Bu kitap çok gerekli bir açığı dolduruyor. -Moses Hadas |
|
||||||||||
|
Akşehir deresi suskun akar, geçmişin mayıslarından arta kalan son selleriyle, İğdeli Dede’nin güneybatı yönündeki eski kale kalıntısının altındaki Yazıcı Köprüsünde coşarak ve derenin kıyısına inen her sokak boyunca yüksünmeden devşirdiği eski ve mağrur bir tarihin izlerini de yanına katarak… Dere kenarında molozların oluşturduğu yükseltinin suya bakan tarafında çatal gövdeli, toprağa emanet duran bir söğüt, selin oluşturduğu göletçiğin içindeki eski kale kalıntısını korumak ister gibi geniş ve koyu gölgeler sunmuş. Etrafta suyun şarıltısı ve şakalaşan kuşların seslerinden başka seste yok, ortalıkta kimselerde. Yol kenarında toza bulanmış ve meyveleri dallarında kurumuş diken dutları kortej oluşturur gibi dizilmişler. Dağdaki tek katlı evlerin sıralandığı dar ve dönemeçli yolların çıktığı patikalar yabani diken otlarıyla kaplanmış. Derenin kıyısından sağa sapınca eski granit taşlardan inşa edilmiş birkaç gayrimüslim evi, biraz ileride Eski Kale Mescidi, karşısında süslemeleri ve eski mermer taşlarıyla ayakta kalmaya çalışan bir eski zaman çeşmesi. İleride duvara yapışık bir şekilde duran mermer bir oluk, sokağa da ismini vermiş; Taşoluk diye geçiyor bu sokak. En son ne zaman su aktı bu oluktan, hangi mahalle sakini su ihtiyacını giderdi kim bilir? Sokak boyunca evlerin önüne bırakılmış çöpler her evin önünde bir sokak süsü gibi duruyor. Dünyanın hiçbir yerinde, eski bir yağ veya peynir tekesinden bozma çöp tenekeleri etrafa bu derece uyum sağlayıp güzel görünecek; zamanla, insanla ve tarihle bütünleşecek, Akşehir’in bu yorgun, göçebe sokağının haricin de hiçbir yerde olacağını zannetmiyorum. Burada evler yıkılmamak için sanki sırt sırta vermiş, isminin konulmadığı garip bir dostluğu sergilerler gibi. Umutlarıyla, gereksinmeleriyle insanla bağ kuran yaşamın birer sessiz şahitleri olarak sokak boyunca uzanıp duruyorlar. Yol kenarında yer yer harap olmuş evler var. Camları mahallenin çocukları tarafından kırılmış, pencere kapakları rüzgâr tarafından koparılmış, damları göçmüş bahçesini yabani otlar bürümüş vaziyette. Sokakta oynayan çocuklar çocukluğumdaki gibi yalın ayak, başıkabak, keten gömlekle, don giyen ellerinde sapan kuş avlayan, eski rulmanlardan yaptıkları ve bilyeli teker denilen ve zamanında benimde yapıp bindiğim arabaları… Akşama doğru bütün kadınlar evlerin önüne oturmuş, aralarında konuşup; örgü örüyorlar. Yoldan geçen yabancılara mütecessis gözler bakıyorlar. Bu sokaklar çocukluğumun, yazmayı öğrendiğim, anlamsız şekillerden anlamlı kelimeler kurduğum dünyaya açılan sokaklar. Hemen ileride sola dönen sokağın bitimindeki küçük kapı ise Gazi okuluna açılıyor. İlköğrenimime Gazi İlkokulunda başladım. Birinci sınıf bitince taşındık. İkiden beşe kadarda Cumhuriyette okudum. Gaziye şöyle bakınca, eski binalar tüm yorgunluğuna rağmen çocuk seslerinin varlığıyla dinçleşiyor gibi. Gazi, arkadaşı Cumhuriyetten çok şanslı. O çocuklar da olmasa Cumhuriyet gibi kaderine terk edilmek olacak akıbeti. Cumhuriyet Mektebi yazar okulun kitabesinde eski harflerle. Cumhuriyetin ilanıyla açılan ilk modern mekteplerden. Akşehir’i de etkileyen Sultandağı depreminden sonra kullanılması sakıncalıdır raporu verilmiş okula, o günden sonra da çocuk seslerinden mahrum kalmış sınıflar, koridorlar, bahçeler. Son hali içler acısı; bütün camları kırılmış, tahtalar çakmışlar pencerelere hırsızlar girmesinler diye. Tören yaptığımız, tenefüslerde oynadığımız bahçesi o kadar sessiz ve yalnız ki… Bu umutsuz durumuna rağmen bahçesinde top koşturacak çocukları bekler gibi de bir hali var. Kestirme olsun diye üzerinden atladığımız taş duvarlarıysa yer yer yıkılmış. Sınıfım yukarı katta değildi. En alt katta; demir parmaklıklı, penceresi bahçeye bakan bodrum katında, kömürlüğün hemen yanında ambarı andıran bir sınıftı. Tek güzel tarafı kışların sıcak geçmesiydi. Sınıfın içinde bazen terlediğimiz bile olurdu.”Abartmayın çocuklar” derdi, sınıf öğretmeni. Bu durumdan, müdürden devamlı fırça yiyen hademeden başkası da şikâyetçi değildi. Teneffüslerde hep futbol oynardık. Topa hızlı vurmak ve havalandırmak yok diye baştan söylerdi topun sahibi. Kaçıran gider alırdı topu, kaybedense öder. Suların kabardığı ilkbahar aylarında çaya kaçan topu yakalamak nerdeyse imkânsız olurdu. Beşinci sınıfa geldiğimizde okulun en haşarı öğrencileriydik. Okula yeni yazılan çocukları, gulyabanilerin yaşadığına inandığımız karanlık, dar ve alçak bir yoldan geçilerek gidilen malzeme odasına kapatırdık. Hiç girmedim o odaya; girmeye de, kimse gibi, benim de cesaretim olmadı. Birinci sınıfa başlayan çocuk, mutlaka girerdi, o odaya; girdiğiyle de kalır, ilk ve son girişi olurdu çocuğun. Hıçkırıklara boğulan, içlerini çekerek ağlayan çocuklar, odadan çıkarıldıklarında gulyabaniyi gördüklerini, sesini duyduklarını söylerler, korkularımıza korku eklerlerdi. O odaya girmeyen, o korkuyu yaşamayan nadir kişilerden biriydim. İkinci sınıfta gelmiştim Cumhuriyete ve ben bir Gaziliydim. Sloganı vardı Gazinin.”Gazi Gazi kanlı bıçak, var mı Gazi’ye yan bakacak,”diğer okullar tas kafalı derlerdi gerçi Gazililere; ama içten içe de çekinirlerdi onlardan. Ondan olsa gerek kimse beni o korkunç odaya kapatmaya cesaret edemedi. Bunları anlatıyorum ama Gazi birinci sınıfta iken bundan daha büyük bir korkuyu yaşamıştım. Gazi okulunun içindeki o yüksek tavanlı, devasa korkunç kilisede geçen. Kilise o zamanlar bando malzemelerinin konulduğu bir depoydu. Cumhuriyet bayramı yaklaşmış, bando-trompet takımı provalar yapıyordu. Kilisenin içini görebileceğimiz, hatta içine girebileceğimiz nadir günlerdendi. Merakımın bedelini ağır ödedim. Kilisenin içinde yalnız kalmıştım ve kapısı üzerime kapanmıştı. Dışarıda ve içeride biran sessizlik olmuştu; devamındaysa kapının ardından üst sınıfların kıkırtıları geldi. Kilisenin içerisinde, ağlamalarımın ve çığlıklarımın yankısı kulaklarıma korkunç sesler olarak tekrar geri geliyordu. Hayal arkadaşım Nebi’yi gündüz gözüyle ilk ve son kez orada gördüm. Bana ağlamamamı, gözlerimi kapamamı bununda geçeceğini söyledi. Gerçekten de içeriden ses gelmediğini duyan çocuklar korkuyla kapıyı açtılar. Hayal arkadaşımla konuştuğumu görenler delirdiğimi zannedip yanımdan kaçarak uzaklaştılar. O günden sonra korkulan biri olmuştum okulda, hiç kimse benimle uğraşmaya cesaret edemedi. Zaman ve mekân insanla var, onunla şekilleniyor. Bir çocuğun ilkokul çağlarındaki hayalleri, korkuları beklentileri, kısaca ne hissettiği ve yaşamında ne iz bıraktığı yapılardan bağımsız değil birbirlerini hikâye ederek anılarda var olan kişisel bir tarihi canlandırıyor. Cumhuriyet İlkokulunu geçince solda kileci mescidi vardır. Mescidin yanında ismini bilmediğim uzun ve geniş gövdeli bir çam ağacının gölgesinde ebedi istirahata çekilmiş bir yatır. Yatırın duvarına havuzlanmış bir çeşme, çocukken terli terli su içmenin zevkini tattığım çeşmelerden “Bir kan bir kan! Kanımı içenim kanı kurusun!”diye bağırarak çeşmeye koşardık. Bu cümleyi ilk söyleyen suyu ilk içen olurdu. O siyah, yamalı önlüklü, kirli yakalı çocuk canlandı biran gözlerimde. “Yeşil tuttum bir Allah “derdik mesela, bu kelimeyi söyleyenler suçtan kurtulurlardı, en son söyleyeneyse suçun tamamı yüklenirdi. Çocuk dünyamızın kendine ait kuralları vardı. Çevreme bakıyorum da o zamanın çocuklardan öğreneceğimiz çok şey var. Evden okula giderken Perşembe pazarından geçerdik. Perşembe hariç diğer günler tezgâhlar kapalı olurdu. Akşehir Çayı ikiye ayırırdı şehri, itfaiye ile pazarı da. Uzun uzun kavaklar vardı itfaiyenin bahçesinde, bir de zabıtanın bağladığı at arabaları. Şimdi Gülmece parkı olarak geçiyor buralar, güzel de yapmışlar. Nasreddin Hoca’ya, çeşitli komedi ustalarına ait heykeller, büstler var parkın içerisinde. İlk oturduğumuz ev yeşil tahta kapılı küçük iki penceresi olan kerpiçten yapılma bir yerdi. Dedemin emekli ikramiyesiyle aldığı bu şirin evi daha sonra sattık. Toprak damının üzerinde, beş kiloluk çamaşır suyu bidonlarında ısınan suyla evin hayatında annem bizi yıkardı. Müşü nenem kaşıntıya iyi geliyor diye fare fakıyla serçe yakalardı. Serçelerin yakalanışlarını izlemek o yaşlarda bana büyük keyif verirdi. Serçe faka yakanınca koşarak neneme haber verir, nenem de kuş mundar olmadan kuşun kafasını bir çırpıda koparıvererek kuşun hayatına son verirdi. Serçeler itinayla temizlenir şişe takılır akşam sobanın ateşinde pişirilirdi. İlkokul birden sonra uzun yıllar bir inşaat görünümünden farksız olan şimdiki evimizde taşındık. Uzun zaman hiç kopamadım eski mahallemizden. Özellikle kış aylarında neredeyse her günüm Seydimamudun oralarda geçerdi. Kış aylarında bir eski zaman kayak merkezi gibi olurdu Seyit Mahmut Hayrani’nin türbesinin yanındaki yokuş. Akşamdan evi yakın olan çocuklar evlerinden getirdikleri kova kova suyu yokuştan aşağı dökerdi. Sabaha kadar kalınca bir buz tabakasıyla kaplanan yokuş sabahleyin kaymaya elverişli hale gelirdi. Bense okuldan çıkar çıkmaz koşarak eve gider, tabanı düzleşmiş sporlarımı giyer iki tanede kömürlükten kısa odun parçasını yanıma alır, oturarak kaymak için de bir çuval; kaymaya giderdim. Öğleci olan çocuklar okul vaktine kadar kaydıklarından kayak merkezini biraz eskitirlerdi. Eskimiş de olsa kayak merkezimiz, bizi akşama kadar kaymaktan hiçbir şey alı koyamaz; elbiselerimiz ıslanasıya, ellerimiz soğuktan donasıya, ayaklarımız karıncalanasıya kadar defalarca kayardık. İlkbahar yaz ayları da başka başka eğlencelerle geçerdi. Eğlencelerimizin başında yüzmek gelirdi. Tekkeye çıkardık yüzmek için tabi evden gizli. Akşamdan yedek mayoları(!) ve patatesleri hazır ederdik. Nimet Baba’nın hemen yukarısında Kedigözü mağarasını hemen geçince, çocukların etraftaki taşlarla derenin önünü tıkayarak yaptıkları dere havuzdu yüzdüğümüz yer. Biraz su da yüzer gibi debelendikten sonra titreyerek çamurlu kayanın üzerine çıkar, uzanır ısınmaya çalışırdık. Bizim için yaz aylarının en büyük eğlencelerinden biriydi yüzmek. Kirlenen ve ıslanan içdonlarımızı yedekleriyle değiştirir delilleri yok eder acıkan karnımızı doyurmak için yola koyulur elimizdeki sapanlarla kuş avlar; avladığımız kuşları ve evden getirdiğimiz patatesleri ateşte pişirir, pişen patates ve kuşları ellerimiz yana yana yer; isten elimiz yüzümüzse kapkara olurdu. Tekrarı olmayacak kaygısız geçen, heyecanlı; ne güzel günlerdi o günler. Akşehir’e geldiğimde ilk işim Tekke’ye çıkıp kamp yapmak oluyor. Her türlü imkânın olmasına rağmen çocukken yaşadığım heyecanların hiçbirisini yaşayamıyorum. Küle bulanmış, yanmış, islenmiş bile olsa patateslerin ve kuşların o eski lezzeti şuan yediğim yiyeceklerin hiçbirisinde yok. Şimdilerde yaptığım geziler sadece dağ, taş ağaç ve su gezisinden ibaret oluyor. Yalnızlık bile yaşanamıyor. Geçirdiğim korku dolu gecelerde olmasa hissiz geçen bir kamp diyeceğim ama iyi ki korkular var. Geceleri Tekkeyi zifiri bir karanlık kaplar. Gökyüzünde, ömründe göremeyeceğin kadar çok yıldız sana göz kırpar. O kadar yakınsınızdır ki yıldızlara elinizi uzatsanız dokunacağınızı sanırsınız. Saat gece yarısını geçti mi mutlaka uyumak icap eder. Eğer uyuyamadıysanız, uykunuz kaçmışsa sabaha kadar hayalle(tler)in esiri olur; dağları kayaları, ağaçları canlandırır, hatta konuşturur, korkudan sabaha kadar uyuyamazsınız. Öğretir insana karanlık bir başına olmanın getirdiği korkuyu. Sabah oldu mu sizi korkutan kayaya ağaca dikkatle bakarsınız onlardan bir suret çıkarmaya çalışırsınız. Ne mümkün gecede kalmıştır onun korkunçluğu bir daha görülmez. Gece yarısına doğru hızını artıran dağ meltemi yamaçtaki bütün boşluklara üfürerek rastladığı dalları titretmek suretiyle konserine başlar. Rüzgâr yapraklara değdikçe çıkan hışırtı yakında bir şelale olduğu hissini verir. Ney ve cura seslerini andıran ara sıra yerinden oynattığı çadırın beziyle iskeleti arasında davul trompet çalan rüzgâr yanık dağ musikisine karışarak insana bir ninniyi dinlemenin zevkini vererek uyutur. Çocukluğumda hıdrellez kutlamaları için Tekke’ye giderken İğdeli Dede’ye mutlaka uğrar bildiğimiz birkaç duayı okur; duvarlarına dilek taşları yapıştırırdık. Hatırladığım, Spor Toto kuponlarından, minyatür bez beşiklere kadar; birçok umudun yatırı çevreleyen duvarlara ve üzerindeki dikenli tellere asıldığıdır. İnanmak batıl da olsa insanı yaşama bağlayan en büyük güç olsa gerek. Sultan Dağları’nın başladığı yerde Akşehir’in ilk elektrik üretim merkezi vardır. Çocukluk dönemimde çalışır durumdaydı, Akşehir’e elektrik sağlıyordu. Şu an kaderine terkedilmiş, içerisi berbat durumda, camlar çocukların gazabına uğramış kırık dökük. Yıkılacağı zamanı bekliyor. İnsan, ne kadar vefasız, bir zamanlar insan için çalışan geceleri gündüze çeviren bu yeri bir müze haline dönüştürmeyi bile düşünemiyor. Tekkeye gelmeden Köyceğizin oralarda bir gâvur hamamı vardır Şimdi izbe yıkık dökük viran bir halde. Kubbesi çökmüş, yer yer sağlam kalan duvarları çıngırak otları sarmış. Pis bir koku hâkim içeriye. Kazlara, tavuklara ördeklere ve birkaç koyuna gölgelik olmuş hamam. Çocukluğumda da izbeydi burası. Zaman, biraz da insan fazlaca insafsız davranmış hamama. İsmi gâvur hamamı belki ondandır bu insafsızlık kim bilir. Köyceğiz’deki son evi geçince Armutçu Suyu karşılaşır sizi İbre ile beraber her Akşehirlinin hatırasında var olan bir sudur Armutçu. Şimdilerde oldukça az akıyor ama hala eski lezzetinde ve buz gibi, rahatlatıyor insanı. Yakındaki bir ağacın altına oturuyorum, gölgem şehre denk düşüyorken ben de peşinden yürüyorum çünkü oradan anılarıma dokunacağımı biliyorum. Heybemde imgeler aczi yet ve yorgunluk var. Güneşler akıyor boynumdan aşağı, üşütüyor. Birikmiş hayatlarda bunaldığım belli. Bu öykü bastığımız toprakların Anadolu’nun öyküsü. Karanlığın kıyısında tedirgin bir duruşu andırıyor. Şehre yağmur yağacağı vakit Tekke Deresi dumanlanır. Gerçektende üstümdeki gök kroma boyanmış vaziyette, vadinin en tepe yerinden sarkan bulutların gözleri dolu dolu. Güneşle karışan bulutlar mor sarı turuncu renklerle dağlara yansıyor. Tarihin ırmağı gürleyiş, kabarış, haykırış ve çıldırış halindeyken birileri kâğıt gemilerle meşgul olmuş. Anadolu insanının bu hale gelmesinden bu insanlar sorumlu. Şuan o ırmağın kıyısında oturuyorum ve sadece ayaklarımın altından akıp giden sulara bakmakla yetiniyorum. Kurak bir bozkır akşamında soluğu kesilmiş bir derenin bitkin şarıltılarla sızım sızım çoğalttığı ezgiye faydasız bir hüzün oluyor boşalan isyanım. Konuşmuyorsun ey Anadolu! Konuşmak şöyle dursun, kanı çekilmiş çatlak dudaklarını bile aralamıyorsun. Dahası en beklenmedik anlarda tarihim diye başlayıp Türklüğüm diye bitirdiğin cümlelerin yok. Bitkinlikten son kelimelerin ağzının içinde sönmesine izin veriyorsun.”Yenildiğimizi, tutunamadığımızı, yalnızlığımızı ve çaresizliğimizi, hiçbir şeyi istediğimiz doğrultusunda değiştiremeyeceğimiz gerçeğinin duvar gibi suratımıza çarptığını söylüyorsun. Israrla söylediğin o iki kelimeyi söylemeyi bile bıraktın. Ağlıyorum senin için Anadolu, gökyüzü de ağlıyor senin için. Diyorum ki sana Anadolu’m:”Hayat daha iyi yenilmekle, yenilmeyi daha iyi öğrenmekle sürüp gider” daha güzel yenilmek için tekrar savaşmalısın. Kalkmalısın ayağa direnmelisin. Köyceğiz tarafından bakınca vadiyi çevreleyen dağlar, destanlardaki savaşçı yiğitler gibi. Gelişi güzel birbirlerinin üzerine yaslanmışlar. Sabahın ışığı atında dinleniyorlar gibi. Büyük heybetli gövdeleriyle tezat teşkil ediyor üzerlerinde ki ince gövdeli ağaçlarla ve yumuşak kayalarla örtünen düzlükler. Geceden yağan yağmurun yeri göğü birbirine karıştırdığı belli. Çakan şimşeklerin keskin naralarıyla Tekke vadisinin yankılandığı , tembellikten usanan yiğitlerin savaşa kalkıştıkları da Dağ yamaçlarında sıra sıra uzanan patikaların gittikçe seyrelen ağaçlarının yeşilimsi ıslak yapraklarına yağmur sonrasının hafiflemiş bulutları gölge yapıyor. Yağmur dinmesine dinmiş ama kerpiç damların kenarlarındaki su oluklarından hala damla damla yola su akmakta. Sokağın ortasından, geceden aktığı belli olan küçük sel, çöpleri dereye doğru sürüklemiş. Yer yer üzeri sel suyuyla cilalanmış olan taşlar basamak oluyor, çamura basmamak için insana. Bazı damların üzerinde şalvarlı kadınlar mermer bir silindirden ibaret loğ taşını iki ucuna geçirdikleri demirle kakışlayarak yağmurla şişen damdan suyun aşağı akmaması için loğluyorlar. Toprağı kelleşmiş yerlere de taşlı kum atarak düzlüyorlar. Buradan bakınca ufuk çizgisinde belli belirsiz görülen istasyon sabahın sessizliğini, uzaktan gelen güçlü ama tükenmiş sesiyle, inceden inceye bozmakta. Tren yolu için keşif yapıldığında neden bu kadar şehrin dışından çizilmiş güzergâh anlamak mümkün değil. Şimdilerde şehirle birleşti sayılır istasyon ama hala şehir merkezine uzak. Zannımca güzergâh çizilirken tarlalarımız yola gider, trenden sıçrayan ateşten tarlalarımız yanar, düdük sesinden hayvanlarımız ürker, yabancılar şehrimize gelir diye karşı çıkmışlara benziyor. Önemli bir yere sahip Akşehir istasyonu. Kurtuluş savaşında çok erzak, alet edevat, asker geçmiş bu raylardan. Şimdilerde eski kalabalık günlerini arar bir hali var. Kimsecikler yok etrafta, bazı rayların üzerini torak kaplamış, üzerinde rüzgârın savurduğu kurumuş dikenler uçuşmakta Benim için demiryolunun, demiryolcunun önemi başka; yediğimiz ekmeğin sahibiydi anlamı. Dedem hareket memurluğundan, makasçılığa, şefliğe kadar birçok görevde bulunmuş; Anadolu’nun birçok yerinde görev yapmış bir demiryolcuydu. Bundan olsa gerek annemin çocukluk anılarında fon hep demir yolları ve trenlerdir. Bir an anlattıkları canlandı gözümde annemin, boş buğday vagonlarının kıyısında köşesinde kalmış buğdayları süpüren teyzemle annem; Hercules marka bisikletiyle yirmi kilometrelik mesafedeki okulundan gelen dayım, disbiçerlik yapan dedem, evde hastalandığı için kesilen tavuğuna üzülen ve onu üçayaklı ocakta öğle yemeğine yetiştirmeye çalışan nenem… Ve toprak bir damın üzerinde biten ömürler. Hepsi bu topraklardaki yaşayan insanların benzer hikâyeleri. Birde gölü var Akşehir’in sadece fotoğraflarda ve hatıralarda kalan. Hep anlatıp dururlar adam boyu balık çıkardı, Kazaklar balık tutmaya gelirlerdi dedikleri göl. Seçimlerden önce belediye reisleri halka balık dağıtırmış; hatta üstüne üstlük Arap ülkeline ihraç edilirmiş gölde tutulan balıklar. Yok, canım diyesi geliyor insanın; ama durum gerçektende bu. Bir zamanlar çok değil yarım asır önce böyleymiş. Şimdilerde göl, kurudu kuruyacak duruma gelmiş; hatta gölün bazı yerlerinde yürüyerek bile karşıdan karşıya geçiliyormuş. Çocukken hıdırlığa çıktığımda şu bizim ev dedikten sonra “şu uzakta görülen mavi çizgi göl mü?” diye mutlaka sorardım yanımdakine. Bir gün mutlaka o mavi sularda yüzmeli balık tutmalı, kayıkla dolaşmalıyım diye hayal ederdim. Birçok hayalim gibi bu hayalime e geç kaldım. Şimdi büyük oldum bir hayalim daha var: Ankaralı olmak. Onyedi yaşımda, okumak için geldim Ankara’ya. Kimliğim burada şekillendi. Yaşamı ve insanı burada tanıdım hala otobüsten Aşti’yi gördüğümde kalbim bunca yıldan sonra bile hala hızla çarpar. Yarım kalan bir rüyayı tamamlamak gibi bir şey Ankara da yaşamak. Tüm yabancılığına rağmen benim şehrim demek. İnsanın yaşadığı şehrin haricinde gideceği bir yerinin olacağını bilmesi belki hayatın en huzur verici şeylerinden. Olmayacak artık benim Ankara dışında gideceğim bir yerim. Akşehir olmayacak. Yabancısı olmayacağım artık bu şehrin. Soranlara Ankaralıyım diyeceğim. Hoşçakal doğduğum şehir. Merhaba doyduğum şehir. Nebi AKGÜNGÖR
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nebi AKGÜNGÖR, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |