"Tarih, asla 'yarın daha iyi olacak' yalanını söylemekten bıkmayan, yaşlı bir romancıdır." — Terry Pratchett (kurgusal)"

Beş Küçük Kadin Ve Abi̇leri̇ni̇n Hi̇kayesi̇ 2

benzerini okuduğunuzu sanmam, kişiler gerçek hayattan alınmadır,

yazı resim

Behiye’nin yüksek düzeyli dertleri gençken başladı. Çocuk yaşta evlendi. 24 yaşında dul kaldı. Kocası sığır çiftliğinde elektrik çarpması sonucu öldü. Orada işçiydi. Sigortası yoktu. Ölümü onun kendi hatasından kaynaklı gibi gösterdiler. İçmiş, yanlış kabloyu kesmiş dediler, çiftlik sahibinin bir elemanı zarfla eline para ulaştırdı. Ses çıkarmaması için telkinlerde bulundu üstü kapalı laflarla, sonra birkaç adam eve gelip gidip, çaktırmadan gözdağı verdiler, bellerinde silahlar vardı, biri emekli polis, diğeri görevdeki, bir diğeri ise polislikten atılan. Eve erzak alıp durdular bir süre ve sonra çılgın devasa bir çukur gibi sessizlik çöktü ruhuna dul kadının, gelen giden yoktu ve yapayalnızdı. Zaman ne çabuk geçmişti. Parası ve yiyecek kuru bir ekmeği yoktu. Kendini keriz yerine konmuş gibi hissetti. “Onlara inandım! Kafasızın tekiyim” diye düşündü. Avanak kafasıyla; “çalışanım yok, ev kira, yüz üstü bırakmazlar, yine para verirler, erzak getirirler” diye düşünmüştü, o zamanlar çok saftı, köylü zihniyetliydi, eve gelen erkeklerle konuşmaya çekinirdi, konu komşuyla. Gerçeği çok sonra fark etti: Kocasının ölümü ört bas edilmişti. Geriye bakmanın faydası yoktu ve ileriye bakmalıydı, başının çaresine…

Genç ve cahil Behiye önüne koyulan bariyerleri aşacak güçte ve kapasitede değildi. Bilgisizdi. Çok tecrübesizdi. O gerici ve baskıcı kasabadan taşındı kafası attığında. Büyük şehir onu sarstı, fena korkuttu, her anlamda büyüledi. Cazibeler arasında ürkek ve korkak bir çiçek gibiydi. Yaz gecesiydi, komşu kadınları perde arkasında seyretti, uzaylıları izliyormuş gibi.

Çok geçmedi hepsiyle içli dışlı oldu. Eski yaşadığı yerde edindiği (çevre baskısı ve otoritesiyle) ve ruhunu kara bir örtü gibi kaplayan sapça saçan ahlakçılığı yavaş yavaş paramparça edip attı üstünden. Tertemiz, ışık gibi yürekliydi, çözüm bekleyen derdi çoktu, onca çocuk… aşması gereken çok engel vardı önünde ve sessizdi yeni evinde. Ona saray gibi gelen pis kokulu bodrum katta. O iyi bakışları hissedildi, çok içerde, derinlerde kendini, ruhunu saklayan Behiye insanları kendine çekti, ürkekti; ama soğuk değildi, cana yakındı, yüzü gülünce inanılmaz bir ışık saçardı, doğuştan sahip olduğu o mıknatıs çok dost bulmasına yardım etti, o tılsımı kadınlar iyi bilir; iyi insana, mert insana herkes hasrettir, evine gelenleri çok içten karşılardı, sofraya koyacak birkaç şeyi varken bile “aç mısınız, yemek vereyim, çay yapayım hemen” derdi, sevinirdi. “Bunlarla misafir ağırlanmaz, eyvah! Ne yapacağım?” diye telaşlanıp üzülmezdi. Ruhunda sıcaklık vardı. Onu paylaşırdı. Malzeme varsa bir basit pasta yapardı, hiçbir şey yoksa pişi yapardı, zeytin, peynir ve çay, başka şeyi yoktu. Bu tutumu taktirle karşılayan ilk misafirlerle kaynaşması çabuk oldu. Ve onlar kalan yemekleri çöpe atardı, ekmekleri. Behiye, bayat ekmeği ısıtırdı, fırından yeni çıkmış gibi sıcak hale getirirdi kaynayan tencere buharıyla. Behiye’nin yöntemlerini şaşırarak öğreniyorlardı. Onlar ailelerine yemek beğendiremezlerdi, her gün başka yemek yaparlardı, ev halkı kalan yemeği asla yemezdi, canları başka şey çekerdi ve yemek çöpe giderdi. Olmadı dışardan yemek sipariş edilirdi çocuklara. Evde doğru düzgün yiyecek yoksa misafire; “aç mısınız, yemek vereyim” demezlerdi. Denmezdi. Onun çok iyi yürekli olduğu apaçıktı. Sanki dünyanın en zengin kadınıymış gibi, lüks içinde yaşıyormuş gibi hoşsohbetti. Böylece kalan ya da yeni yapılan yemeklerden Behiye’ye gelmeye pay başladı; ki aç ve sefillikleri her hallerinden belli beş çocuğu gören kadınlar nasıl arka çıkmasın ona? İnsanlar onu çok çabuk benimsedi, çok sevdi, yardım ve desteklerini vermeye başladılar fazlasıyla. Behiye, canıyla dişiyle titizlenerek güzel kimi yemek yaptı mesela, yöresel bir yemektir, her seferinde çocuklarının biriyle bir komşuya yollardı. Ve bu yemekler çok lezzetli bulunur, silip süpürülerek yenirdi.

Behiye, onlardan hiçbir şey istemezdi, eve biri gelir, içtenlikle mutfakta sohbet ederler, “aaa, senin kap kacağın yok” demek yerine, kullandığı bir şeyler getirir, sonra öteki duyar, tencere ve başka kap kacak getirir, giysiler…öteki başka şeyler. Behiye, böylece bir sürü kullanılmış; ama sağlam eşyaya sahip oldu. Kadınlar arasında erkeklerin arasında olmayan muazzam bir dayanışma vardır, işin içinde sürekli doyurulması gereken aç çocuklarının da olması desteği çok arttırıyordu. Komşu fakire yardım edelim zihniyetiyle değil; ‘dostumuz, canımız kanımız Behiye’yi görüp sohbet edelim’ diye geliyorlardı ikişerli üçerli gruplarla. Behiye, karakteriyle ruhuyla, hayata saf bakışıyla, anlattıklarıyla müthiş bir itibar kazanmıştı o çevrede. Çeşit çeşit pasta börek bir şeyler yapıp geliyorlardı. Behiye’ye tarikat lideri gibi saygı ve sevgi gösteriyorlardı, oysa Behiye kendi halince saf bir genç kadındı. “Tam dolandırmalık dolma gibi güzel insanlarsınız, ne dersem inanıyorsunuz, borç ver desem fazlasıyla verirsiniz.” Beş kadın kahkaha atmaya başladı. Arada ettiği laflar ise büyülüyordu, saf köylüyle alakası olmayan zekice sözler. Yüreğine, diline geliyordu işte. Sıklıkla farkında olmadan komik şeyler diyordu, oysa komik olmayı bilmezdi, ifade ettiği şeyler komik olarak algılanıyordu, bir bakış açısını ya da derdini anlatırken bu diğerlerince iyi bir mizah olarak algılanıyordu, oysa o güçlü bir hayatta kalma savaşı veriyordu. Kadınlar ona gülünce utanıyor, “neyi yanlış söyledim acaba” diye düşünüyor, ilerleyen sohbette kadınların neye güldüğünü çözüyordu.

Geç bir saatte evine dönüyordu, çok yorgundu; (kendini dikilmiş gibi berbat hissetse de şerefli bir yorgunluktu) bu yüzden huzurluydu, yağmur çiseliyordu usul usul, hava soğuktu, sonbahar ayıydı, serin hava içine doluyordu, ne tatlıydı, ağaçların dökülen yaprakları kaldırımı sarmıştı gelinlik gibi. Eve bir an önce varmayı, işleri halledip yatağa uzanmayı iple çekiyordu. Yarın yine aynı çileyi çekecekti. Canı sıkıldı. Bu delice mücadele, zor maraton koşusu hep böyle mi gidecekti? Yaşama, delice hızla hareket eden enerjiye bağlanmak ve mücadele etmek için hiçbir sebep yoksa bile çocukları vardı, gayret etmek için çok sebep vardı. Kadınlık gururu, tek başına olmanın acısı. Kadınlık onurunu koruma dürtüsü. Kafasından düşünceler sakin sakin geçen bulutlar gibi akarken yanından aynı yöne ilerleyen bir kadın fark etti. Onun yabani bir köylü olduğunu hemen hissetmişti. Halini, tavırlarını, yürüyüşünü inceledi. Onda kayıplara karışan kendini görmüştü. Utangaç, korkak, saf, budala. Ama içerden demir gibi güçlü, kaya gibi bir şey vardı bu kadında. Kadının kocası öfkeyle ona bir şeyler anlatıyordu, adam birkaç metre öndeydi, hızlı gidiyor, kadın ve üç ufak çocuk ona yetişmekte zorlanıyordu. Behiye, onları takibe başladı, kopamamıştı o köylü kadından, eski halinden, bir mıknatısla çekiliyormuş gibi ilerliyordu peşlerinden, “kadın dayak yerse onu kurtarırım” diye düşünüyordu. Adam karısını azarlıyordu bağırarak. Kalk kırıcı, çok ağır sözler söylüyordu. Sürekli bir eleştiri, bu haksız bir eleştiri gibiydi, suç bulmaya yönelik, ‘gözünün üstünde neden kaşın var’ der gibi saçmaydı. Ve adam bir olay hakkında konuşmaya başladı. Bir yere oturmaya gitmişler, akşam misafirliğine. Kadın bir şeyler demiş, adam da bunları çok yanlış bulmuştu. “Beni küçük düşürdün, kuş kadar beyin yok mu sende!” Behiye’nin anladığı kadar olay kabaca şöyleydi: Adam bir devlet dairesinde, fakülte olmalı, ateşçiymiş, yani kalorifer kazanını yakan adam, yemekhanede artan yani çöpe atılacak olan yemeğin bir kısmını tanıdığı aşçıdan almış gece yarısı ve eve getirip çocuklarına yedirmiş, çocuklar aç maymunlar gibi yumuşmuş bol etli yemeğe. Sinik kadın korku içindeydi ve kocasının onu tekme tokat döverse diye ödü patlıyor, onu sakinleştirmek için; “tamam tamam haklısın” diyordu. Ama mırıldanarak şöyle dedi: “Allah canını alsın da kurtulayım senden!” Bunu derken hemen arkasından gelen Behiye’nin ayak sesini duymuş, başını çevirince onunla göz göze gelmişti. Korkmuştu. Behiye, büyüleyici açık mavi görünce gözünü ondan alamadı, kendiyle karşılaşmaktan çok memnun mutlu olmuştu. Böyle mavi gözlere sahip olmaktan. Tatlı genç kadına bakakalmıştı. “Ne baktın bacım?!” dedi kadın. “Allah seni ondan kurtarmasın, kocasızlık bin beterdir. Kirli donlarını bile ararsın. Deme öyle.” “Özür dilerim ablam, bu öküz kafamı ütüledi. Sana patladım.” Kadın ağlamaya başlamıştı. Bu sırada adamın ayağı kaldırımdaki yerinden oynamış ve yukarı kalkmış taşa çarpıp yüz üstü kapaklandı. Genç kadın gülecek gibi olup müthiş sevindi. Behiye’ye göz kırptı. Durmadı ilerledi ve adam acıyan başını tutarak doğruldu ve basıp giden karısına yetişmek için hızlandı. Behiye’nin, iç sızlaması geçiyordu, gülümsedi ve uzaklaşan eski haline veda etti. Umut verici şeyler düşünmeye başladı, daha iyiye gidecekti hayatı. Yineledi içindeki öyle parlak fikirleri, sahip olduğu gücü, direniş ve dayanma gücünü hissetti. Şehir hayatına iliklerine kadar uyum sağlaması gerekiyordu ve daha ileri noktalara gitmesi şarttı. Artık o eski köylü Behiye olamazdı, onu çok ama çok geride bırakmalı, gelişmeliydi. Ama onu üzülüyordu, eskide kalan şeyler bir anda benliğinde parıldıyordu güneş gibi. Çocukluğu, gençliği. Ağlamaya başladı, sessizce yaşlar akıyordu yanağına. Sızı gibi, nabız atması gibi. Arada gülümsüyordu kafasında canlanan muazzam tatlı manzaralara.

Bir kadının yanında çalışmaya başladı. Bu kadın kırk yaşlarındaydı, devlet hastanesinde hemşirelikten emekliydi, beş para etmez dört çocuğu vardı, onlar hayatta bir yere gelebilsinler, evlensinler iş güç sahibi olsunlar diye hayaller kurup dururdu. En saf annelik duygularının esiri olmuştu adeta. Kocası on yıl önce ölmüştü. Daha fazla para gerekliydi ve boş boş durmayı hiç sevmezdi. Bitip tükenmez bir mücadele içine girmişti, sağlığı yerindeydi. Bir iş kurmayı planlarken devredilecek dükkan ilanını gördü. İki metre kare yerde gözleme yapıp satmaya başladı; ama hamur açmak, çok zor geldi, oturmak yordu, kolları mahvoldu ağrılardan, en başta böyleydi, sonra aklına tost makinesi almak geldi, ikinci el tost makinesinin geldiği gün işe başladı, bir çocuk türedi, 14 yaşında olmalıydı, “tost var mı abla?” dedi, çünkü “tost yapılır” ilanını görmüştü, sokak çocuğuna benziyordu, Dılşah hoşlanmadı ondan, “bedavacı” diye düşündü, “kaç paran var” dedi çocuk çıkarıp para gösterdi, sonra çocuk her gün gelmeye başladı dükkana, Dılşah ondan tam para almıyordu, çok düşük bir ücret alıyor, bazen ise hiç almıyordu, çocuk dükkan önünde takılıyor, gelen gençlere ve müşterilere laf atıyordu, sonunda kafası attı ve; “s.ktir git lan dükkanımın önünden!” dedi, o. çocuğu! Arıza çıkarıp duruyorsun, seni bir daha burada görürsem ayaklarını kırarım!” Çocuk üzülerek uzaklaştı; ama birkaç söz etti usulca. Ertesi gün geldi, özür diledi ve Behiye’ye sarılmaya çalıştı, zorla kocakladı onu, Behiye onu uzaklaştırmaya çabalıyordu oysa, “ana affet beni ne olursun. Bir daha yapmayacağım söz.” O gün Cebrail adındaki çocuk Behiye’nin ayak işlerini yapmaya başladı. Tost makinesi işe yaramıştı, başka bir müşteri kitlesini çekti dükkana. Ama bu kitle genelde arızalıydı, bütün deli kopuk tipler dadanmıştı dükkana, uyuşturucudan başı belaya girenler, adam yaralama gibi olayların kahramanları, bir suça karışmayıp suçlarını kahramanlık gibi anlatıp bunlarla övünenler, bir çeteye karışanlar, çete meraklıları, hırsızlık gibi suçlardan sabıkası bulunanlar, ne yapacağını bilemeyen ve değişik bir şey hareket, eğlence, makara arayan tipler, arsız utanmaz tipler… Tabi bunların arasında kızlar da vardı. Okuldan kaçıp gelen liseli kızlar… Behiye, bunlarla geleceğinin pek parlak görünmeyeceğini anlamış, aşırı hareketler sergileyen kanı deli akan gençleri tatlı tatlı uyarıp idare ediyordu. Dükkan önünde birkaç kez kavga çıkınca, tost makinesini sattı ve ilan astı: “Tost most yok, başka kapıya gidin kardeşim…” Bu genç kesim… bu asi heyecanlı kesim başka kesimin dükkana gelmesini engelliyordu, saçları kuaförde elden geçmiş ya da sıradan ev kadınları dükkana yanaşmaya korkuyordu mesela. O gelen kopuklar örümcek ağı gibi sarıyor dükkanın çevresini, sokağını ve orada sohbet edip takılıyorlardı, çünkü Behiye onlara tost ve çay kahve gibi şeyler satıyordu, orayı muhabbet köşesine çevirmişlerdi adeta. Biri taşıdığı iri bıçağı cebinden çıkarıp gösteriyor, öteki sırtındaki dövmeyi, biri elindeki sahte plastik yılanı ötekini korkutmak için çıkarıyor, şamata ve delilik peşindeki gençler çok gürültülü konuşup kahkahalarıyla mahalledekileri de rahatsız ediyordu. Sürekli birbirlerine yaptıkları cinsel merkezli şakalar, sürekli küfürlü konuşmalar. Biri penisinin olduğu yere iri bir patlıcan yerleştirmiş, dostu ise “arkadaşlar bakın şunun korkunç haline!” diyor, bağrışarak gülüşüyorlar. Açıktan ya da sakladıkları bira viski gibi içecekleri içiyordu bazıları. Behiye fark ettiğinde onları kibarca kovuyordu. Kadının biri gelip yufka yapmasını istedi, Behiye uğraştı; ama çok zorlandı, canı çıktı nerdeyse, kadın kısa sonra yine geldi; çünkü yufkayı çok beğenmişti, çocukluğunda rahmetli annesinin ramazan ayında börek ya da tatlı yaptığı çok lezzetli yufkalara benzetmişti ürünü, ve daha fazla yufka istedi, Behiye çabaladı canını dişine taktı ,ona yufka yaptı, bir daha gelmesin diye dua etti; ama kadın mahallesinden üç beş kadınla geldi, onlar da yufka almak istiyordu. Behiye her geçen gün ona ağır gelen işin zorluğunu, yoğun emek, beceri gerektiren yanına alışmaya başladı, hele de o sırada sohbet edecek bir kadın dostu çay varsa yanında dağlar kadar yüksek yufka açabilirdi. Kısa zamanda iş büyüdü, ama bu dar yerde bu müşteriye hizmet edilmezdi, birkaç ay sonraydı. Üç katlı eski bir evin harabe gibi olan birinci katını gözüne kestirdi, ağaçlar arasındaydı, yüksek, geçilmez vahşi dikenlikler…küçük, tabanı yosunlu ve ağaçları sarmaşıklı şirin bir bahçesi vardı…

NOT ELDEN GEÇİRİP YENİDEN YÜKLEDİM DEVAMI VAR!

KİTAP İZLERİ

Kendi Işığına Yürü

M. Kemal Sayar

Karanlığın Ortasında Bir Işık: Kemal Sayar'dan Toplumsal Travmaya Edebî Bir İlk Yardım Türkiye'nin kolektif bilincinin pandemi, ekonomik krizler ve depremlerin derin yaralarıyla gölgelendiği bir çağda,
İncelemeyi Oku

Yorumlar

Başa Dön