Işık verirseniz, karanlık kendiliğinden yitecektir. -Erasmus |
|
||||||||||
|
-Ülkü Tamer’e saygılarımla- ALLEBEN Dedemi hatırlayıp, onunla yaşadığım geçmişimi yazmak isteyince, ister istemez kalemime mürekkep yerine gözyaşı dolduruyorum. Kalın, demir belbetlerden yine dışarıya bakıyorum o günleri yeniden yaşayınca, hayalimde. Kuşların, bir adam boyundaki ahşap pencerelere yaptığı yuvalardan dökülen tüyleri, tandır başındaki sıcak ve uzun sohbetleri anımsayarak yürüyorum yine, dedemin evine giden dehlizden. Bir soba bacasından çıkan duman kadar koyulaşıyor düşüncelerim. Şosede yürürken hatırlıyorum, hiçbir şeyi umursamadan önümde koşturan çocukluğumu. Dedem demek, zaman demek, geçen zaman, buruk hatıralar, sararmış bir fotoğraf karesi. Başım önde, düşüncelerimi biriktirerek yürüyorum geleceğim olan en kısa yarına, bir saniye ileriye ve sonrasına. Neye? Nereye? Dolu dizgin umutlarımı, damla damla akıtarak yürüyorum Alleben’in kenarında. Alleben ile Kavaklık birbirinden ayrı gibi görülen anayla çocuğudur benim için. Alleben, suyuyla emzirmiştir Kavaklığı. Kavaklık, yeşeren yapraklarıyla öpmüştür Alleben’i. Birbiriyle bir bütün oluşturan bu kan bağı, Antep’i yaratmıştır olanca cömertliğiyle. İlk baharda Cuma günleri, tatili getiren bu günün okul dönüşlerinde sabırsızlıkla ertesi günü beklerdim; çünkü Cumartesi’leri, halalarımın, teyzelerimin, ablalarımın, ağabeylerimin seyrengah dedikleri Alleben’e giderdik. Halamın evde doldurduğu acı dolmayı, bakır kazanın dışını külleyerek ocağa oturtuşunu görüyorum sisli gözlerinden. Hiç olmazsa halam çok yaşasa... İrice taşları hilal şeklinde yan yana dizerek yaptığımız ocağın üzerine kazanı büyük bir itinayla yerleştirirdi halam. Biz çocuklar, ocağa yakacak olarak çalı çırpı toplardık heyecanla; bir oyundu bu bizim için. Dayımın hanımı köfte yapar; ablalarım sofrayı kurardı. Babamla eniştelerim, iğde ağaçlarının diplerine sakladıkları rakı kadehlerini yudumlardı bizden gizli. Ama görürdük biz, gizlemeye çalıştıkları kadehleri. İs sinmiş dolmalı akşam yemeğinin unutulmaz keyfi sarardı bizi açık havada. Hepimiz gönülden mutluyduk, huzurluyduk; henüz, bizi bekleyen dertlerden sıkıntılardan uzaktık, çok uzak. Gelecekten. Sanki acılar, sıkıntılar, dertler sadece acıklı hikayelerde yer alırdı. O hikayelerse yalan gelirdi, uydurmaydı, gerçek olamayacak kadar ıraktılar bize. Biz çocuktuk. Bir at arabası zevki var mı şimdiki BMW’lerde, Mercedes’lerde? Nerede!.. Nerede çocukluğum? Nerede ben? Kaybolup gittiler, o arkası açık, cam el arabalarının dikdörtgen köşelerinden. Cam arabaların ardı sıra düşlerimi görmekteyim. Henüz dün gibi yakınlar. Rengarenk pamuklu şekerler, küncülü helvalar... Alleben’in kıyısına sıralanmış çekirdekçiler... Herkes, kendisini kahkahalarla güldüren bir oyunun içinde; kimi kaçıyor, kimi kovalıyor; kimi salıncak kurmuş kocamış ağaçlara; kimi top oynuyor… İp atlardık doğal bir yaşamın doğallığında. Alleben gürül gürül akardı yanımızda, serinletirdi, ferahlatırdı etrafındaki her şeyi, gönüllerimizi. Mezopotamya bereketi vardı Alleben’de. Yüzyıllar boyu, umutlarımızı derelere, suya bağlamışız. Bereket için, umut için. 6 Mayıs’ta Hıdırellez kutlanırdı Alleben’de. Rahmetli, nur yüzlü anama ne inatlar ederdim Hıdırelez’e gitmemek için. Şimdilerde, neden gitmek istemezmişim diye kızıyorum kendime. İnatçı ruhum, burnunun dikine giden mizacım, kendi doğru bildiğinden şaşmayan kişiliğim, küçüklüğümden bu yana çok dolandı ayağıma. Hayatta çok engelle karşılaştım, sırf bu yapımdan dolayı. Hepsinin üstesinden gelmeyi bildim de, insan o yaşlarda, Antep gibi bir yerde, anasının dediğinden çıkamıyor pek. İnadımı kırıp, anacığımın ardına düşer giderdim kutlamalara. İyi ki de gidermişim. Şimdilerde mumla arasan bulamayacağın anlarmış onlar. O huzur, o sükunet. Dalar giderdim o hareler çizen suyun yüzüne bakarken, derin derin. Bu su nereden gelir, nereye giderdi? Su demek, umut demekti. Acaba bana ne getirecekti Alleben? Beni de yeşertecek miydi Kavaklık gibi, bunlar geçerdi çocuk kafamdan. Diğer çocukları seyrederdim. Neşeyle suya girerlerdi zıbınlarını çemreyip . Dizlerine kadar suya batıp, Alleben’den çıkarttıkları kağıtları okurlardı ferman gibi. Gülerdim yaptıkları çocukluklara. Kızlar... Biz Antep kızları. Okul kapanıp da yaz tatiline girdiğimiz vakit, dikiş nakış ustasına giderdik, gitmeliydik. Elimiz iğne iplik tutsun diye bize dikiş nakış öğreten ustamızın da hizmetini görürdük bir taraftan, görmeliydik. Çok çalışıp didinmeyi ve bundan hiç şikayet etmemeyi öğrenirdik, öğrenmeliydik, el kapısına hazırlık niyetine. Sen, Nezihe ablam... Neşeli, gülen gözlerinle umudu aşılamıştın o günlerde bizlere. Sıcak bir Tomus günü ikindi serinliğinde, Nezihe ustamızın yıkanacak kilimlerini, yünlerini taşımıştık Alleben’e. Ama ne neşe, ne keyif, ne unutulmaz anılardı o anlar, geleceğimize, genç kız yüreğimize ne güzel hatıra. Öyle yaz tatilleri, beş yıldızlı otel keyifleriyle kıyaslanır mı? Sulaşmak , bir Alleben adetiydi. Hem iş tutar, hem de suyla oynardık, Alleben’i oyuncağımız yapıp. Üstümüz başımız sırılsıklam olurdu. Kimin umurunda? Neşe içinde yediğimiz o bir öğün yemeğin anlatılmaz tadı dolaşırdı damaklarımızda gün boyu. Alleben, genç neşemizin içinden akıp giderdi çağıl çağıl, hayallerimizi de peşine takıp... Büyüdük. Büyümeye direnmek isterdik. Ama mümkün mü? Bu devr-i devranın yasası bu. Değişiyor, her şey değişiyor. Hiçbir şey aynı kalmıyor ve hiçbir şey, bize çocukluğumuzu, gençliğimizi geri getirmiyor, biz ne denli istesek de, gözlerimizde hüzünle, yüreklerde kederle... Düşünüyorum, Alleben’e bakarken düşünüyorum; bana mı öyle geliyor yoksa zaman gerçekten kötüye mi oynuyor, diyorum. Eski, aynı zamanda eksilmek mi demek yoksa? Evet, zaman. Zaman, yılları eskitti, tıpkı Alleben’i eksilttiği gibi. Alleben’e bakıyorum, bir park köprüsünün üzerinden. Geride kalan, gördüğüm, korunmaya muhtaç bir Alleben, şehrin orta yerinde. Beton bir oluğun içinden akmakta. Ama yine de umutla, yanından geçenlere hala birilerine umut vermekte belki, diye düşünüyorum. Hala akıyor, diyorum kendi kendime. Doğallığı bozulmuş, yaşlı ninem gibi cılız olsa da. Hala akmakta içime, geçmişi dün gibi yaşatarak, o günü gören özüme buruk bir umudu sızdırarak... Nesrin Özyaycı
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nesrin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |