Geçmiş ölmedi. Henüz geçmedi bile. -William Faulkner |
|
||||||||||
|
Yalnizligin 9. bozumu İki kişilik bir banktı. Bir tarafında sarı bronzdan yapılma bir heykel. Hergün gelir heykelin yanına otururdu. Saatlerce konuşur, heykelin tek bir kelime söylemesini beklerdi. Kim bilir, kendini bu rüyaya o kadar alıştırmıştı ki, bazen gerçekten heykelin konuştuğunu duyar olurdu. Zaman içerisinde saçları oldukça uzamıştı. Üzerindeki palto sanırım büyükbabasından kalma idi, eskiden olsa nasıl sıcak tutardı, ama artık iç astarı yırtılmış, tamire ihtiyacı vardı. Böyle oluncada fazla ısıttığı söylenemez. Bu pantalonu kaç yıldır giyiyordu?, söküklerin tümünü kendisimi dikmişti?, hergün yemek bulmayı nasıl beceriyordu?. ‘Biliyor musun, bazen nasıl hayatta kaldığıma şaşıyorum. En son hatırladığım çok parlak bir ışık, ve sonra sessizlik. Işığa bakıp bakmadığımı tam kestiremiyorum, hatta o an nerede olduğumu veya ne yaptığımıda hatırlamıyorum. Nasıl olurda........ Sen ve ben......... herşey o kadar anlamsız ki.’ Uyandığında güneş tepede idi. Oldukça aç hissediyordu kendini. Bakımsız vücudu halen daha çevik ve güçlü sayılırdı. Bir sıçrayışta uzandığı kanepeden aşağı kattaki parmaklıklara tutundu. Geceyi geçirdiği apartmanın içi dışına çıkmış gibiydi, heryanındaki deliklerden istediği yere geçebiliyor, merdivenleri kullanmasına gerek kalmıyordu. Kendini apartmandan dışarı sallandırdığında gözüne lezzetli bir kuş ilişti. Halen daha elleri ile tavanda ki borulara tutunmuş bir şekilde sallanırken, başını yana doğru eğerek; ‘ Ne kadar garip, belki de birazdan şu kuşun soyunu tüketeceğim, hem de ne uğruna, birkaç gün veya birkaç yıl daha şu anlamsız vücudumu yaşatabilmek için.’ Yeniden heykelin yanına oturduğunda öğleden sonra olmuştu. Yıpranmışlığına rağmen, heykelin yansıttığı solgun yüzlü güzel kız hala etkileyici idi. Orda öylece oturmuş, elleri birleşik bir şekilde kucağında iken sanki dünyada tek yok olamayacak şey oymuş gibiydi. Birini bekliyor gibiydi, yada birşeylerin olmasını. Gözleri yere doğru eğik, başı hafifçe gözlerine uygun bir biçimde yana yatmıştı. Bir hareketi takip eder gibiydi, son dansını yapan birini izleyen hüzünlü biriydi o. Kim olursa olsun tek konuşabildiği varlık o kalmıştı. Bu heykelden başka kimsesi yoktu. Olmayacaktı. Bazen birilerinin onu izlediği hissine kapılırdı. O yıkıntıların arasında gizlenebilecek o kadar çok yer vardı ki. Gerçi heryeri karış karış aramış, hiçbir canlının izine rastlamamıştı. Bulabildiği araçlarla komşu şehirleri de dolaşmış en sonunda umudunu yitirince heykeli bulduğu şehirde karar kılmıştı. Şehrin gökdelenleri halen daha heybetlerini korur gibiydiler, ama artık yıkılmak üzere olan eski krallara benziyorlardı. Heykeli ilk gördüğü günü hatırlıyordu. Bisikletle şehirde dolaşıyordu, ağlıyordu. Kendini hiç bu kadar yalnız hissetmemişti. Bir an bisikletin tekerleğini farkında olmadan önündeki çukura soktu. Yerde yuvarlandıktan sonra bisikletine bir göz gezdirdi, tekerlek patlamıştı. Ayrıca çekiç, ingiliz anahtarı gibi aletlere ihtiyacı vardı çünkü bir çok yeri yamulmuştu. Ayağa kalkıp çevresine bakındı. Ve o an onu gördü, bankta oturuyordu, hüzünlü ama çok güzeldi. Kıyametten böyle bir güzelliğin kurtulabileceğine inanamazdım. Yanına doğru koştukça aynı zamanda bağırıyordu; ‘Hey yalnız değilsin, yalnız değiliz.’. Yanına geldiğinde ilk beş dakika gerçeğin farkına varmadan bütün başından geçenleri anlattı. Sorular soruyor, yorum yapıyordu. En son ismini sorup bekledi. Ama bir cevap gelmedi, işte o zaman eğilip kızın gözlerine baktığında bunun bir heykel olduğunun ayrımına varabildi. Yıkılmış bir şekilde heykelin yanına otururken aklı karışmıştı. İşte o an olan oldu ve kafasını heykelin bacaklarına koyarak uzandı. Çok yorgun olduğu için hemen uyudu. Ertesi sabah kendini gücünü toplamış ve zinde hissediyordu. O zaman karar verdi, bu şehirde heykelle beraber kalacaktı. Zamanın geçidinde gördüğünü sandıkları yanıltmıştı onu. Veya bilinçli bir şekilde oynanan bir oyun vardı. Artık emin olabildiği tek şey heykeldi. Ona güveniyordu. Zaten bu dünyada güvenebileceği başka kimse kalmamıştı. Bazı zamanlar, gecenin içinde dans eden gölgeler görürdü, seslenirdi ve gölgeler ona yaklaşmaya cesaret edemeden kaçarlardı. Ama heykel her zaman ordaydı. Onu hiçbir zaman terk etmezdi. Bazen bütün olanların kıyamet günüyle bir alakası olduğunu düşünürdü. Ona göre Tanrı, kıyamet günü geldiğinde herkesi almış ama onu unutmuştu. Daha öncede pek inandığı söylenemezdi, çok ilgisini çekmezdi bu tip konular, yada kendisini yormak istemezdi. Şimdi ise inanır olmuştu ve bu da ona verilen bir cezaydı. ‘Cehennemde olmalıyım’ diye düşünürdü. Yada gerçekten Tanrı beni unuttu. Onu asıl güldüren ise, bu kadar zamandır hayatta kalabilmiş olmasıydı. Kaç yıl geçti veya kaç ömür tüketti bu harabede. Bir süre, zamanı hesaplamıştı. Günleri sayıyordu. Fakat on küsur yıldan sonra yaptığı işin saçma olduğuna karar verdi, sadece anını geçirebileceği şeylerle uğraşmakta karar kıldı. Heykelle konuşuyordu, bisikleti tamir edebilmişti ve onunla geziniyordu çevrede. Bulabildiği eşyalardan işe yarar veya ilginç olanlarını saklıyordu. Bir kaç yıl önce kalın bir defter ve kalem bulunca oturup bir şeyler yazmaya karar vermişti ve en sonunda bir kitap yazmıştı. ‘Koca dünyadaki tek yazar ben olmalıyım herhalde..... hehehehee.......’! Çok uzun zaman önce aynaya bakmayı bırakmıştı, sakallarını kesmeninde bir mantığı olmadığını görünce, -çünkü soğuk havalarda boğazını sıcak tutuyordu sakalı-, iyiden iyiye görünüşü değişmişti. İşin garip tarafı ise heykel ilk gördüğü andaki gibi idi. Hiç bozulmadan kaç yıldır orda oturuyordu. Bir süre önce bir pikap buldu, ‘Ahh! İşte şimdi tam oldu, post-nuclear demode bir bilgisayar oyununun içinde hissettim kendimi. Lanet olası plakların hepsi mi Louis Armstrong’un?’. Bütün şehir hep beraber ‘hey darling, I still get jalious when they look at you......’ ‘i söylüyordu. İşin başka bir ilginç tarafı ise ortalıklarda hiç ceset bulunmaması idi. Ama artık alışmıştı, bu sorular kafasında dolaşmayalı yıllar oluyordu. Ne önemi var, yalnızlığının bu somut şeklinde, bir heykelden güç alarak yaşayan bir kazazede idi o. Apartmanlarda telefonlar buldu, hiçbiri çalışmıyordu. Eski defterler karıştırdı yıkıntıların arasına sıkışmış, başka hayatları izledi, düşündü ve hayal etti nasıl yaşadıklarını ve neye benzediklerini bir zamanlar. Bazen herkesin bir anda ortaya çıkıp, ‘Şakaaa!!!!’ diye bağıracaklarını hayal ederdi. Belki de en önde, defterlerinden yaşamlarını takip ettiği aile olacaktı. Hayal kurmak güzeldi, acı tarafı ise, bir an bastıran soğuk ve onunla beraber gelen rüzgarın onu üşütüp kendine getirmesi, ve asıl nerde olduğunun ayrımına varabilmesini sağlaması idi. Sonrası ise tam bir iç sızlatıcı sahne idi. Sinir, ardından gelen ağlamalar ve bağırmalar........ Bir keresinde pikaba tekme atmıştı. Daha sonra pişman olmuştu çünkü tamir etmesi gerçekten güç olabiliyordu. Hiç insanların içinde yalnız olduğunuzu hissettiniz mi? Kimsenin yardımcı olamadığı ve oraya ait olmadığınız hissini. Ama daha kötüsü, o artık tanıyamadığınız arkadaşlarınızın bile yanınızda olmamasıdır. Ve çok uzun bir süre sonra artık geçmişide unutmaya başlarsınız. Kimler vardı yanımda? Tek miydim hep? Yada belki benim yaptığım kötü bir şey insanlığın ve tüm yaşamın canına okudu. Sanırım artık yaşamanında pek anlamı kalmaz, belki de herşey bukadardı. Yani, hayat ve insanlık, ve dünya. Sonunda tek bir kişi sağ kaldı, insanların akılsız güç gösterilerinin sonucu olan yıkımların ardından. Ve şanslı talihlimiz ben miyim? Peki ya, son dileğe ne oldu, son bir öpücüğe, güzel bir yemek, veya sigara için neler yapılmaz ki! Şansa inanmazdı. İnanılacak bir şey değil, herkes şans der, şans(sızlık) der, daha sonra suçu başka bir tarafa, yani kadere, şansa veya tanrıya atar. Oysa bu saçmalığın tek açıklaması yaptığımız seçimlerdir. Bilinçli veya bilinçsiz yaptığımız bu seçimlerde, ne tarafa yöneleceğimizi seçeriz. Aşık oluruz, aşık olacağımız insanı en başından, çocukluğumuzdan itibaren biliriz aslında, sadece kimisi farkındadır seçiminin, kimisi değildir. Bir tek, doğarken seçim yapmayız, o zamanda ebeveynlerimiz çoktan seçimlerini yapmışlardır, biz onların seçimlerinin bir ürünü olarak meydana geliriz, aynı şekilde kendi çocuklarımızı meydana getiririz. Dünyada tek başına kalması da şans veya başka bir şey değildi. Onun, bir zaman verdiği bir karar sonrası tek başına kaldı. İspanyolca bilmediği için hayıflanıyordu, bir sürü ispanyolca kitap ve dergi bulmuştu. Dergilerin resimlerine heykelle beraber bakıyor, yorum yapıyordu resimler hakkında. Bambaşka bir dünya, ve gücü olsa o dergilerde yaşardı sanırım. ‘Nasıl uyuyabilirim ki! Etrafımda bu geçmişin hayaletleri ve düşünceler, beynimin ve vücudumun dahi her tarafında benden habersiz ve izinsiz dolaşırlarken. Beni duyabiliyorsun, eminim, ama sadece ben, senin cevaplarını duyamıyorum. Anılarımdan yoksunum. En son hatırladığım seni gördüğüm gün. Aslını sorarsan bazen senin gerçek olmaman herzaman daha iyiydi diye düşünüyorum. Beni hiç terketmiyeceksin veya sana hiç kızmayacağım. Senin ne suçun vardı ki? Benim eksiğim nerde idi? Kabuslarımın sonunda senin yüzünü görerek uyanmak nasıl bir duygu biliyor musun. Rahatlık, bir an için kendimi buralardan çok uzakta, mutlu bir yerde hissediyorum. Ve sana sesleniyorum ama sessizlik ve tekrar ve tekrar kabus...... ‘ Ayakkabılarının önü açılmış. Soğuk girer ordan. Biliyorum. Belki bir şeyler yetiştirebilirsin buralarda. Denedim, denemedim mi zannediyorsun? Hiç bir canlı bu lanetli topraklarda fazla yaşayamaz, taa ki benim gibi lanetleninceye kadar, o zaman benim gibi bir şansı olur. Bu da güzel bir şey olmaktan çok bir ceza. Aynen öyle. Şimdi nereye gidiyorsun? Acıktım. Birşeyler bulabilecek misin? Herzaman buldum. Düşünmeye o kadar çok vakit bulabiliyordu ki, bazı zamanlar yemek yemeden günler geçirdiği oluyordu. O zamanlarda etrafta dolaşıp bir şeyler arar bir görünümde olurdu. Uyumayı unuttuğunu söylerdi bazen, sadece düşünür ve kaybolurdu. Çocukken oynadıkları bir oyunu hatırlıyordu. Arkadaşları ile dolaşırken bir anda ortadan kaybolurlardı, o ise arkadaşlarını hem eğlenerek hem de bir korku kaplayarak içini arardı. Bunu kendi aralarında herkese yaparlardı. Saklandığı zamanlarıda hatırlıyordu ama ürkütücü olan hep terkedilmekti. Bir anlık yalnızlık, hatırlama, farkına varma. Daha çocukluğundan beri bir şeylerin ters gittiğini biliyordu. Ve olması istenen olmuştu, ne fazlası ne azı. Gözleri sımsıkı bağlı. Elleri arkadan bağlanmış, tedirgin. Suratına güneş ışığının vurduğunun ayrımında, fakat o eski güzel güneşli günleri hatırlatmaktan çok uzakta bir anı yaşıyor o şu sıralar. Ve korku. Yalnızlığını, idam mangasının tüfeklerinin çıkardığı, merminin rayına oturma sesi bozuyor. Zaman yok. Savunmasız ve çaresiz, ölümün onu habersiz yakalayacağı anı bekliyor. Aklına en son gelen şeylerden biride şu snoppy! Çok severdi o çizgi köpeği. Birilerini hatırlatırdı ama kimdi. Sayfalarca snoppy resmi oldu şimdi. Devam ediyor. Kim bilir daha kaç kişi burada kurşuna dizildi. Ben kaçıncı isimsiz ceset olacağım? Sadece son bir kez gökyüzüne açılmak isterdim…… İlkçağlardaki gibi ateşi yeniden buldu. Kendini o kadar önemli hissetti ki o an! “Zaten ateş kirlenmişti, haha! İşte yeniden ateşi buldum!”. Karanlık çöküyordu. Niye bu kadar seremoniye ihtiyaç duyarlar ki? Sonuçta onların gözünde isimsiz mahkumlarız, idamı bekleyen. Sıkın kafamıza bir kurşun ve tamam! İşkencenin boyutlarını kestirebiliyorlar, zevk alıyorlar, ve etrafa akıllarda kalacak bir şey sunuyorlar. Sadece öldürmek yetmez, ‘Bakın! Sizi de böyle yaparız eğer erken yatmazsanız!’……… Ve korktular…… Artık dayanamayacağını hissetti. Kaç yıl geçmişti, hep böyle miydi? İsmini hatırlayamadığı zamanlar pek sık, konuşmakta zorlandığı zamanlar pek acıydı. Ve tabi bu kararında o da rol oynadı. Zavallıcık, her şeyden habersizdi. Bir heykeldi sonuçta, pek bir şey söylemesini bekleyemezsin? Veya bir harekette bulunmasını düşünemezsin. ‘Uzun zaman oldu. Hep o ilk tanıştığımız gün aklıma geliyor. Seni ilk görüşüm. Umudum. Heyecanım. Ama ne yazık, sen başka bir yerdeydin.’ Uzun zaman olmuştu, insan sesini sadece plaklarda, resimleri dergilerde görmekten başka bir kesişmeye tanık olmamıştı. Yüksek bir binanın tepesi. ‘Zevkli olacak.’ Diye düşündü. Hep uçmak isterdi. Ayağını sonsuz boşluğun kenarına koyduğunda hem merak, hem de biraz tedirginlik vardı. Korkmuyordu ama sanki gözleri bağlı koşuyor gibi hissediyordu, nereye çarpacağını bilmiyordu. Bu da onu tedirgin ediyordu. Son kez heykele baktı, uzakta güneşin etkisiyle parıldayan. ‘Belki’ dedi, ‘başka bir zaman, farklı bir anda..’. O ilk çıkan sesi hatırlıyorum. Gök gürültüsünü andırıyordu. Ve acı. O kadar amansız ve acele oldu ki, sanırım ilk önce sağ ciğerimde hissettim acıyı. Ve sonra diğerleri. Yere yıkıldım ve sonrası karanlık…….. O ses uyandırdı onu. Sanki ağır bir şekilde düşüyordu ve onu duydu, katlardan birinde telefon çalıyordu. Telefon birilerine ulaşmaya çalışıyordu, tüm kuvvetini sesine vermiş. Aklına çizgi filmlerdeki telefonun çalarken yaptığı o dans etme sahnesi geldi. Deli gibi çalan telefon, biri ahizeyi kaldırıncaya kadar susmaz ve adeta kendinden geçerdi. Artık çok geç. Ve uyandım.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Muzaffer Can Ergin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |