Güzel birşeyin fazlası harika olabilir -Mae West |
|
||||||||||
|
Küçük, şımarık ama bir o kadar da savunmasız, çaresiz mavi gözlüm benim! İstanbul’um benim! Tuttum nefesimi, direndim vermemek için. Bir aşık gibi baka baka bitirmek istedim seni. Sen ki bir şehir; Sen ki bir ilham, bir ihtiras, bir tutku… Olur muydu Sait Faik, Orhan Veli ve daha nice İstanbul sefili? Olur muydu sen olmasaydın? İstanbul’u dinliyorum gözlerim klapalı… Sonra açıyorum yavaş yavaş gözlerimi, hafif bir rüzgar yalayıp geçiyor yüzümü. Bir tebessüm beliriyor dudağımın kenarında. İçime çekiyorum seni tek nefeste ey İstanbul! Bin bir surat İstanbul! Her semti sanki ayrı bir şehir, sanki ayrı bir dünya. Arnavut köyün mütevazı sahili Etilerin sosyetesi Ortaköy’ün sessiz sıradanlığı, Beyoğlu’nun entelektüelliği, Beyazıt’ın, Eminönü’nün boğan, üstünüze üstünüze gelen çaresiz, yoksul, hüzünlü güzelliği… Ve sen bu şehri sevmediğini söylüyorsun. ‘Boğuyor beni, nefes alamıyorum!’ diyorsun… Mecburen çatışıyor içimde iki aşık şimdi. İstanbul ve Sen! Sen tek nefes alamazken ben tek nefeste içime çekiyorum İstanbul’u. Sana ‘gel benle’ desem, sen bana ‘git hadi’ dedikten sonra…? ‘Gel birlikte boğulalım bu şehirde’ desem? ‘Gel sevişelim yazları bir çınarın altında; Hüzüne boğulalım kışları; Çaresiz bir perişanlıkla ama kalbimizde umutlu bir sızıyla dökülen yaprakları toplayalım sonbaharda; Ve en sonunda Doya doya yaşayalım, doğayla birlikte doğalım İstanbul’a İlkbaharda.’ desem…? Yine tek başıma yollar mısın beni bu şehre? Yoksa acımı, aşkımı, hasretimi, hüznümü paylaşır mısın benimle, burada, bu şehirde? Beni gönderme! Veya sende gel benimle bu dillere destan yere… Gel minareleri sayalım, Sonra yatalım senle, uzanalım çimenlere Ve gözlerimizi kapayıp, bir dilek tutalım. Beklemeyelim yıldızları, onların kaymasını, aceleci olalım biz! Ve inanalım dileğimizin gerçekleşeceğine… Sonra yavaş yavaş açalım gözlerimizi, doğrulalım hafifçe, İstanbul’a bakalım. Hem acıyarak, hem Aşkla! Bu şehir aşksız çekilmez aşkım, Gel Aşık olalım! ‘Hadi git.’ Bu cümleyi kurduğundan beri sen, ruhumun parça parça etrafa saçılmış kırıklarını toplamaya çalışıyorum ben… Tanrım. Nasıl da gönderdin beni… ‘Uyuyamam ki ben bu gece’ dedim sana, bütün masumiyetimle! Bütün çocuksu içtenliğimle, gözlerimi gözlerine dikip, yalvaran bakışlarla ‘beni gönderme’ demeye çalışarak… Seninse yüzünde sabırlı ve olgun bir ifade; ‘Uyursun, hadi git’ demiştin…Ama herhalde acıdın halime ve ‘haklısın, gel doğru düzgün vedalaşalım’ demiştin, uzatmıştın elini. Bu muydu senin aklından geçen doğru düzgün vedalaşma? Eline baktım. O elin yirmi dakika önce benim yüzümde, saçlarımda...O elin benim ellerimin arasındaydı! Şimdiyse sanki yeni tanışmış ve birbirlerinin adlarını bir daha asla hatırlamayacaklarını bilen iki yabancı gibi tokalaşmak için uzatmıştın o elini. Çaresiz bende uzattım ve tokalaştık. Gözlerini kırpıştırıp hafif bir tebessümle ‘iyi geceler’ diyip, dönüp arkanı gittin. Bense orada öylece… Paramparça… Arkandan baktığımı biliyordun. Ama hiç arkanı dönmeden yürüdün o incecik yoldan. Biliyordun belki de, arkanı dönseydin, gelecektim peşinden. Ama bakmadın. Gittin. Bense, yeni açılmış yaramın sıcaklığıyla,sonradan, ilk sıcaklığı geçtiğinde nasıl da canımı acıtacağından habersiz, çaresiz, dönüp arkamı gittim. Bana tanıştığımız ilk gece sormuştun: ‘Ne istiyorsun?’ diye. Kekeleyerek ‘bilmiyorum’ demiştim. Gerçekten de bilmiyordun. Bilsem anlatırdım sana! Öylesine etkilenmiştim senden…Ama o aralar derbederdim. Aklımda sözlü olduğum insanın kırıntıları, parmağımda taşıyamayacağım kadar ağır bir yüzük, elimde ise içinde sadece alkol olduğunu bildiğim bir içecek vardı. O gümüş parçasıyla ne yapacağımı şaşırmış bir halde, gafil avlandım sana! Aslında hiçbir zaman ilişki, sevgi veya mutluluğun peşinde koşmadım ben ama o gelip beni bulmuştu işte.Yaklaşık iki aya varan bir süredir Borayla beraberdim. Başlarda aşk sandığım şey zamanla yerini yavaş yavaş sevgiye, alışkanlığa ve olayların Bora sayesinde hızla gelişmesiyle en sonunda sessiz ama yakıcı bir sıcaklıkla içimde, damarlarımda gezinen bir korkuya bıraktı. Ve en sonunda asla onunla yürümeyeceğimi bildiğim bir yol için ‘evet’ demiştim. Çünkü o aşıktı. Hem de hayatında ilk defa. Bense hayatımda tek saygı duyduğum duygunun önünde boyun eğmek zorunda kalmıştım. Aslında benim Bora’ya hissettiklerim, onun aşkına olan saygımdan ibaretti. ‘AŞK’ Belki de benim zavallı hayatımın tek anlamı. Şimdi geriye baktığımda görüyorum da, geçmişimi aşk için yaşamışım. Bulmuşum, kaybetmişim, harcamışım, sürünmüşüm ama ne yaptıysam onun için yapmışım. Ve inan bana bu uğurda geleceğimi de yakmaya hazırım! Yapma hadi, sende ondan çok çekmişsin! Ne demek istediğimi iyi bilirsin… ‘Aşkın sonu acı bitmeli’ demiştin, ‘yoksa aşk olmuyor.’ Belki de haklıydın…Bilemiyorum. Ama sonu acı da bitse, aşk benim için bu dünyada yaşanmaya değer tek duygu olmuştur hep. Mutluluk, Nefret, Kin, Kıskançlık, Korku, Hüzün…Bilmem neden, hiç biri yaşanmaya değer gelmez bana. Ama aşk öyle mi ya… AŞK Hiçbir üç harf yan yana gelince bu kadar kudretli dökülmez, dökülemez insanoğlunun sefil dudaklarından. Ama öylesine aşk ki; kelimeler yok, duygular var! Görmek var, koklamak, tatmak, Nefesini duymak, Dokunmak var, çılgıncasına dokunmak… Kelimelere ise yer yok, gerekte yok aslında. İki insan birbirine aşıksa sıradan insanların iletişim aracı olan zavallı seslere ihtiyaçları kalmamış demektir. Hissederler ancak… Ya diğer duygular? Onlarda çoktan boyun eğmiş ve mekanı terk etmişlerdir aşkın önünde. İşte bu yüzden ben aşkın bir ilişki olarak yaşanabileceğine inanmadım hiç. İlişkinin temelini oluşturan sıradan duygular yok oluyor çünkü aşk var olunca… Aşk bir hikayedir bitanem. Başı sonu belli olmayan bir hikaye… Başı belli değildir çünkü, o insanı hep tanıdığını yalnızca yeni bulduğunu bilirsin. Sonu belli değildir çünkü onu sonsuza kadar düşünürsün, yaşatırsın kalbinde. İşte bana ‘ne istediğimi’ sorduğun o akşam bunlar vardı aklımda. Bunlarla birlikte aklımda yüzlerce soru ve nerdeyse taktığım parmağımı kırmak üzere olan bir yüzük…Tam o sırada gözüm senin parmağına takıldı. Parmağındaki yüzük nedense beni hiç etkilemedi, şaşırtmadı. Ne üzüldün, ne de herhangi bir düş kırıklığına uğradım. Sadece hafifçe gülümseyip ‘evlisin?..’ dedim. Sende ‘evet’ dedin. Sende gülüyordun. Bilmem, belki de tepkime şaşırmıştın! Daha sonra konuşmaya devam ettik: ‘Sanırım aldatmak istiyorum. Çünkü Bora’ya olan duygularımdan emin değilim ve açıkçası bu yüzük taşıyamayacağım kadar ağır, zaten o yüzden takamıyorum onu. Ama görüyorum ki sen takıyorsun. Demek ki hala içinde bir yerlerde senin için önemli bu evlilik, hala bir şeyler hissediyorsun beraber olduğun kişiye karşı.’ ‘Yanılıyorsun!’ demiştin gözlerimin içine bakarak ve yavaşça elini kaldırarak devam etmiştin: ‘Ben parmağımda bununla aldatıyorum. İstersen iğrençsin de bana istersen pisliğin tekisin de! Ama bu yüzük o kadar umurumda değil ki, aldatırken bile hissetmiyorum. Fakat sen takmıyorsun, takamıyorsun! Bu hala o yüzüğe karşı bir sorumluluk hissettiğini gösterir.’ ‘Belki de…’demiştim, kendimi boşlukta hissederek. Biliyor musun, aslında ilk anda hiçte dikkatimi çekmemiştin. Sadece eğlence olsun diye, ben sizin guruptan Zafer’le takılıyordum. Hani şu son gece ‘kalbi kırılmasın’ diye, uğruna benimkini paramparça ettiğin Zafer…Senle ise aramızda sadece uzaktan ve soğuk bir gülümseme vardı. Hepsi bu. Ta ki o geceye kadar. Bütün bunları konuştuktan sonra bazı şeyler değişmişti, biliyordum… ‘Benim için geldin!’ Hatırlıyor musun, bunu bana o gecenin sonunda söylemiştin. Bizi Esen, senin en yakın arkadaşın, çakmağınızı unuttunuz diye yoldan geri çağırdığında mızmızlanmıştım bende, ‘Bizi buralara kadar bunun için mi çağırdın Esen ya, yarın versen olmaz mıydı?!’ demiştim, suratımı asarak. ‘Benim için geldin!’ demiştin sende, sadece benim duyabileceğim şekilde fısıldayarak. Hafifçe üzerime doğru yürüyerek yavaşça belimden kavramıştın. Ve o anda ne olduğunu biliyordum. Bu duygu çok tanıdıktı… ASK! Sana bir şey söyleyeyim mi? O gece içime aşk düşeceğini biliyordum. Hatta Duyguya bile söylemiştim: ‘Duygu, bu gece içimde garip bir his var!’ demiştim. Duygu şaşırmış, gözlerini açarak ‘Nasıl yani, ne gibi bir his?’ diye sormuştu… ‘Ne bilim, bir his işte…Sanki bir şey olacak bu gece.’ Bal gibi de biliyordum aşk düşeceğini içime. Ben böyleyimdir zaten, hissederim aşkı. On metre öteden alırım kokusunu. Nitekim o gece de yanılmadım. ‘Benim için geldin.’ Bu cümlede yanılmadığımın en büyük kanıtıydı işte. Ertesi gün biraz afallamış gibiydim. Seni görünce ne yapacağımı, nasıl davranacağımı kestiremiyordum bir türlü. Sen yine sabah, uzaktan şöyle bir gülümseyip gidince, olduğum yerde kala kaldım. Bana karşı bir şeyler hissettiğini sanmıştım dün gece, oysa şimdi hiçte öyle bir halin yoktu. Kendimi küçük aptal aşık gibi hissetmiştim. Ben bütün gecemi, hatta sabahımı seni ve dün geceki konuşmaları düşünerek geçirmişken, sabah senin o bildik uzak ve soğuk gülümsemen beni yeryüzüne geri indirdi. Bocalamış, afallamış, şaşırmış ve sanırım biraz da sinirlenmiştim! Ve galiba sen de bunu fark etmiştin. O gece barda hep dördümüzdük. Sen, ben, Esen ve Duygu. Ben kendimi bir türlü sana bakmaktan alamıyordum. Gecenin ilerleyen saatlerinde, yine göz göze biz senle… Ben artık eminim; aşık oldum! Ya sen? Sen bir anda gözlerini gözlerimin içine dikip yavaşça yürümeye başlıyorsun, tuvaletlerin oraya gidiyorsun ama görüyorum tuvalete girmeden dümdüz ilerliyorsun ve karanlık amfiye doğru yürüyorsun. Tam amfiye girerken, uzaktan dönüp bana bakıyorsun, ve tekrar dönüp ilerliyorsun. Bense ne müziği duyuyorum, ne de diğer insanları görüyorum…Beni çağırdığını anlıyorum. Kimseye hiç bir şey söylemeden, Kalktım. Gittim. Hiç düşünmeden… Sense amfi tiyatroya oturmuştun, hiç tereddüt etmeden ben de yanına oturdum. Kafanı kaldırmış yıldızlara bakıyordun, bende sana katıldım. ‘Hiç aldattın mı?’ Yavaşça döndüm, gözlerimi bütün yüzünde gezdirdim ve ‘evet’ dedim, oysa biliyor musun ben o güne kadar hiç aldatmamıştım…’Ya sen?’ diye sormuştum sana, cevabını adım gibi bilmeme rağmen. ‘evet’ dedin, ‘hem de pek çok kez…’ Fakat nedense konuşmadık o gece, sadece birbirimize baktık. Sonra yavaşça kalktık yerlerimizden… Önce sen çıktın, Sonra ben… Gene ben ve aklım, Gene aklımda soru işaretleri, uyuyamadım o gece. Son gecemi, o amfi tiyatroyu, tiyatronun sahne arkasını anlatmayacağım ama...Anlatamayacağım belki de. Kelimelere sığdırmaya içim elvermiyor belki de…Ama sana yalan söylememiştim o gece ‘Dokunmayı, dokunulmayı pek sevmem aslında’ derken…Gerçekten oldum olası pek haz etmem başka bir tenin benimkine değmesinden. Ama AŞK işte… Demek dakikalarca bir insana dokunabiliyormuş, demek bu kadar kolaymış, bu kadar muhteşem… Bunları sana söylediğimde, gülümseyip ‘Bana aşık mı oldun?’ diye sormuştun. Sustum. ‘Yıldırım aşkı olsa gerek!’ dedin sen tekrar gülümseyerek. Sonra; Sonra çıktık o amfiden. Önce sen, sonra ben… Ve sen dönüp arkanı, Yürüdün o ince uzun yoldan… Bense senin arkandan; çaresizce, yalvaran gözlerle, ‘Gitme!’ dercesine… Sen ise soğukkanlılıkla ‘Git hadi’ dedin. Gittim. Ama biliyordum bu, bu hikayenin sonu değildi. Öyle işte, hissederim ben, o gece de hissetmiştim yine…Bu senle benim sonum değildi, o yüzden içim rahat, dönüp gittim. ‘Git’ dedin… Bende sana geri gittim. Cesaretimi, inançlarımı ve AŞK’ımı aldım yanıma bu sefer, yalnız gelmedim. Belki de sadece kendi kafamda kurduğum hayallerin peşine geldim buralara… Ve şimdi yanımda oturuyorsun. Merak ediyorum, kilometrelerce uzakta, seni sadece yanımda oturuyorken hayal ettiğimde şimdikinden daha mı yakındın bana? Diğer yanımda oturan Esenle konuşurken yüzünü inceliyorum. Saçlarını, gözlerini, tenini…çok özlemişim! Ama sen dikkatlisin, bana değmemek, temas etmemek için özen gösterdiğin belli! Ne garip, benim dokunabildiğim, dokunmak istediğim tek insan bana dokunmamak için özel çaba sarf ediyor. Daha sonra kalkıp gidiyorsun… Seni gecenin ilerleyen saatlerinde görüyorum, benle konuşmuyor, bana bakmıyorsun bile. Belli; çok rahatsızsın burada olmamdan. Ve çokta şaşırmışsın geri gelmeme. Fazla uzatmadan, seni rahatlatmak ve kendime de daha fazla acı çektirtmemek için yorgun olduğum bahanesiyle odama gidiyorum. Odam; senin bana ‘git’ dediğin, ince uzun yoldan geçiyor. Tam o noktada durup gözlerimi kapıyorum. Ağlamak için her şeyimi verebilirim fakat olmuyor. Çaresizlik içinde odama gidiyorum. Ruhumda, içinde bir yerlerde acı öylesine büyük ki, onunla ne yapacağımı bilemeden öylece oturuyorum bütün gece, uyuyamıyorum…Oysa ki bunlar benim düşlerim değildi, şu anda yalnız olmamam gerekiyordu…Bu işte bir yanlışlık var, bu benim hayalini kurduğum ‘dönüş gecem’ değildi! Ertesi sabah biraz daha kendimi toparlamıştım ve beklentilerimi, hayallerimi yok etmekle uğraşıyordum. İşte o anda tanıştım onunla… SUN Hollandalı bir güzel. Yaşıtımdı ve dünyalar tatlısı bir kızdı. Tam zamanında yetişmiş, bir anda adı gibi ısıtmıştı ortalığı. Bu yüzden ben ona kendi ruhumdaki fırtınalardan hiç söz etmedim bile. Nerden bilebilirdim ki… O gece, ben ve Sun birlikteydik. Dans ettik, konuştuk, içtik…Çok geçmeden bizi tanıştıran Esen geldi ve ardından da sen…Yavaşça yanıma yaklaştın, o kendine özgü yarı alaycı, yarı ciddi tavrınla ‘ne o, şimdide benden kaçmaya mı başladın?’ diye sorunca baya bir şaşırttın beni. Ben mi kaçmıştım? Ben mi yok sayıyordum seni? Aynı çocuksu masumiyetimle sana ‘Kaçmıyorum ki…’ diyebildim. ‘Neden aramadın o son telefon konuşmamızdan sonra?’… ‘Çünkü- çünkü aramamamı söylemiştin…!’ Gülümsedin…ve sustun. Bütün gece hep birlikteydik fakat benim gözümden senin Sun’a olan ilgin kaçmadı…İnan çok uğraştım, görmemeye çalıştım ama olmadı, fark ettim işte!Fakat bu bir süre sonra aramızda küçük bir oyuna dönüştü. Sen ona yakın davrandıkça, bana dönüp bakıyor ve benim şaşkınlıktan ne yapacağımı şaşırmış, gözlerim fal taşı gibi açılmış halimi görünce pek bir eğleniyor, kahkahalara boğuluyordun. Bense en saf halimle, ne yalan söyleyeyim, bütün bunları beni kıskandırmak ve biraz eğlenmek için yaptığını düşünüyordum. Gece ilerledikçe sen bana ‘Hadi git odana, geç oldu, yarın görüşürüz’ diyorsun… Bense merak ediyorum, beni göndermekten ne zaman vazgeçeceksin? Ve ben tekrar o ince uzun yoldan odama… Tek başıma… İçimde o çocukça, zavallı ve masum umutla birlikte giriyorum yatağıma bu sefer. Ben gözümün önünde senle, başımı yastığıma koyarken… SEN… SEN onunla… Ellerin, dudakların onun yüzünde… Tam bir Türk filmi gibi değil mi? Ertesi akşam ben içimden sızan umutla geceye hazırım. Sun’da öğle… Ama bana anlatması gereken şeyler varmış…Hem de en ince ayrıntısına kadar… Garip olansa her şeyin aynı oluşu. Aynı senaryo… Önden o gidiyor, sonra sen… Ve amfi… Ve sahne arkası…Tek değişen kadın oyuncu! Dayanamayıp soruyorum ‘Peki ne konuştunuz?’. ‘Hiç.’ diyor, ‘konuşmadık.’. Gülümsüyorum. Yok valla ona değil, aptallığıma, masumiyetime, körlüğüme gülümsüyorum. Gülümsemem de bir annenin kızına duyduğu şefkat var. Sanki biz seninle kapkaranlık bir odada yakalamaca oynuyorduk, sonra içeri Sun girdi ve adına yaraşır bir şekilde ışık getirdi. Ben de senin aslında o odada hiç olmadığını, bunca zaman kendimle körebe oynadığımı fark ediyordum. Akşam, seni konuşmak ve vedalaşmak için çok dostça bir ifadeyle on dakikalığına yanıma çağırıyorum. Biliyorum son konuşmamız olacak, son kelimelerimiz… Gülümsüyorum. Kocaman hem de… Dayanamayıp soruyorsun ‘Ne oldu?’ diye. Ben de dayanamıyorum artık ve soruyorum ‘Neden?’ diye. ‘Neden yıkıyorsun inançlarımı, neden illa taktın kafanı pembe dünyama, tutturdun yıkıcam onu diye?’ Herhalde kendini suçlu hissediyorsun, en azından bir açıklama yapma gereği duyacak kadar…: ‘Biz hiçbir zaman birlikte olamayız. En başta ben…ben evliyim.’ ‘Peki bütün bu kızlar… Bu oyunlar, duygusuz aldatmalar?’ Ve senden sonunda o midemi bulandıran, her şeye son noktayı koyan cümle geliyor! ‘Mutluluk arayışı…’ Donup kalıyorum! Böyle mi aranıyor mutluluk? Her gece adını sabaha hatırlamayacağın, insanlara duygusuzca dokunup sonra elindeki yüzüğü kalkan gibi kullanıp, onun ardına saklanmak mı mutluluk arayışı? Mutluluk aranır mı? Zannetmem… Mutlu olmaya kara verilir ancak! Ve insan öyle mutlu olur. Mutluluk başkalarının etlerinde değil, kendi içinde aranır! Bunları sana açıklamak istiyorum ama gücüm yok. Artık ikimizde dün gece neler olduğunu bildiğimi biliyoruz… Ama sen konuşamıyorsun. Meğer sandığım kadar cesur olmadığın gibi, dürüst ve açık sözlü de değilmişsin. Gözlerimin içine bakıp ‘çok garip bir kızsın sen.’ diyorsun. Artık söylenecek söz kalmadı… Konuyu değiştiriyorsun, çok değil üç-beş dakika sonrada gidiyorsun başka bir masaya. Yaklaşık bir saat sonra da tek başına ayrılıyorsun oradan. Kimseyle konuşmadan, hoşça kalın bile demeden. Bu sefer biliyorum, bu sefer bu seni son görüşümdü. Sen arkanı dönmeden yürümeye devam ederken, ben de önüm dönük gülümsüyorum kendi kendime… Şimdi ne mi olacak? Anlatayım… İstanbul’uma geri dönüp acımı orada iyileştireceğim. Bu tanıdık bir acı, biliyorum. Aşk acısı… Şu anda çok yeni, taze, kanayan bir yara halinde duruyor ruhumda. Ama artık onu nasıl tedavi edeceğimi biliyorum. Acımı saklamadan, ondan utanmada yaşayacağım onu. Ama abartmadan. Olduğundan daha derinmiş gibi göstermeden. Onu olduğu gibi yaşayacağım. Üstünü kapatmayacağım onun, bantlarla sarmalamaya çalışmayacağım. Biliyorum çünkü, bu sadece yaranın iyileşmesini geciktirecek. Deşmeyeceğim de onu… Yara tam kapanmak üzereyken geçmişin pis tırnaklarıyla yarayı oymayacağım veya kimsenin onu oymasına izin vermeyeceğim. Ve bir sabah- diğerlerinden farksız herhangi bir sabah, uyandığımda bir değişiklik hissedicim. İlk önce anlamayacağım ne olduğunu sonra yaramı elleyeceğim ve hafifçe gülümsicem kendi kendime. Yaramın kabuğunun düştüğünü anlayacağım… İzi duruyor ama olsun! Her insan ruhunun bir yerlerinde geçmişten izler taşır değil mi? Ve zamanla biliyorum ki o iz de silikleşecek. İşte bu yüzden zaman en iyi ilaç. Bir merhem gibi yaranın üzerine sürülmesi gerekecek. Ve sen… Büyük bir ihtimalle bir daha ne konuşacağız, ne de görüşeceğiz. Sen beni çoktan unuttuğunu zannetsen de bazen, istemeden de olsa aklına geleceğim. Rahatsız olacaksız, atmaya çalışacaksın beni aklından! Ama merak etmeden de edemeyeceksin, ne yapıyorum acaba? Yıkıldı mı o pembe dünyam en sonunda? Yoksa hala umutsuzca ve olanca masumiyetimle inanıyor muyum saf AŞK’a? İnanıyorum bitanem… İnanıyorum! Çünkü insan oğlu var oldukça, aşk’ta var olmaya mahkum… Onlar birbirinden ayrı yaşayamayan ama birbirini de bulunca öldürmeye çalışmadan duramayan iki kardeş gibiler… Sen ve ben…Ve nicesi gibiler.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Güneş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |