..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Hata! Klavye bağlı değil. Devam etmek için F11'e basın...
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > Yaşam > Simavna Mogan




18 Aralık 2004
Yeni Gezerden Yazılar - 1  
Simavna Mogan
Yola koyulmak hep cazip gelir bize. Her nereye doğru koyulmuşsa insan… Gitmek belli ki bir eylem, bir yapma’lar toplamı. Bir duygu da sayılmaz mı? Bir yaşanış, bir hal? Yalın bir hal mi? Hayır. Yalın halde bir şey yapılmaz, durulmaz bile, var


:AHDD:


YENİ GEZERDEN YAZILAR-1

                              Simavna Mogan

Yola koyulmak hep cazip gelir bize. Her nereye doğru koyulmuşsa insan… Gitmek belli ki bir eylem, bir yapma’lar toplamı. Bir duygu da sayılmaz mı? Bir yaşanış, bir hal? Yalın bir hal mi? Hayır. Yalın halde bir şey yapılmaz, durulmaz bile, var olunur sadece. Yolculukta en çok, ismin –i,-e,-de,-den halleri ile konuşulur -dilden sezilir ne de olsa. Gitmek; bir şeye yönelme ve arzulama, bir şeyi belleme ve isteme, bir yerden ayrılma-çıkma, bir yerlerde bulunma halleri ve benzeri haller toplamı.
Yola koyulmak, öncesi sonrası ayrılamayan bir tutku, ne ara beslenip nerede yeryüzüne taştığı seçilemeyen bir nehir. Aktıkça ve taştıkça kendisiyle beraber, doğduğu mekanı da uzaklara taşımakta… Bizi.
Kişi kendi nehrinin peşinde yürürken, doğasının nerede nasıl kıvrıldığını, renklendiğini, büküldüğünü ve döküldüğünü izler gibi, şaşkın… Kişi, yürüdükçe süregiden ve başka mecralarda kıvrılıp dolanan nehrinin peşinde… Eğer öyleyse, yürümek ve izlemek bir karşılaşma, tanıklık aynı zamanda kendinden doğanın alametlerine. Ben böyle diyeceğim en azından.
***
Grupla yola koyuluş, saat 7 iken… ( ki ben bir önceki akşam grubu keşfeden dostuma “sabah uyanan diğerini arasın” demişken) 7’de arandım, uykudaydım. Böyle sabahlarda hatasını bilen bir çocuğun yakalanmışlığıyla zıplarım yerimden, yataktan.
Kısa konuşmanın sonunda, “Yaa!...Uff!.. Beklemezler mi? Tüh!... Neyse demek kısmet değilmiş.” diye söylenerek kapattım telefonu.
Yola çıkmak kısmet işi. Her iş gibi. Yoksa fallarda kapalı çıkmazdı yollar, çıksa da fal baktıran şaşırmazdı “Yaa! Bak gidemiyormuşum demek.” diye. Yolumun ağzına telveler yağdı ya bir an, sanki çıkışına hafriyat yığıldı ya… Silkindim. “Iıhh! Gidicem ben, biliyorum.” deyip tuvalete koşturdum. Tekrar telefon: “Şoför diyor ki, eğer E-5’e gelirsen hemen…” Hemen? Hemen. Çünkü günlerdir bunun için hazırlanıyorum, alış veriş yaptım o kadar –hem de hiç gereği yokken (ben öyleyim)-; hem güneş gözlüğü aldım –eskisini dişçide unutmuştum, bir yıldır kırpış kırpış bakıyordum gündüz gözüne-; hem spor sutyeni aldım –kabındaki kadının havalı tenisçi pozuna rağmen-; sonra söz verdim birine ve kendime zirvede havayı koklamak üzere; çünkü söz verdim havayı koklamak ve aldığım kokuyu söze/ kendisine/kendime adamak üzere…
Servisteyim. Tek geciken ben olmadığımdan ve yoldan insan toplama adetinin yürürlüğünden; uyuyakalıp insanları bekletmiş huzursuz, sorumsuz tip damgası vurmuyor bakışlar bana, ilgisizler.
Arkadaşım takılıyor “Demek uykucusun ha!” “Şey bazen…”
Şoför feribotta çay servisi yapıyor termosundan, alışık olanlar dadanıyor tepesine… Ben kenardan aç, utangaç kediler gibi bakıyorum, dilengen ve sürüngen sokuluyorum. Nihayet davranıyorum, başkan dedikleri sevecen adamın dağıtan elindeki bardağa, dağıtılanın gönüllüsü olmaya:
“Ah son çay mı? Elinizden mi alıyorum? Kendinize miydi yoksa? Emin misiniz?” (Pişt! Kenara çekil kızım, hadi al çayını git, bunaltma kimseyi pişt!)
Sonra otlu peynir kasesi çıkarıyor şoför. Tanrım adam bir melek. Evet bu adamdı taksici bozuk yok deyip, siftah yapmakta olduğundan bahsederken, 5 milyon para üstü veremeyeceğini “bozuk yok” diye açıklarken, gelip kahraman gibi, açıp kapıyı, “Ne kadar tuttu?” deyiveren kahraman. Orta boylu, bıyıklı, göbekli, kalın dudaklı Necip Bey. Şimdi kahvaltı yapmamış kediyi çaylarla, otlu peynirlerle besliyor.
“Ah ne iyi oldu sabah sabah!”
“Al daha al!”
Gene süzüle süzüle sokulmuşum ortama. (Pişt, kenara bakalım, hadi kedi! Yeter o kadar, al da git!)
Tanrım daha feribotta bölündüm. Kendimi kovalıyorum mekânımdan. Yol bütünlük ister, öyle olmalı. Tadını çıkar kedicik. Felsefelerine gömül, denize bak.
“Denize bak!”
“Aaa deniz yıldızı bu mu? Canlı mı? Deniz anası hareket ettiğinden mi halkalar yapıyor?”
Akşam dönünceye kadar, merakla her şeyi dinlediğimden ve sanki zaten hiçbir şey bilmezmişim gibi olduğumdan ve durduğumdan, önüne gelen bana sağı solu anlattı, anlatacaktı. Daha feribotta belliydi, günün bir çömezi. “Bak mağaralar bunlar?” “Bak sis!” “Bak kekik.” “Bu başka kekik.” “Bak hepsi kekik!” “Bak su deposu.” “Bak baton” “Bak inerken…” “Bak çıkarken…” “Bak wolfram” “Bak wolfram filizi” “Bak küçük zirve” “Bak büyük zirve” “Bak zirve taşı.” “Bak çarşak dediğimiz bu”
Tabi ki feribottayız ve tabi ki hedef: Uludağ Büyük Zirve!

***

Şoför bizi arabayla çıkarabildiği yere kadar çıkarıyor. Toparlanıyor insanlar, yola hazırlanılıyor. Ayakkabılar değişiyor, ba(s)tonlar çıkıyor, bandanalar sarılıyor, sular çantalara sokuluyor, fotoğraf makineleri ve hatta ayaklı fotoğraf makineleri sırtlara çıkıyor (Tanrım teçhizat!). İlginç çantalar taşıyor bu insanlar. Arkadaşım şalını kafasına bir sih gibi dolamış, özgün otantik bakınıyor. Ben, bundan sonraki yürüyüşlerimde kafama ne takacağımı onu görünce anlıyorum.
“Nasıl bağladın? Anlat nolur.”
“Bir şey yok, sardım, bak böyle.”
İnsanlar şak şuk sesler çıkartıp teçhizatını donanırken benim aklımda aynı soru: pembe pantolonumu mu giysem? Sanki daha uyumlu griyle, bu pantolon hacılarınkine benziyor.
Wolfram’a kadar duraksız yürüyoruz. Biz arkadaşımla kaptırmış nefesimizi dinlerken, bir başka çömez sokuluyor yanıma: “Konuşursak daha mı çok yoruluruz?” Tanrım yalnız değilim!
Wolfram’da tempolu yürüyecek olanlara Büyük Zirve’yi, ağır ve kısa yürümek isteyenlere Küçük Zirve’yi öneriyorlar. Arkadaşım botu ayağını dişlediğinden ve çorabını yediğinden Küçük Zirve grubuna ayrılıyor. Öbür çömez bana sokuluyor, bir çömezi yoldaş bellemiş:
“Hangisine gidelim?” Hımm… Daha yarım saat yürüdük ve “biz” adına karar vermem gerekiyor.
“Büyük Zirve! Bunun için geldik. Beceremezsek yarısında kalırız, ama en azından hedefimiz ve biz…”
Bu arada gayet iyi gidiyorum. Arkada kalmamaya uğraşarak, kendimle cebelleşiyorum yolda. En arkada kalmamalıyım. Kendimi ev kedisi gibi hissederim yoksa. Hımbıl, hantal, fareye tenezzülü olmayan. Öbür çömez fark eder etmez, tavrımı kendini kanıtlama isteği olarak tanımlıyor. Olabilir. Ben ev kedisi değilim. Savaşçı kediyim. Bir komando kedi. Kendimi talimde tutuyorum. Konuşulanları dinliyorum, arkadan gelirsem insanları duyamam. Hepsine kulak misafiri oluyorum. Hatta bazen paldır küldür giriyorum laftan içeri.
“Zaçmak ne?”
“İz açmak, zaçmak değil. Karda yürürken sırayla önde iz açılır.”
“Hımm…”
Tabi çok sağlıklı duyamıyorum her zaman.
“Öbür batonunuzda niye çiçek yok?”
“Kar paleti adı, düştü, yapıştırmadım.”
40 dakika ya da 1 saat geçiyor mola veriliyor. Bir şeyler atıştırıyoruz. Su içiyoruz.
İkinci molada rehbere “Ben önden çıkayım mı?” diyorum. Arkadaşım demişti oysa, rehberin önüne geçmemek gerekir, diye. Biraz nükteli, hafif sivri “siz bilirsiniz, eğer biliyorsanız yolu, ancak…” Kötü bir niyetim yok oysa… Hani biraz hız olsun, öndekilerin sohbetini dinleyeyim, molaya erkenden gireyim cinsinden bir işgüzarlık. Herkesin toplanmasını bekliyoruz. Çok geçmeden, birlikte yola koyuluyoruz. Yokuşu çık çık çık, azıcık in in in, düzde yürü yürü yürü. Yokuşlarda öbür çömez sesleniyor. “Beni beklemedin, sen savaşta satarsın adamı, beklesene.” Onu rehbere şikayet etmekle tehdit ediyorum. Psikolojik baskısına, tehditle cevap veriyorum.
Grubun temposu belli olduğundan ve önden belirlenmekte olduğundan, doğaya en rahat molalarda bakabiliyorum. Zaten yokuşlarda durup çevreye bakayım dediğim zaman, kafamla beraber bedenim hafifçe boşluğa yatıyor, irkiliyorum. Çünkü boşluk beni fazla tutamaz. Bulutların gölgeliği, göğe yaklaşma hissi. Tanrım Babil Kulesi işçilerinin kıvancı doluyor içime, bari benim de dilim-elim-ayağım dolaşmasa. Yoruldukça neşem artıyor, içimden söylenmeyi kesiyorum demek ki, zihnim boşalıyor, dilime vuruyor. Gülmelerim artıyor. Afyon gibi bir iş bu. Detone sesimle, ayaküstü-bestelerime yenisini ekliyorum: “Göğe çıkıyoruz / az kaldı / Göğe yaklaştık / birazdan ordayız / bulutlara çıkacağız” Gülüyor insanlar, benim bestelerimin bir özelliği bu zaten, gülünçler.
Gördüğümüz herkese “merhaba” diyoruz. Der demez karşılıklı gülümsüyor insanlar.
Taşlık bir yolda, yürüyoruz. Hızıma hız katılıyor, zıplamak istiyorum adeta. Yüksek bir yamacı yanlamasına geçiyoruz. Bileklerim eğiliyor, yanlış mı basıyorum ki? Molalar: tıkınma, sulanma, söylenme, soluklanma durakları. Bir de arkadan gelenleri bekliyoruz. Beni bekliyorlar biraz ama, ben de bekliyorum gelenleri: Yaşasın!
Öbür çömez önce kafası belirerek, sonra hızla inip kalkan göğüs kafesi gözükerek, bize bakıyor yarı beline kadar çıkmış. Soluk soluğa, sesi kısılmış bir şey söylüyor: “Beni beklemedin.” Gülüyorum.
Molalarda çabuk dinleniliyor. Bir çift var grupta, gezmeye gelmiş gibiler, sanki sahilde gün batımı izliyorlar, gülüşmeler, oynaşmalar… Erkek habire yiyecek bir şeyler istiyor, kız gülerek oburluğundan yakınıyor. Tanrım bunlar molada ve yolda –her daim- piknik yapıyorlar. “Hepsini bitiriyorsun, yukarıda ne yiycez?” diye yüzünü buruşturuyor kız gülücüklerini saklayarak. “…yukarıda ne yiycez?” Çıkarıyor veriyor sonra.
“Bu arada rehbere iki kez üstümü değiştireyim mi?” demişim ben. Adam anlamsız gelen soruma hayretle bakarken, kafamın karışıklığına acımış da sakin sabırlı anlatırmış gibi söylüyor öğütlerini… İki değil, üç. Üçüncüsünde artık zirveye çıkmıştık.
Önce sesimi çıkarmadım. Zirve gibi gözüküyor olabilirdi. Tamam yakınlarda yüksek başka bir yer yok. Olsa bile bir dağın zirvesine bir dağın zirvesinden inip varacak da değildik. Hem herkes yayılmıştı bile… Yine de yan gözlerle rehbere baktım, adam “geldik arkadaşlar, zirve burası” diyene kadar ağzımı açmadım. Daha zirveye var dense de yadırgamayacaktım. Ama gelmiştik işte. Havayı koklayabilirdim artık, nefesimi düzenleyebilirdim. Yemek yiyebilirdim, bir sürü şey yiyebilirdim, sularımdan birini bitirebilirdim. Etrafa keyifle bakabilirdim. Bir sürü soru sorabilirdim. Hem yolda deneyimli bir kulüp üyesine “Zirvede çok duracağız, değil mi?” diyordum. O da “Evet” diyordu. Ben “Söz değil mi?” diyordum. Evet, insanlar yiyeceklerini çıkarmışlardı, üstlerini değiştiriyorlardı. Ben de nihayet ıslak tişörtümden kurtulmuştum. Burada epeyi duracaktık.
Rehber gölleri gösterdi, “Bakın biiir, ikiiii, üç göl var.” Derken birden sis indi dağın bir tarafı sisin içinde kaldı. Göller de sisle boyandı biraz. Öbür çömez göl tuttu: “İkinci çok güzel.” Artık bulutlara yaklaşabileceğimiz kadar yaklaşmıştık. Daha gidemiyorduk. Ve biraz da gök iniyordu bize. Sisin şu anda başka ne anlamı olabilirdi ki… Ya da o kadar şarkıdan sonra başka ne uydurulabilirdi ki doğaya… Ne yakıştırılıp çekiştirilebilirdi ki daha iyi…
Güneş yaladı az sonra; sıcak dilini ve tüm tükürüklerini salarak üstümüze. Zirvedeyiz. Sis kıvrım kıvrım. Dayanamadım sis dansı yaptım. Ayaklarımın üzerinde yaylanıp, ellerimi yumruk yaparak. Her yandan baktım doğaya. Biz tırmandıkça, canlılar azalmıştı. Alıştıra alıştıra vazgeçmişlerdi canlılar yukarılardan. Rehber birinin sorusuna cevaben “yüksek göllerde canlı olmaz” diyordu. O başka bir isim kullanıyordu, yüksek göl demiyordu sanırım. Kuşlar vardı tabi.
Nefesim sakinleşmiş, karnım doymuş, sırtım ısınmıştı. Şimdi yol boyunca yaptığım ve zirvede yapmak için kendime söz verdiğim şeyi bilerek ve ciddiyetle yapmaya başladım. Havayı koklamak ve derin nefeslerle doğanın salgılarını taramak. Sis kokusu, ütü kokusu, ütü kokusu, soğuk kokusu, ütü kokusu, kokusuzluk… Uzanıp derin nefeslerle, tanık olmak sonra. Burası yaklaşık 2500 metre. Benim doğduğum rakımın 2500 metre yukarısı… Çocukluğumun yayıldığı sokakların, üniversite dönemimin serpildiği iskelenin, ilk evimin, ikinci evimin ve üçüncü evimin, ilk işyerimin, tüm yaz tatillerimin…
Küçük bir doğa gezintisinde coğrafya öğretmeni arkadaşım büyükçe bir taşı göstermişti ayağıyla, organik ve inorganik taşları anlatmıştı. Binlerce yıllık başkalaşmalar, taşlaşmalar, oluşum… Şimdi dağın tarihini bilmek istiyor bu çömez. Dağı katman katman ellemek. Koku dağın içindeymiş gibi söküp almak içine ve daha becerikli daha ustaca tutmak sözünü. Çömez bunu düşünebiliyor sadece, belki çokça düşündüğünden tanıklığı yetmiyor kendisine; ki sözüne yetecek. Çömez çömezliğine veriyor kendini hoş görüyor.
Boşluk duygusu, yükseklik duygusu hoşuna gidiyor çömezin, rehber sesleniyor “uçlara yaklaşma oralar çarşaktır.” Çömez üç kez tekrar ediyor, heceliyor. “çarşak, çar-şak, çaaar-şakkk” Hoca her seferinde onaylıyor, kafasını sallayarak. Fotoğraf çekiliyoruz. Rehber ona hoca dememizden hoşlanmıyor. Nükteli ve sivri “hoşlanmıyorum hoca demenizden, ben o kadar usta değilim.” diyor.
***
Dönüş yolunda batonları denemek, demir bileşiği taşları tepelemek, mermer taşlara hayranlıkla bakmak, kekiklerin her tipini koklamak ve toplamak, eğilip çiçekleri kokusuna göre ayırmak için kullanıyorum güzergahı. Öbür çömez bir süre arkamdan takip ettikten sonra önde gitmeye alışamayıp beni bekliyor. “Geride kalmaya başladın”, diyor.
Değişik mesleklerden, ilgilerden birçok insan… Kiminle sohbet etsek ayrı şeyini gösteriyor yolculuğun. Mağaraları başkası gösteriyor; buzulsu karları başkası, uzun yıllardır durduğundan bahsediyor o dağ dibi, dağ oyuğu karlarının. Yüz yıllardır mı diyor yoksa! İnanamıyorum. Kekikleri başkasıyla kokluyor ve topluyoruz. Taşları başkasıyla didikliyoruz. Batonları başkası denetiyor, ideal botlardan bahsediyor, frenlerimin sağlam olmadığını görüp centilmence batonunu uzatıyor. Rehber hocalığı reddetse de öğrenci ruhuma kıyamıyor, inişte topuk basmanın raconundan ve bildiği diğer şeylerden bahsediyor.
Son yokuşu da indikten sonra öbür çömezi görüyorum dere kenarında oturmuş ayaklarını soğuk suda dinlendiriyor. Yol boyunca düşlediği de buydu zaten.
Şimdi yazımın tam da burasında silik sesli saatim, uyandırmaya kıyamayan sevgililer gibi “dıdıdıdıdıt” diyor “dıdıdıdıdıt”. Pazar sabahı 5:40’a ayarladığım üzere. Sanırım bazı sesleri duymak için uyanık olmak gerekiyor. Ella Fitzgerald “Bei mir bist du schon” diyor. Bu şarkıyı, günün çaktırmadan doğuşunu, martıların gıcırtısını seviyorum. Dağ yürüyüşünü de sevdim.
İnip toplandığımızda, kahraman şoför bagajda demlediği çaydanlıktan ikramda bulunuyor. Aç utangaç ya da dilengen sürüngen değilim. Grubu da sevdim. Teşekkürler içindeyim, henüz yol yordam bilmiyorum. Üstümü değiştirip geldiğimde grubun yarısını dizilmiş görüyorum. Grubun bir seremonisi var. Herkes tebrikler diyerek gülümseyip tokalaşıyor. Bu seremoniye de bayılıyorum.
Günün sonunda insanlar ilk çıkışım olduğuna inanamıyor. Nasıl da seviniyor çömez…



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Simavna Mogan kimdir?

yazmak iyidir.


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Simavna Mogan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.