..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Konuş ki seni göreyim. -Aristoteles
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Bireysel > Engin Barış Kalkan




6 Mart 2009
Her Gün Gibi Bir Gün  
Engin Barış Kalkan
Motor henüz hereket etmiştir ki mendireğe yönelir bakışlarım. Üzerinde yazılanları okurken ilkgençliğimi hayallemeye başlarım farkında olmadan. On küsür sene öncesini. Devrimci olmaya çalıştığımız hatta zaman zaman kendimizi devrimci sandığımız günlere dalarım. Kocaman bir poşet bira eşiliğinde yaptığımız sohbetlerde alkol tüketimimize mazeretler bulabilirdik de konuşmanın telaşlı yüreklerimizin daha hızlı çarpmasına neden olan kadınlara, aşık olduğumuz kadınlara kaymasına mazeret bulamaz sözü alelacele tekrar devrime getirir hemen önümüzde denizi karaya bağlayan kayalıkların arasına gömüverirdik çocukluk aşklarımızı utançla.


:AHDH:
HER GÜN GİBİ BİR GÜN
Her gün gibi bir gündü aslında başlayan. Küçücük bir girişimin başımı bu derde sokacağını nereden bilebilirdim. Herşey o kadar sıradandı ki.

Metroya kadar
Cep telefonumun alarmı defalarca çalıp susar ve beni güne katmakta başarısız olur. Uyanmam gereken vakit bir hayli geride kalır ama sıcak yatağın cazibesini ortadan kaldırmak için yorganı üzerimden atmış ve çıplak ayağımı soğuk zemine indirmiş olmam zamanında uyanabilmek için elimden gelen herşeyi yaptığıma inandırır beni. Huzurluyumdur. Gözlerimi açar açmaz kurulmuşçasına her sabah yaptıklarımı aynı sırayla tekrarlamaya başlarım. Kasıklarımdaki basıncı kanalizasyona yüklü miktarda sıvı transferiyle dindirip bol suyla yüzümü yıkar mutfağa yollanırım. Makinanın orta şekerli kahvemi hazır etmesini beklemeden yakarım sigaramı. Kahve ve dumanla uyanma sürecini tamamladıktan sonra yatak odasına dönerim. Üstümü giyerken boş yatağa bakıp üzerinde hayatımdan geçmiş kadınları uzanırken hayal ederim. Fena şeyler gelmesin aklınıza. Hepsi çok masum düşler. Sabahın o saatinde aksi mümkün mü ki sanki? Bilmem hangi kadınla yollarımızı ayırmayı beceremeseydik bu gün, bu sabah, bu an hangi durumda olurduk kabilinden, kazağımı giyene kadar geçen kısacık süreye sığan, saçma sapan düşler. Atkımı dolayıp montumu da giydikten sonra dışardaydımdır artık.
Kadıköy’ün birbirine benzeyen dar sokaklarından aşağıya, rıhtıma doğru inerken gövdemi göğsümden geri iten rüzgar emin eder beni günün başladığına. İskeleye yaklaştıkça sefere kaç dakika kaldığına ilişkin anonslar yavaş yavaş duyulur hale gelir. Kalan süre bir dakika da olsa on dakika da olsa adımlarım sıklaşır. Akbili basar atarım kendimi motora. Hemen çay ocağına yönelir küçük bardakta bir çay alırım. İstikamet motorun kıçı. Yeni çıkan sigara yasağı buraya uğramamıştır. Her sabah tiryakiler bir ellerinde sigaraları, diğerinde çaylarıyla burada alırlar soluğu. Görevli personel de göz yumar bu ihlale. Çay satarlar onlara çünkü ve bu tiryakilerin pek çoğu yanında sigara içemeyeceklerse çay da içmezler. Motor henüz hereket etmiştir ki mendireğe yönelir bakışlarım. Üzerinde yazılanları okurken ilkgençliğimi hayallemeye başlarım farkında olmadan. On küsür sene öncesini. Devrimci olmaya çalıştığımız hatta zaman zaman kendimizi devrimci sandığımız günlere dalarım. Kocaman bir poşet bira eşiliğinde yaptığımız sohbetlerde alkol tüketimimize mazeretler bulabilirdik de konuşmanın telaşlı yüreklerimizin daha hızlı çarpmasına neden olan kadınlara, aşık olduğumuz kadınlara kaymasına mazeret bulamaz sözü alelacele tekrar devrime getirir hemen önümüzde denizi karaya bağlayan kayalıkların arasına gömüverirdik çocukluk aşklarımızı utançla. Bir gün o mendireğe gidip hapsolmuş aşklarımızı özgür bırakmayı düşlerim.
Haydarpaşa Gar’ına dönerim ardından. Karşılamalar, uğurlamalar geçer gözlerimin önünden. Pulman vagonlarda yapılan dondurucu kış yolculuklarını, yemekli vagonda kalitesiz yağlarda kızartılmış patates kızartması eşliğinde içilen biraları özlerim. Daracık bir vagonda seçeneksiz bir istikamette ilerlediğini unutup da nasıl özgür hisseder kendini insan yarım metrekarelik pencerenin dışında süratle akan dağları ovaları seyrederken. Yapının üst katlarına takılırım en çok. Onlarca pencere, onlarca oda. İçlerini merak ederim. Düşlemeye koyulur, çoğunlukla çuvallarım.
Haydarpaşa’dan sonra boğazın açık denize bakan bölümlerindeyizdir artık. Sigaram da çayım da çoktan bitmiş elinde çay tepsisiyle gezen görevli sayesinde yenilenmişlerdir. Burada genellikle uzun, sonu da yönü de pek kestirilemeyen eski zaman deniz seyahatleri canlanır zihnimde. Kaptan Hatteras’ı, donmuş denizleri, buzdağlarını, gemilerine hapsolmuş, açlık çeken denizcileri düşünür, üşürüm. Karşı kıyıya çok yaklaşmışızdır artık. Galata Köprüsü’ne yaklaşınca ilk olarak Karaköy, Tophane kıyılarına bağlamış heybetli gemiler ilişir gözüme. Sevimsiz bulur Sarayburnu, Sirkeci tarafına dönerim yüzümü. Tepede tüm şehri gözler görünen Topkapı Sarayı’na takılır kalırım. Tekrar dalarım hayallere. Sarayın en büyük balkonuna sıralanmıştır tüm Osmanlı padişahları. Gurur ve kibirle bakarlar en büyük servetleri olan bu devasa şehre. Yalnız en önlerinde duran Fatih Sultan Mehmet huzursuz ve düşüncelidir. Değdi mi diye düşünür. O körpenin canını almaya değdi mi. Küçük balkonlardan birinden iri kıyım bir saray görevlisi içinde ceset bulunan bir çuval fırlatır aşağıya. Doldurma zemin üzerine yapılmış sahil yolu düşümü keser, çuval denize ulaşamaz, canım sıkılır.
Motor iskeleye yanaşır. Kalabalıkla beraber gıdım gıdım ilerler inerim motordan. Koştura koştura tramvaya yetişirim. Galata Köprüsü’nün üstünden geçerken Yeni Camii’ye büyülenmişçesine, Yeni Camii ile Sirkeci arasındaki diğer yapılara tiksintiyle bakarak Ordu Caddesi’ne erişirim. Hat boyunca yanından geçtiğimiz her dergahta her medresede ders görerek, tarihi yapıların caddeye bakan bölümlerini büfeye çevirenlere küfrederek ulaşırım Aksaray’a. Bir simit alır sabahın sekizinde birhanelerdeki taburelere yerleşmiş biralarını yudumlayan tuhaf adamlara hayretle bakarak metroya yürürüm.

Metroda
O gün de yukarıda anlattığım herşeyi aynı sırayla yaşamıştım. Tek fark metroda bir polis memuruyla konuşmam oldu. Yazdığım hikayeleri düşünüyordum. Bazı eksiklikleri vardı ve tamamlanmaları gerekiyordu. “Ölü Monologlar” ve “Yusuf’un Halleri 1“ Aranızda muhakkak bu hikayeleri anımsayanlar, internetten okumuş olanlar vardır. Ölü Monologlar’da kimsesiz bir adam evinde ölü bulunuyordu hatırlarsanız. Hemen ardından da komşuları tarafından defnediliyordu. Bulunuşu ve defnedilişi arasında yapılması gereken adli bir muamele mutlaka vardır ve ben hikayenin o kısmını eksik bırakmıştım. “Yusuf’un Halleri 1” de ise kahraman bir kadını yaralayıp kaçıyordu. İkincisini yazmadan önce bu tip suçlar işleyenlerin ne sıklıkta yakalanabildiklerini bilmem ve hikayeyi ona göre sürdürmem gerekiyordu. Tam karşıma oturan polis memurundan bu bilgileri alabileceğimi düşündüm. Aramızda geçen konuşmayı size aynen naklediyorum.

“ Günaydın memur bey.”
Kısa bir şaşkınlığın ardından cevap verdi.
“ Günaydın.”
“ Ben kendi halinde hikayeler yazan biriyim. Yazılarımın bazılarını tamamlayabilmek için mesleğiniz gereği bileceğiniz bazı bilgilere ihtiyacım var.”
İğrenç bir gülümseme belirdi genç polisin yüzünde. Silahının kabzasını hafifçe okşayıp bana döndü.
“ Yazarsınız yani...”
“ Hayır değilim. Yalnızca arkadaşlarım okuyor yazdıklarımı.”
“ Ne farke eder canım. Yazıyorsunuz işte. Demek ki yazarsınız.”
“ Evet yazıyorum ama yazar değilim. Belki yazanım.”
“ Ben de öyle dedim ya zaten.”
“ Sorabilir miyim öğrenmek istediklerimi?”
“ Tabii tabii buyrun.”
Ben de sordum elbette. Doğru düzgün bir yanıt da alamadım. Soru sormam, yazı yazabilmek için bilgilerine başvurmam dolayısıyla genç polisi gururlandırmakla sonuçlandı yalnızca. Bir de ertesi sabah aynı saatlerde bu genç polisin yanında ekip arkadaşlarıyla beni gözaltına alıp karakola götürmesi var tabii. Hala karakoldayım. Nezarethaneye koymadılar beni. Oldukça nazik davranıyorlar. Kağıt kalem istedim, getirdiler.Bir odada tek başımayım, okumakta olduğunuz yazıyı yazıyorum. Ara ara gelip birşeyler sorup gidiyorlar. Nasılsa bırakacaklar beni er ya da geç.
Polislere geceyi bile aydınlatacak kadar parlak saçları yüzünden yakalanan o müthiş aşık Fosforlu Cevriye’yi götürdükleri karakola benziyor mudur acaba burası? Etrafta aynaya filan rastlamadım ama hayal gücüm yerli yerinde. Dalar giderim şimdi Fosforlu’ya. Bir de bakmışsın dışardayım tekrar.

Karakolda
Yeni nesil bir polis memuru iki bardak çayla amirinin odasına girer. Birini amirinin masasına koyup elinde kendi çayıyla amirinin karşısındaki sandalyelerden birine oturur. Kısa bir süre sonra sert mizaçlı orta yaşlı komiser elindeki dosyayı kenara bırakıp emrindeki polis memuruna döner. Genç memur amirini memnun etmek arzusuyla sabah başından geçen bir olayı anlatmaktadır.
“ Metro’da bir yazar oturdu karşıma bugün. Birşeyler yazıyormuş da polis bilgisi lazımmış. Ben de yardım ettim.”
“ Aferin ulan sana. Bak sen olmadan memleketin yazarları oturup bir yazı bile yazamıyorlar. Ne sordu bakayım yazar sana?”
“ Evinde ölü bulunan kimsesiz birine ne muamele yapılacağını sordu defnetmek için.”
Komiserin ilgisini çeker durum. Makam koltuğunda dikelir.
“ Ne sordu, ne sordu?”
“ Evinde ölü bulunan...”
“Allah allah!”
“ Sen ne dedin?”
“ Ben de anlattım amirim. Dedim ki...”
“ Neyse, boşver ne anlattığını. Başka ne sordu?”
“ Bir de sokakta birini – bir kadını galiba- yaralayıp kaçan birini kolayca yakalayabilir misiniz diye sordu? Heralde yani. Sen ne sanıyorsun bizi dedim...”
“ Kes kes kes! Gerizekalı herif.”
Genç memur bu tepkiye çok şaşırır. Rahat oturuşunu düzeltir. Komiser telefonu kaldırıp bir başka polis memurunu çağırır odasına. Anında bitiverir bıçkın memur amirin odasında.
“ Suat, iki ay kadar önce bir kadın ölü bulunmamış mıydı Huzur Sokak’ta?”
“ Evet amirim.”
“ Kimi kimsesi var mıydı merhumenin?”
“ Evet amirim. İki kızı vardı Giresun’un bir köyünde. Çok fakirlerdi. Gelemediler. İşlemleri yapıp belediyeye defnettirdik.”
“ Ölüm nedeni neydi kadının?”
“ Bilinmiyor amirim. Adli tıp raporuna göre kadın bulunduğundan bir hafta önce ölmüş. Bu kadar çok zaman geçince ölüm sebebini bulmak çok zor olurmuş.”
Diğer toy memur atılır hemen.
“ Komiserim, yazar kadın demedi ki, adam dedi.”
“ Konuşma lan gerzek! Harfi harfine gerçek şekliyle soracak değil ya. Herkes senin gibi saf mı?”
“ Bir de geçen hafta bir kızcağız gelmemiş miydi karakola? Bacağında bıçak yarası vardı hani.”
Memur Suat yanıtladı hemen.
“ Evet amirim. Kapkaççıların saldırısına uğramıştı. Direnince bacağına bıçak saplayıp almışlar çantasını.”
“ Gördün mü bak ahmak herif. Adam hem katil hem kapkaç suçlusu. Acaba kurtulur muyum diye gereken bilgiyi de senden alıyor. Ulan ne salak adamsın be!”
“ Hiç de öyle birine benzemiyordu oysa ki. Resmen doğru düzgün bir adamdı”
“ Hadi hadi bırak şimdi. Yarın sabah erkenden metronun girişine gidip bekleyeceksiniz. Dua edin de adam gene gelsin. Hemen paketleyip buraya getirin. Bir dünya şikayet dosyası birikti elimizde ama hiç suçlu yok. Yukarıdan baskı yiyoruz. Hadi şimdi işinizin başına.”




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın bireysel kümesinde bulunan diğer yazıları...
Yusuf'un Halleri 1
Ölü Monologlar


Engin Barış Kalkan kimdir?

okuyanın zihninde uyanan benim için de uygundur.

Etkilendiği Yazarlar:
oğuz atay, vedat türkali, murat gülsoy, ayfer tunç, sabahattin ali, attila ilhan, demir özlü, nedim gürsel jerzy kosinski, charles bukowski...


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Engin Barış Kalkan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.