktaştaki kampüsünde Beyoğlu Kitap Sarayı’ndan aldığım ilk romanın sayfasına 18/5/1998 diye tarih ve imza atmışım. İmzamı, bugünkü gibi okunaksız değil, özene bezene büyük harfle başlayıp son harfin üzerine iki nokta koyarak bitirmişim. Çeyrek yüzyıl önce, Mayıs ortasında aldığım bu kitap, benim kendi başıma seçtiğim ilk romandı! Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Hep O Şarkı”sını çoğunuz hatırlarsınız. Ben onu ilk okul öğretmenim Atilla Tekçe’nin kırtasiye dükkanından bu yana bilir, tanırım. Küçük bir çocuk olmama rağmen öğretmenimin elindeki Yaban kitabını uzun süre çay ve sigara eşliğinde okuduğunu hiç unutmuyorum. Sanıyorum ilk gurbete çıkmış olmanın ruhuma kattığı o garip hüzünle benim de bir Yakup Kadri’m olsun istemiştim. Hep O Şarkı’yı Varlık Yayınları okura kazandırmıştı. Varlık’ın güzelim, eski, cep kitaplarından biri… Arka kapakta, romanı “gerçekten” okumuş, özümsemiş, hakiki bir editörün kaleme almış olduğu da belliydi. Zira tanıtım yazısında: “Yakup Kadri’nin son eseri olan Hep O Şarkı’yı öteki romanlarından ayıran başlıca özellik, vakasının geçen yüzyılın ortalarında geçişidir. Büyük romancımız, şimdiye kadar bize hep bildiği, tanıdığı insanları, muhitleri anlatmıştı. Burada hayalini, yetişmediği çağlara kadar uzatarak, saf ve masum bir eski zaman aşkının çevresinde artık büsbütün tarihe karışmış bir çağın hüzünlü şiirini bize duyurmaya çalışıyor. Ama bu çok şahsiyetli eserin bir başka cephesi var: O çağı yaşamış olan kadınlarımızın nasipsizliğini ve bahtsızlığını da bize kuvvetle duyuruyor.” Arka kapak yazısını, sanıyorum Yaşar Nabi yazmış. Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık dergisinin ve yayınlarının kurucusu, sahibi olduğunu bir dostumdan öğrenmiştim. Varlık Yayınları arasında çıkmış her kitabı dikkatle okuduğunu da yakın dostları gazetelerde yazar çizerlerdi. Bugün, bu özelliği hiçbir yayıncımızda göremeyiz sanıyorum.. Zira herşey bir ticari meta… her şey para… Evet, “Hep O Şarkı”yı yanımızdaki iletişim fakültesinin bahçesinde okurdum genelde. Bizim kampüste kimyasal kokular yüzünden çok fazla duramıyordum. Ya Fulya’dan sporcular caddesinin sonuna kadar gidip Akaretler’de sahil kenarında ya da tam tersi istikametindeki Hilton Otelin oradaki parkta kitabı okumaya çalışıyordum. Günlerce süren bu buluşmalarda kitapla aramda garip bir bağ oluştu. Bu dostluğu bugün hatırlayınca garip bir gülümseme belirdi yüzümde… Romanın o alt başlığı çok çekici gelmişti; “Bir eski devir hanımının defterinden”. Sonra ilk cümlesi yüzünden yazmaya yelteneceğim, sıvanacağım günlere bir örneklik teşkil edecekti; “Meğer roman yazmak ne güç bir işmiş! İşte elimde kalem, önümde defter, saatlerden beri evirip çeviriyorum, iki cümleyi bir araya getiremiyorum.” Ben de getiremedim. Hep O Şarkı belki de gurbette olmanın verdiği ağırlık yüzünden o zamana kadar okuyup da haz duyduğum, keyif aldığım, bağ kurduğum tek romandı. Sözlerinin birçoğunu ilk okuduğumda anlamamış olsam da kitabın gönül penceresinin bana açık olduğunu sezmiştim. Örneğin, “Rahmetli Sultan Abdülmecid’in onuncu cülûs şenliği gecesi dünyaya” gelmiş Münire Hanım ile kampüste tanışmamızdan bugüne, yarım yüzyıla yakın zamandır, anılarla yüklü habersiz bir dostluk kurmuşum. Bu yaşlı, seçkin hanımefendiyle olan dostluğuma hiçbir zaman halel getirip gölgelemedim. Zaten öyle şeyler pek de yapımda yoktur. İşte, Hep O Şarkı’yı okudukça, “Roman” diyordum kendi kendime, “silinip gitmiş, herkesin artık unutmuş olduğu acıları anlatmalı…” Niye peki? Bilmiyordum niyesini, nedenini, nasılını… Başkalarının fark etmediği, hissedemediği acıları yüzlerine çarpmak hoşuma gidiyordu belki de, kim bilir… Kalın sağlıcakla.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |