En tatlı sevinçler, en hiddetli kederler sevgidedir. -Pearl Bailey |
|
||||||||||
|
-Hekmın ne demek? Kimse, bir şey anlamamıştı. Bunun üzerine çocuk, masada duran eski votka, yeni su şişesi üzerinde yazan sözcüğü gösterdi; “%70 hacmen” O anda hepimiz şaşırdık bu yanlış algılamaktan kaynaklı yanlışlığa. Bu ülkede, bu ülkenin çocukları konuştukları dilden önce ( her ne kadar “hacim” sözcüğü aslında dilimize arapçadan geçmiş de olsa, bugün Türkçeye kaynaşmıştır) başka bir dil üzerinden düşünüyorlardı. Ve biz bunun ülkemizdeki düzeyini anlamak bakımından, çocuktan alıyorduk haberi. İşte, benim bu yazıya isim olarak verdiğim başlık tümcesi, o anda döküldü dudaklarımdan; -Dilim dilim oldu, dilim… Ancak üzerinde biraz daha düşününce, “oldu” diyerek konuyu olmuş bitmiş gibi gösteren bu tümceyi kendi dilime yakıştıramadım doğrusu. Gönlümden geçen; elbette Türkçemizin göz göre göre erimemesi. Ama bu gidişle, öyle olacak gibi. İşte o zaman, var olan sorunun farkına varmış birisi olarak, kendi payıma düşen sorumluluk alanını görüyorum. Bu tümceyi düşüncelerimde yalnız ve mahzun bırakmamak için, onu başlık olarak değerlendirip yeni tümceler kuruyorum, yanına. Peki ne yapmalı ki, öyle olmasın? Bozulmuşu değil, kaynaktaki güzelliği gören yerden bakarak başlamalı belki de işe. Görmek yetmiyor, görülmesinin yaygınlaşmasını sağlamak gerek, asıl bu güzelliğin. Hâl böyle olunca, çevremdeki gençlere dil hakkında sorular sormak geliyor aklıma, doğrudan. Bilerek ya da bilmeyerek kullandıkları dille öncelikle onlara anlattırmalı, dillerinin durumunu. Sorgulamak değil, önce onları anlamak için. Çünkü bugün onların bu hallerinde biz sorumluluk sahibi olsak da, bizim olmadığımız yerde ve zamanda onlar, var olacaklar hâlâ. Geleceğimiz olacaklar. Ancak onlar, dile sahip çıkarsa daha fazla dilim dilim olmayacak dilim. Katıldığım bir piknikte gençlerden oluşan bir grubun olduğunu görünce, bu karşılaşmayı fırsat bilip hemen gidiyorum yanlarına. Üç beş söz edip tanışıyorum önce onlarla. Konuşmak istediğimi, sorularımın olduğunu söylüyorum, yanıtları onlarda olan. -Size göre, dilimizin sorunları var mı? “Elbette var, hiç havalı değil.” diyorlar, yanıtta önceden anlaşmış gibi. Derin bir iç çekiyorum. Daha konuşmanın ilk tümcesinde kendini gösteren asıl sorun, karşımda duruyor çünkü. Ben, dilin sorununun ne olduğunu soruyorum; onlar, dile ilişkin kendi sorunlarını söylüyorlar. Hemen moralimi bozmak yok, devam ediyorum. “Peki o halde, dilin sorunlarını şimdilik bir kenara bırakalım, sizin dile ilişkin sorununuz, demek ki; Türkçenin havalı olmaması” diyorum. Gülümsüyorlar, söylemek istediğimi anlayarak. Bu çocuklar çok zeki aslında. “Düşünsene” diyor birisi, “İngilizce şarkılar nasıl da akıyor. Türkçe öyle değil oysa. Ayrıca asıl önemlisi; konuşurken yabancı sözcükleri kullanırsak havalı oluyoruz. Ve hava her şeydir. İşte bu kadar basit.” Yazmayı düşündüğüm yazının temasındaki başlık altında, iki alt başlık birden daha açılıyor, benim için de. Anadilimizin sorunları, gençlerin (aslında sadece gençlerin mi ? ) anadillerine ve oradan hareketle yaşamı algılamalarına, yaşamın onları algılamasına ilişkin sorunları. Birbiri içine geçmiş birkaç boyutlu sorun yumağının sadece tek tarafından bakarak sonuca ulaşılamayacağını düşünüyorum. Hele dayatmacı, kuralcı davranarak hiçbir çözüme varamayacağımızı. Daha ben “Bir örnek verebilir misiniz ?” derken, birisi öne atılıyor. “Yılmaz Erdoğan vermişti.” diyor. “Hatırlasanıza; ‘natural spring water’ demek, nasıl da havalı. Bir ahengi var. Ama “kaynak suyu”, öyle mi? ” Bu kez buruk buruk gülümseme sırası bende. Demek ki;Yılmaz Erdoğan’ın o ince ironisi bile, neredeyse dilin daha çok bozulması yönünde etki etmiş gençlere. Oyunun kurallarını onların koymasına izin verip “Evet” diyorum. “Kulağa daha hoş geliyor tınısı, gerçekten. Bir oyun oynayalım, ister misiniz? Bu örnekte geçen sözcükleri hiç tanımıyormuş gibi yapalım ve anlamlarını yeniden düşünelim. Ne anlatıyor bakalım, bu sözcükler bize?” Üzerinde fazla düşünmeden “Doğal bahar suyu imiş işte” diyorlar. “ Kaynak suyu ise, yeraltından gelen su. Olayın kaynağından geliyormuş. İçinde mineraller olmalı.” “Hangisi, size daha çok şey düşündürdü? ” diye sorduğumda anlıyorlar, söylemek istediğimi. Anadilin önemi çıkıyor ortaya. Her bir sözcüğün altında yatan geniş anlamları yakalamaya olanak tanıyan zengin tarihçelerinin bugüne yansımış izleri, göz kırpıyor bize. Bu sırada cin bakışlı bir genç, söze giriyor birden: -İyi , güzel söylüyorsunuz da” diyor.” Babam gibi yapıp tevekkülle, inşallahla, maşallahla konuşursak da, ileri gidemeyeceğimiz ortada.” “Yanıt da ortada” diyorum. “Hem de sen söyledin. Bu sözler de Türkçe değil ki. Ayrıca, dilimizi bu şekilde konuşanlar, sadece babanın yaşında olanlar da değil bu ülkede. Öte yandan bakıldığında ise durum, ümitsiz değil bence, sizin gibi anlamaya, öğrenmeye meraklı gençler var olduğu sürece …” “Dil bizim evimizdir. Biz orada otururuz” demiş, düşünür Heidegger. Dil ile düşünür, o dilin yetmediği yerde yetmeyen alanları dolduracak yeni sözcükleri dilimize ekleriz. Böylece dilimiz, zenginleşirken bu kez o zenginleşmiş dille düşünür, yeni durumları daha fazla sorgular, yeni anlamlar yakalarız, yeniden dil zenginliğine yol açan zeminde giderken. Bu, doğru orantılı olarak artan, birbirini artıran, arttıkça zenginleşen bir yoldur. Ve şimdi, internet ve cep telefonu kanalıyla yüz ifadesinden, ses tonundan, vurgudan yoksun hızlı yazışma kültürünün içinde yer alırken, kısa ve kısaltmalı yazışmaların yüz yüze konuşmaya tercih edildiği günler yaşıyoruz. Böyle bir gerçekliği ve bunun kültüre, dolayısıyla dile etkilerini görmezden gelerek sorunları çözmek mümkün mü? “Her şeyi anında tüket, kenara bırak” yaklaşımı ile işleyen popüler kültürün bu kadar içinde yaşarken, dili bu çarkın dışında tutabilmek ne kadar olası; saf kalmasını baskıyla kontrol edebilmek, ne kadar çözüm olurdu; sözcük anlamlarında anlaşmış olmanın önemini anlatamadıktan, yaşama geçiremedikten sonra? Günlerdir, elimde içi Türkçe sözcüklerin, yazılı ve görsel medyada yanlış kullanımlarının örnekleriyle dolu kitaplar var. Bunları okudukça söyleniyorum kendi kendime. Sonra düşünüyorum, sözcüklerin şekil olarak doğru kullanımları, elbette önemli. Ama yola çıkışta bunların takibini yapıp doğruları ile yer değiştirtme çalışması, çok sonraki safha gibi görünüyor gözüme, çözüm yolunda. Hatta sözcük anlamının önemini vurgulamaktan bile önceki safha, doğru iletişimin önemini anlatmak olmalı. “Önce imge ve dil arasında engel var. Zihin imgelerle düşünür ama bir başkasıyla iletişim kurmak için imgeleri düşüncelere, sonra da düşünceleri kelimelere dönüştürmek zorundadır. İmgeden düşünceye, düşünceden dile doğru bu ilerleyiş ihanetlerle doludur.Kayıplar olur: imgenin zengin, yumuşak dokusu, olağanüstü esnekliği ve yoğrulabilirliği, özel nostaljik duygusal renkleri-tümü, imgenin dile tıkıştırılmasıyla kaybolup gider.” demişti I.D. Yalom “İki Tebessüm” isimli (tebessümlerin bile anlamlarının kişilerde farklı anlaşılışının anlatıldığı) öyküsünde. Şevki Bey de demiş ki; “Dil yâresini andıracak yâre bulunmaz. ” Diyeceksiniz ki; “Nereden nereye geçtin birden? Burada geçen “dil” sözü, “ gönül, yürek” anlamında.” Biliyorum. Öte yandan bizi kültürel bir varlık yapan araç olarak düşünün, aynı sözcüğü. Söz, bildiğimiz konuşma ve yazı dili anlamında kullanıldığında; dize, hâlâ gücünü koruyor, değil mi? İzin verilirse gönül yarası kadar büyür, dil yarası da.Yazdığım yazı boyunca konuya dair kuramsal sözler etmedim, farkındasınızdır. Sözcüklerin köklerinden, sözlükteki sayılarından, tarihsel, sosyal, psikolojik gelişiminden; diller arası geçişlerinden, bu konuda ekonominin doğrudan etkilerinden, bununsa bilgisayar, tıp vb alanlardaki yansımalarından; gençlerin bahsettiği o havalı olma durumlarında aslında ekonominin etken oluşlarından filan bahsetmedim uzun uzun. Dilin, bundan sonraki toplumsal gelişimimizde nasıl da etken olacağı ise, ayrı bir yazı konusu. Ben çizmeyi aşmamaya özen göstererek kendimce gördüğüm, kalbime değen yerden yazdım konu hakkındaki düşündüklerimi. Dilin zaten yarası ağır oluyor, ağır konuşulunca. Ancak hiç değilse, sözcüklerin doğru anlaşılır olarak kullanılmadığı alandan doğacak yaraları olsun, peşin peşin yok edebilmek ümidiyle; yazımı, dilin kalbimizdeki öneminden dem vurarak bitirmek istedim sanırım. Aynur Uluç Simge Edebiyat Seçkisi / Türkçe Eylül-Ekim 2006
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Aynur Özbek Uluç, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |