Paul'un Peter hakkında söyledikleri, Peter'den çok Paul'u tanımamızı sağlar -Spinoza |
|
||||||||||
|
Türkiye geneline bakıldığında, hani şöyle sakin bir kafa ile el etek çekmiş bir vaziyette düşünmek bile 'yarınlar' olarak şişirilmiş bir gelecek saplantısından başka birşey bırakmıyor insana. Yakın tarih olarak lanse edilen hareket ve gelişmelerin insanın hafızasından ne kadar kolay silinip gittiğini insan bu ülke içinde anlayabiliyor ancak. Olaylar ve olaylara bağlı olarak, olmayan düzen içerisinde (gizli dikta) oturtulmaya çalışılan sistem aldatmacası ve pay kapma, kısa yoldan köşeyi dönme, benmerkezcilik, bana dokunmayan yılan kıvırmaları, eğitimsiz bir toplum için en güzel yönetim standardı modelini ortaya koymaktadır. Bunu en iyi şekilde çekip yönlendiren ve uygulatmasını bilen güçlerin zaferi olarak yorumlamak, kendini bilen insan için büyük başarıdır. Ama elden gelen birşeyin olmadığı durumlarda, çeşitli bürokratik engellere takılmak ve içten içe sömürülmekte alışkanlık halini aldıran bir tramva poziyonu ortaya çıkarmakta gecikmeyecektir. Nitekim toplumun büyük bir çoğunluğu, bu tramvatik semptomu çoktan içine sindirmiş ve 'yarınlar'a bürokratik engellerle karşılaşmadan asla çıkamayacağını yarı anlamış bir şekilde, her yönden kısıtlanmış hayatını sürdürmeye karşın hipokrat yemini etmiş gibi gözüküyor. Bu açıdan, bu ülkenin insanına, bu saatten sonra ne denilse, ne yazılsa, ne anlatılsa hiçbirşeyin değişmeyeceğini anlatmak, birkaç üniversite bitirip hiçbir baltaya sahip olamayanları anlayamamak kadar zor olmayacaktır. Bu yazıyı yazmayı uzun süredir kafama koymuştum. Fakat giriş olarak bir eleştiri sınıfı mı, yoksa bilimsel bir araştırma niteliği taşıyan yazılar grubuna ait kategoride mi yer alması kapsamında karar verememiştim. Yazmakta bir yerde harekete geçirilemeyen düşünceyi eskitmektir. En azından, bu toplum içerisinde birçok şeye boyun büken 'bürokratik her emre amade' pozisyonundaki kimliğimle, kısıtlı aklımdan geçenleri bireylere sunabilmek ve hep kanayan bir yara olarak kalacak olup, toplumun tamamına yakın bir bölümünün kaderi halindeki birçok düzensizliği (adam edilemeyecek yapıda olsa da) paylaşmak, bir nevi kader paslaşması yapmak gereği düşüncesi de, apayrı bir haz veriyor insana. (Bu arada önem arzetmeyen tarzda gözüken düşüncelerinizdeki kronikleşmiş yapılandırmayı, kendi kişisel çabanıza haiz bir şekilde beceremeyen, yani eksik yapılandırmalı bir birey olarak, kendi düşüncelerini sisteme uydurmakta zorlanan her bireye, bir kolaylık olması açısından, basın mensuplarının kameralar karşısında, o birbirinden değerli verilen demeçlere uzanan 'mini recorder' teypleri tavsiye ederim. Etkili ya da etken maddeli her düşüncenizi dilinizin ucundan, aklınızın köşesinden alıp size asistlik yapabilir.) Yaşımın gençliğine aldanmadan acı bir gerçeği itiraf etmek istiyorum. Bu ülkenin başına 'yarınlar bizimdir, bizim olacak' diye diye sürünerek getirilen ve kazanılmış bir akılla değil, ezberci bir yapıda, sisteme ayak uydurmaya zorlatılmış bir birey olarak, görmüş ve geçirmişliğimin çoğunuzun altında olması da dahil edilmek suretiyle, hayatımın geri kalan kısmını pek farklı bir şekilde tüketeceğimi hiç sanmıyorum. Oysa görmüş olduğum eğitim (sizlerden iyi olmasın), almış olduğum branşlaşma tercihim, hayallerimin ne oranda tepetaklak olduğunun salt bir göstergesi konumunda çakılı durmakta ve sürekli hayal peşinde koşmanın, en etkili yaşama biçimi halini alması düşüncesini de peşimsıra getirmektedir. Bundan sonrasında ne olacağımı bilemem ama, nasıl yaşamam gerektiği konusunda, karşıma çıkan engelleri, gerekli kılınan, hatta Pavlov'un köpekleri şartlandırması çerçevesi dizininde ele alıp irdelemem kaçınılmaz olacaktır. Diğer anlamda şartlı yasalar, şartlı salıvermeler, şartlı istekler, şartlı öngörüler falan filan gibi şartlı bir hayatı yaşamam gerektiğine, kendimi olanca gücümle inandırabilme isteği sancısı. İnsan inanmadan nasıl yaşayabilir ki, ya da yaşatılabilir. .... Belki önemsiz olacak ama, küçük bir sineğin mide kaldıran tavrından, gerçek bir insan gibi yaşama isteğimin ne kadar uzaklıkta olduğu konusunda bir konuşmaya dahil olmuştum. Konuşma aslında, bu topraklarda doğup büyüyüp 1963 senesinde Orta Anadolu'nun bağrından zamanın Almanya'sına, daha iyi bir yaşam standardı yakalamak amacıyla değil, daha çok nasıl kazanırım düşüncesi ile koşturan değerli bir büyüğüm çevresinde, dinleyici olarak kalmamla kısıtlı kalmıştı. O anki yaşadıklarım, konu hakkında söyleyecek bir şey bulamamanın verdiği derin ızdıraptan olsa gerekti. .... 1963 senesi. (Portakal'da vitamin devresi.) Çankırı - Almanya hattı. O dönemleri anlatmaya yeltenen, oldukça gereksiz ve tıpkı, yıllar sonra filme çekilen sahnelerdeki gibi, bugün için yaşanılan hayata hiçbir etik değeri kalmamış, sanatsal özelliklerinden bile bahsedilemeyecek tarzda, raflarda tozlanıp belki de bozulmuş olan (prime time'da bir kere bile fazla Kemal Sunal'ın önüne geçememiş ve hiçbir zamanda geçemeyecek olan), oyuncularının bile günümüz Türkiye'sinde nefeslerinin koktuğu, 'o bar senin bu meyhane benim' koşturan, sanatçılık ruhunu bozuk metabolizmalarına sığdıramayan bir sürü gezentinin, zaman öldürten ve trajikomik hayat felsefesi sunan bir toplumu anlatan replikler hezeyanı. Aslında yaşananlar, neredeyse 40 seneyi bulan ve birçok zorlu badireler atlatan bu büyüğümün, hem tatlı, hem acı, hemde bir kadar, o gerçek hayatı aramak yolunda verdiği sınavların, kırk yıl sonrasına getirdiği damak tadı. Uçak kavramının tam gelişmediği zamanlarda, Kapıkule-Bulgaristan ve Yugoslavya hattı üzerinde yapılan mafya usulü rüşvet skandalları. (Bu rüşvet verme olaylarına, zoraki olarak güzergah değiştirme imkanı olmadığı için kendimde karışmıştım. Bulgaristan-Yugoslavya sınırı.) O yollardan alınan rüşvetin (genelde gece yolculukları esnasında askerler de dahil olmak üzere.) paranın kolay kazanılmadığı zamanların bir göstergesi olarak algılatmak, elbetteki o anki düşüncelerimizle bizi pek ilgilendirmiyordu. Yaşamış olanlar bilirler, o dönemlerde Bulgaristan'ı geceyarısına doğru geçip, toplam bir gün sürecek olan Yugoslavya kapısına dayandığınızda, el feneri ile hiç bilinmeyen bir yerde durdurulup, bizdeki gibi ehliyet- ruhsat hesabı değil, 'passport-passport' diyerek ağzında 'export' olması ihitimali yüksek bir sigara ile pasaport'a adamakıllı bakılmadan 'Turko-Turko' - 'Malbora-Malbora' - 'Dolar-Dolar' nidaları ile çıkışları 'istersen verme şartı'nı doğurmakta hiç vakit kaybettirmez. Bu kapsamda 'No-No' diyen olmuş mudur bilemem ama diyeninde sonunu kestiremem. Konunun özünden sapmadan varmak istediğim nokta, geçen 40 seneye yakın bir zaman diliminde, Türk toplumunda insan olarak, daha iyi şartlarda bir hayat şansı yakalama isteğinden ve sürüklenmekten başka elimizden birşey gelmediğidir. Mutlaka her işte bir zorluğu göğüslemek zorunluluğu vardır. İnkar edilemez bir kesit olarak karşımıza çıkıverir. Yani her an herşey olabilir silsilesi. Bu açıdan neyi, nerede ve nasıl kullanmak gerektiğine inanmak, ben yaptım oldu demek olmuyor. Bugün neredeyse her tatil beldesinde, en az bir dairesi olan, çeşit arabaları olan, Türkiye şartları'ndaki hayat standardını çoktan aşmış biri olarak karşımda konuşan (kimine göre ahkam kesen) büyüğüm için dudaklarım ve aklım malesef bir düşünce oluşturamıyor. .... Yapılanamıyorum, en önemlisi genç yaşıma rağmen, ilerisi için hiçbir şekilde odaklanamıyorum. Saydam bir pranga ile dolanıp duruyorum her cümlenin bitimindeki kahkahaların kararlılığında. Ona göre artık paranın ve yaşama zorluğunun kendi üzerine yıktığı dönemler geçmişte kalmış, bana göre ise neredeyse yolun yarısını aldığım halde başlamamış bile. Umutsuzluk olmamalı, peki ya umudun ne olduğunu bile bilmeyenler için ne olacak. Konuşulanların ışığında ortaya çıkan gerçek, günümüzde emekli maaşı ile matematik profesörleri yetiştiren Türkiye içinde, hesap kitap macerası ve kırk yıllık getirisi. Diğer konuşmacı ise yakında emekli olacak bir devlet memuru, evi barkı olan, iki kız evlat yetiştirmiş ve birisini üniversite'de diş doktoru olarak okutmaya çalışan bir baba. Düzenini kurmuş ve saygın bir çevresi ile yaşamaya çalışan bir yürek. Bulunduğu yaş ortamı ile benim çok üzerimde olan bu toplumun bir ferdi. Yurtdışı hayalleri ile yaşamanın ince hesapları içerisinde kıvranan bir kimlik. Baskın türdeki düşünceler toplumun çekirdek aile yapısı çerçevesindeki tüm eş-dost-akraba sınıflarına kadar sinmiş ve bir kanser gibi işlemiş durumda. Kanser'dende kötü bir hastalık halini alan durum açığa çıkıyor. Her ne kadar akraba ya da eş-dost olsalar da, kıskançlık, benmerkezcilik, yolu kapatma sevdası, 'yarınlar' komedisi transında sürüp giden çelişkiler fırtınası yaşananlar. Herkes gizli bir kaçışın, seyircisini sıkan bir oyunun üçüncü perdesi arkasında sıkışıp kalmış birer oyuncusu. Gençlik, nemelazımcılığın arka silüeti. Genç olarak nüfusu yüksek olan bir ülkenin, gençlerine nemelazımcılığı ve ezberi bir politika ile 'Ya sev ya terket' modeli. Birde genç ya da yaşlı dinlemeyen 'Seve-Seve' modeli vardı. O ayrı bir konu. Çoğu zaman düşünmekle yetinilen bir zaman dilimindeyiz. Belki de hiç dillenmeyecek bir dilsizlik dönemi. Dilin değerini, seçim zamanlarına saklayan bir toplumun modeli. Ve bu modeli isteyen, istemeyen bir sürü modeli geçmiş, modelsizin tarihi. Çok konuşanın, çok yazanın ama hiç okumayanın, okusa bile okudukları ile bir baltaya bile sap olamayacak kadar değersiz kılınacakların tomurcuklandığı bir Türkiye Tarihi. Her yeni gelen gün sonrasında, bunun adına 'Yakın Tarihimiz' yakıştırması yapılır. Portakal'da vitamin dönemlerimden usulca çıkıp, geçen bunca zamana karşı, şöyle bir geriye dönüp baktığımda, geçmişini yansıtan bir hayat tarzının kırk senedir hiç değişmeyen yapısı ile nerelere geldiğini, ve benimse içinde bulunduğum senelerin değişken yapısı arasındaki hayat bağımın, ne kadar da birbirinden kopuk, ve bu bağlamda ne kadar da birbirinden ayrık çöreklendiğini anlamak kalıyor. Yaşam standartlarında dürüstlüğe inanan bir toplum içerisinde yaşamak ve insanını sömüren değil, onore eden bir toplumun içinde yetişmek, nefes tüketmek sonrası, emeğinin hakkını alnının teri ile savunan ve karşılığını hakkınca veren bir toplum içerisinde boy vermek, filizlenmek, kendi kültürünü kaybetmeden yetişmek ve kendi kültürüne gerek ekonomik, gerekse manevi yönden birçok şey kazandırmak malesef herkese nasip olmuyor. Öncelikle üç tarafı denizlerle kaplı, meyvasında ve sebzesinde her türlü hormonu bol miktarda tükettiren, yemyeşil ormanlarını kıpkızıl bir cehenneme benzetmekte geç kalmayıp, birkaç 'Hollow man ya da Hollow Woman'ın görünmeyen yüzlerini güldüren, en basit rezilliğimiz olan sağlık sistemi içerisinde bile dönen oyunlardan anlamak, güzel Türkiyemiz'de an az 4000 dolar borçla dünyaya gelen bir bebeğin anatomik yapısına bile müsait yaşama şansı tanıtmıyor. Gag ve gug'larla geçmişimizin reklamlarına ihtiyacımız var inancı için 'Dürüstlükse koy sepete'. Nüfus müdürlüğüne adım atıpta, herhangi bir şekilde turuncu yada mavi cüzdanınızı elinize verdiklerinde, ileride karşılaşacağınız bir Türkiye Profili'ne mecburi dalış yapmakla kalmamış, her alanda gecikmiş bir toplumun, vatandaşlık bilgisi öğreten değerlerini torunlarınıza bile anlattıracak (Yaşama şansınıza göre) derecede tarih yüklü olduğunu erken olgunlaşarak anlayacaksınız. Bu alanda AB gibi bir imkansızın bir zamanlar kamuoyunda nasıl at koşturduğunu, sonuçta beklenen kaçış yolunun başlayan spor etkinlikleri heyyulası içinde eritilip, konuyu kamuoyu nezdinde 'aslında AB ile ilgili düşüncelerimiz halen sürmekte' ama 'bağırmanın anlamsızlığı' üzerine yeni geliştirdiğimiz bir süreçten geçmekteyiz, birde bunu deniyoruz yollarına düşürmeye eşdeğer bir düşüncede, daldan dala atlamaya çalışan bir sistem peşinde. Olmayan ve olmayacak sistemci geçinenler eşliğinde. Olup biten her hükümet ve onun gerisindeki benim seçmediğim, senin seçmediğin, adını bile bilmediğim, nereden geldiğini, nereli olduğunu bile bilmediğim, duymadığın bir kalabalığın , hatta ülkenin kaderinin elinde tutulduğu 'çay ve çorbaya para verilmeyen' kapı çıkışlarında 'recorder teyp' ve mikrofon ordusunun, yüzlerini kapatacak derecede yığınlaştığı, çoğunun yüzünü oturumlarda koyun sayarken görmeye alıştığımız kimliklerin bu ülkeden, bu ülkenin insanından, değerlerinden alıp götürdükleri, eş-dost ile kronikleşen bir yaşama standardının Türkiye Profili'nde kimlere yaşama şansı tanıyıp tanımadığının gerçek yüzü ile karşılaşma zorunluluğu hikayesidir. .... İnsan içindeki düşüncelerini ne kadar açığa çıkarsa da, karşıt bir düşünce ile mutlaka karşılaşacaktır. Altında bit yeniği aramak ve mimleme tripleri ile 'dereyi geçene kadar' mantığını kullanmak oldukça basit ve gereksiz kaçacaktır. Nitekim 'eskiden olsa' diye birşey kalmadı, herşey gözönünde ve korkusuzca yapılmakta. Yani gizlenecek birşeyin olmadığı, sessiz çoğunluğun üzerindeki baskının insiyatifine bağlı olarak değişkenlik göstereceği gerçeği, işlemeyen her mekanizmanın her alanında suyun yüzeyinden ayyuka çıkmış durumda. Burada toplumun sinir yapısı, yerine bir daha oturmayacak metabolizması, psiko dengeleri ile uğraşan (kendileri mesleklerinde hipokratçı takılan) meslekleri ile ilgili yüreklerinde taşıdıkları yaşama ve yaşatma bilinci ile yanıp tutuşan doktorlarımız var. Ülke içerisinde bir türlü kaç sene okuyalım, kaç sene okutalım sendromu ile kıvranan bir eğitim sisteminin bir türlü oturmamış, oturtuldu gözükse de, eline karne verilip 'hadi git ne yaparsan yap' düşüncesi ile sokağa salınmış ezberci ordusundan sıyrılıp, bir noktada feleğin ızdırap veren çemberinden geçmiş, hayat şartlarının herkese olanak tanımadığı bir meslek grubuna adım atmış olmakla övünen doktorlar. Tümünü kapsam içine almak ve yargılamak elbetteki zor bir çaba gösterisinden başka birşey vermeyecek. Fakat bugün için, dünde olduğu gibi sistemin getirileri ile bozulan ve düzelmesi için 'AB uğruna herşeyi düzeltiriz' sancısı çektiren diyaloglarla 'Götür götürebildiğin yere kadar' mantığı talan düzeyine çoktan erişmiştir. 'Kimin ne götürdüğünden bana ne' diyenlerin bile birgün yolunun düştüğü bu talan ortamında, özellikle devletin kasasından çıkan trilyonları bulan ödemelerin, yine 'Bana ne' lisanı çerçevesinde takılıp kalan bireyin ödediği vergiden tahsil edilmesi, ve hemen hemen hergün ayrı bir zamla güne uyanması gerçeğidir. Avrupa modelindeki standardın ölçütü, her ay farklı gelen elektrik faturasına, su faturasına, telefon faturasına ve bilumum faturaya bakış açısını kökten değiştirmek demektir. Kırk yıllık bir Almanya modelinde kazanılan ücretin içerisinde, sabit harcamalarla kırk senedir, minumum enflasyon'a maruz kalmak yaşama standardının, Türkiye modelinden ne kadar yukarılarda olduğunun apaçık göstergesidir. Çalışma süreleri gözönüne alındığında, oluşturulan sistemin dışında herhangi bir ücretin asla verilmediği, eline geçen aylıkla belki de üç ay sonrasının hesaplarını yaptıracak düzeyde imkan tanıyan bir enflasyon ve ekonomik düzenlemenin toplumuna getirdiği rahatlıktır yaşama standardı. Bunu her ay eline geçen faturanın gösterdiği rakamlarla kıyaslamak, bugün aldığını yarın alamamak duygusuyla haşır neşir duruma getirilmiş bir bireyden beklemek yanlıştır. Aslında bunu bireyden değil, sistemden beklemek gerekir ki, bu daha da yanlıştır. Çünkü zamanında oturmamış bir altyapı, üzerine sıvanan bir AB ülkesi adayı için geç kalınmış bir istekten başka birşey değildir. İstekle kalacağı da muhtemeldir. Bir başka bakış açısı ile değerlendirilecek olursa ki, kapıların açılması demek, Türkiye'nin doğusunun tamamen boşalacağı anlamına bile gelebilir. (Hatta başta batısı) .... Çok geç kararlara, işin işten geçmesi neticesinde parmak atmak, ve ölüyü diriltmeye çalışmak alışkanlık halini almış durumda. Bu yazıda doktorlara bindirmek gibi bir niyetimin olduğunu (en azından karşılaştığım ve çoğunun gelmiş oldukları konuma bu yollardan geçerek gelmiş olduğuna inandığım ve inandırıldığım) anlamışsınızdır. Sistemin kuralları çerçevesinde toplumun en çok başvurduğu ve bir türlü düzene sokulamasının altında yatan sömürme politikasının krallar gibi işlediği, yaşama standardının işle aşla değil de, ilaçla sağlanmaya çalışıldığı, 'devlet malı deniz' realitesinin en çok kendini gösterdiği sorunlardan biridir sağlık sorunu. Hemen hemen herkesin evinin bir köşesinde küçük bir ecza deposu bulunur. İçinde yıllanmış ilaçlar mı ararsınız, kullanım süresini geçmiş tabletler mi, ya da ağrı kesici, kalp, depresyon tarzı rahatsızlıkların kullanımında yoğun görev üstlenen ilaçlar mı, ne ararsanız vardır. Bilinçli bir tüketimle değil, sadece bu başıboşlukta, yaşamak için toplumda tutunacak tek çarenin doktorların güvenirliliği inancının yerleşik olmasıdır. Doktorların güvenirlilikleri eğitim ve yaşam hakkını elde etmemiş bireyler için çok büyük şeyler ifade eder. Kul ve köle ikilemi içerisinde 'he babam de babam' sistemi çok iyi yürütülür. Bu ülkede bürokrasi varsa, muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda değil, bana muhtaçsın naraları atan doktorunun dudakları arasındadır çünkü. Umudunu bu iki dudağın arasında arayan herkeste bu sendrom vardır. Farklı derecelerde olsa da, doktor sıfatıyla karşınıza çıkan her vücutta bu sistem, 'adamına göre muamele' öğretileri taşır. Düşünüyorum da, doktorların bu yazımı okuyup bana sinir harbi uygulamasına geçmeleri, tepkilerini ise, yaşadıkları toplumun bir parçası olarak savunma mekanizması adı altında toplamaları, beklediğim gibi benim için şaşırtıcı bir şey olmayacaktır. Çünkü 'bir dokun bin ah işit' içimizde asla eşi benzeri olmayan bir saplantıdır. Tanıdığım, hatta kendi ailemde bile bu statüde bir zihniyetin olması kendi açımdan da dürüstlük namına utanç verici bir durum olmaktan kendini kurtaramamaktadır. Sağlık açısından kendi başımdan geçenlerin bir birikimi olarak görmüyorum bu tepkimi. Toplumun aynasında kendini gösteren bir çıplaklık hatta genel olarak en yoksul kesimin bile zorlukla ulaşabildiği ilk basamak göstergesindedir bulundukları mevki. Bunun kendileri için ne kadar değerli bir kazanç kapısı olduğunu, öğretim gördüğü yerden mezun olup ta (nasıl mezun olduklarına birçoğunun bile inanmadığı) defteri ve kitabı kapatan, ancak hastası (ya da kazanç kapısı) karşısında açıp kurcalayan, karıştıran bir sistemin getirileri olduklarında, ezberci yaklaşımlarla takınılan bir kimliğin gövde gösterisini yaparak, topluma daha iyi anlatırlar. Felsefede bu açmazı 'ölmek için yaşamak, yaşamak için ölmenin gerektiğine inanmaktır' şeklinde kapatmak gerekir. En iyi düşünenlerine bile belli bir basamaktan geçmeden, belli bir kapıdan geçmeden ulaşılamayan doktorların, yapabildikleri en iyi şeydir ezbere konuşmak. Buna argosal bir anlam yüklemek gerekirse 'Ahkam kesmek' demek doğru olur. .... Bir haber gözüme takılıyor. Çalışma Bakanlığı, gereksiz ilaç yazan doktorları cezalandırmaya hazırlanıyor. Prospektüs'te yer alan kullanım amacı dışında yazılan ilaçların parası, hastanın doktoruna fatura edilecek. (Radikal 11 Ağustos 2002 Pazar) .... Doktorların hastalara verdikleri ilaçlardaki etken maddeleri bilmediklerinin farkına varan Çalışma Bakanlığı, 'yanlış ilacın' parasını artık doktorlardan alacak. Romatizma ilacını mide rahatsızlığı için veren doktordan boşa giden para tahsil edilecek. Çalışma Bakanlığı, Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK) aracılığıyla her yıl hastahanelere, yaptığı katrilyonları bulan ilaç ödemelerinden tasarruf etmek amacıyla 'prospektüs standardı' getirmek için harekete geçti. SSK, doktorların prospektüsler konusunda daha çok bilgilendirilmesi ve hastaları doğru aynı zamanda eşdeğer maddelere sahip ilaçlardan ucuz olanına yönlendirebilmesi için Türk Eczacılar Birliği ve Türk Tabibler Birliği'nden de yardım istedi. Araştırmalar sonunda doktorların ilaçların jenerik isimlerini (ilacın etken maddesine göre verilen isim) bilmediği için hastaların pahalı ilaçları almak zorunda kaldığı ortaya çıktı. Doktorların ticari isimlerle reçete yazmayı öğrendiği, ilaç tanıtımlarının da Türkiye'de yalnızca ticari isimlerle yapıldığı belirtildi. Doktorların hem aynı etken maddeye sahip hemde daha ucuza piyasaya sürülen ilaçlardan habersiz olduğu için hastaların da pahalı ilaç kullanmak zorunda kaldığı tesbit edildi. Doktorlar bilgisiz ve ezberci Türk Eczacılar Birliği ile Türk Tabibler Birliği'nin yaptığı araştırma sonucunda ilaçlardaki etken maddeleri hastaların bildiğini ancak doktorların bilmediğini ortaya koyan sonuçlar şöyle: 1. Doktorların yüzde 80'i Apranax'ın, yüzde 75'i Aprol'un etken maddesini bilmiyor. 2. Doktorların yüzde 70'i antibiyotik olarak kullanılan Alfasilin ile Duocid'in, yüzde 68'i ağrı kesici olarak kullanılan Vermidon'un etken maddesini bilmiyor. Doktorların etken maddesini bilmediği ilaçlar arasında Novalgin'de var. 3.Daha sonra sırası ile antibiyotikler Rocephine, Pronapen, Alfoxil, Garamycin, Sefazol, Largopen, tansiyon ilacı Norvasc, depresyon ilacı Insidon geliyor. Bepanten Pomat ile mide ilacı Talcid'in etken maddesini bilmeyen doktor oranının yüzde 20'yi bulması şaşırttı. Bu sonuçlar üzerine bakanlık, doktorların 'gereksiz' ilaç yazımını önlemek için ilaçların prospektüslerine göre kullanımına karar vererek, doktora 'prospektüs' sınırlaması getirdi. SSK Sağlık İşleri Genel Müdürlüğü'nce tüm devlet hastahaneleri ile üniversite hastahanelerine yazıyla duyurulan karara göre, AB ülkelerinde olduğu gibi prospektüste yazan kullanım sebepleri dışında hastaya ilaç kullandıran doktorlar ilaç bedelini ödemekle cezalandırılacak. (AB kapısını zorlayan Türkiye'nin bunca zamandır adam olmaya neden niyetli olmadığının gerçek sebepleri su yüzüne çıkmaya başlıyor.) Örneğin ilaç prospektüsünde ilacın yalnızca romatizmal ağrılar için kullanılabileceğinin belirtilmesine karşın eğer bir doktor mide yada baş ağrısı için o ilacı yazıyorsa, ilaç bedeli SSK tarafından ödenmeyecek. (Bunu yönetimin nasıl değerlendireceği merak konusu) Söz konusu ilaç bedelinin doğrudan o ilacı yazan doktordan alınması için SSK yetkilileri hemen harekete geçecek. (AB uğruna.) Etken madde jenerikte saklı. İlacın jenerik ismi etken maddeye göre belirleniyor. Etken madde de ise ilacın kimyasal bileşimindeki karışımda ağırlığı oluşturan madde. Örneğin, ağrı kesici olarak ve 'Apranax' ticari ismi ile piyasaya sunulan 'Apranax'ın jenerik ismi ilacın bileşiminde etken madde olan 'naproksen sodyum'. İlaçlar firmalar tarafından doktorlara ticari ismi ile tanıtıldığından, doktorlar ilacın etken maddeli jenerik ismini bilmekte zorlanıyor. Doktorlar ilacın jenerik ismini bilse aynı etken maddeye sahip iki ilaçtan ucuz olanının tercih edip hastaya sunabilir. İlaç konusunda üretici firmaların allayıp pulladığı, dar pantalonlu güzelleri ve sırım gibi delikanlıları ellerinde bavullar, vücut ölçülerini yürürken zorlayan bir görünümle hastahane koridorlarında dolaştırmaları, her türlü eşantiyon ve uzlaşma modunda pazardan pay kapma yarışına girmeleri bunu açıkça gösteriyor. Pazar'da limon satar gibi ilaç pazarlaması yapan firmaların, tabiki hastalardan çok doktorları düşündükleri gerçeği de ortaya çıkmış oluyor. (Kendi kafamızdan çıkmayan fikirleri, AB ülkelerinin zorlamasıyla yoluna koymaya çalışan yetkililer de, bu tür uygulama ve isteklerden hiç hoşlanmamış oluyor.) Çünkü yemek içmek varken dürüst olmak işimize gelmiyor. Bu açıdan ilaç firmalarının yüksek topuklu mankenlerinin, doktorlara şirin gözükme sahnelerini koridorlara kadar düşürdüklerini görünce, kim olduklarından bihaber hastalar, bir kenarda bekleyedursun, sistem olanca hızıyla görevini tamamlamış oluyor. Ve siyasilerin istikrarı yakalama çabaları da lafla başlamış olup, lafla bitiveriyor. Ve hikaye kendine bir isim buluveriyor. Hayatın ucuz olduğu bir ülkede yaşamanın, dayanılmaz düzeni. .... Yukarıdaki örnek kamuoyuna sunulmuş bir gerçektir. Bunun gibi birçok haberin Türkiye gündemini sırtından kaşıdığı ve yer tuttuğu düşünülecek olursa, sistemin içinde işleyen yapıdaki çözülmenin nerelerden başladığını görmek aklı başında olan bir bireye göre hiçte yanlış olmayacaktır. Hastahane koridorlarında pislikten geçilmezken, doktor odalarının her türlü teknolojiden nasiplenmiş halini düşünmek, artı ekstra muayenehane destekli hasta elde etmek ve gerek SSK, gerekse üniversitelerin fakültelerinde sömürü ve bürokrasi engelleri ile yaşam standardının çok altlarında seyreden (su alan tekne benzetmesi) toplum kesimini inletmek 'bana ne' mantığı ile sürüp giden bir eğitimsizlik ve cehaletin yegane örneklerinden biridir. Bunu düzeltmek isteyenlerin parmak sayıları, malesef düzelmesini istemeyenlere oranla daha aşağılardadır. Bu arada AB iniltilerinden rahatsız olanlarda bu gruptan çıkmaktadır. Çünkü yaşamak varken, toplumun cahil ve yoksul kesimini bu potada eriterek, (normal kesim diye bir grup kalmadığı için) AB standardı içindeki bir meslektaşından daha yukarılara tırmanmak, en az bir milyarlık kirada oturup, çeşitli jeep ve benzeri araçlar edinerek hizmet aralığı çıtasını yükseltmek, bu ülkede geçerli bir hayat sürme modelidir. Dürüstlüğün olmadığı ve hiç olmayacağı bu ülkede hiçbir doktor, asla gerçek bir doktor değildir. (Dünyalığından el etek çekme aşamasına gelene kadar.) .... Bir doktor'u öldürme sanatı (Ahkam felsefesi-2002)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Birkan ASKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |