uzundur, biten kısmı koyuyorum....
Hasan, yatağın altına saklanmıştı. Kalbi heyecanla çarpıyordu. Onların ayaklarına baktı, odadan dışarı çıktıklarını izledi, nefesini tutarak.
Çıktılar ve Hasan rahat ve derin bir nefes aldı.
Az daha bekledi ve çıktı yatağın altından. Sesleri dinledi. Kapı önündeydiler ve sohbet ediyor, tatlı tatlı tartışıyor ve gülüyorlardı, neşeliydiler. Hasan, mutfağın nerede olduğunu öğrendi ve bir çuval geçirdi eline. Peynir, sucuk, patates, şeker, çay, erişte, pirinç, bulgur aldı, daha fazla şey alacaktı, sonu kötü olur diye korktu, her şeyden az az almaya karar verdi. Bir kaba biraz peynir koydu, bir kutuya bal. Bir kutuya çökelek. Zeytin. Beş yumurta. Ceviz. Bazlama beş ekmek. Domates. Salatalık. Biber, patlıcan. Dolap doluydu ve az az aldığı için bu kafayı yemiş moruklar herhalde fark etmezlerdi durumu.
Tam pencereden çıkacaktı ki ses duydu: “Nereye genç adam?” diye sordu yaşlı adam.
Hasan, yere düştü korkuyla.
“Çok özür dilerim dede, bağışla, çok açtım geldim mecbur. Haydar yemek bırakmadı!” Ağlayacak gibi söylemişti.
“Al çuvalını git. Sakın gelme buraya bir daha. Armut ağacının oraya köpek bağladı. Benim karı Haydar’la anlaştı. Sabah Haydar uğradı. Ağacın altına tuzak kurdu. Hanım yardım etti. Karşılığında hanıma ağrı ilacı getirecek.”
“Nene çok ayıp etti. Bir ağrı ilacı için değer mi?”
“Ne biri be! 5O kutu. Ve uzun zamandır görmediği moloz kız kardeşini getirecek uzak bir yerden. Hiç de sevmem onu. Uyuzun tekidir. Gençlik zamanlarımda yaptığım yanlışları anlatıp durur yeni olmuş gibi. Dalgacı. Tam bir bunak.”
“Dede sana borçluyum, bana büyük iyilik yaptın!”
“Bak oğlum. Benim karı deli. Ama Haydar’dan uzak dursan iyi edersin. Çünkü o daha çok deli.”
“Peki, sen neden satmadın beni?”
“Satacaktım nerdeyse. Sik kaldırma hapı alayım dedi. Elli kutu. Kabul etmedim.”
“Alemsin dede.”
“Şaka yaptım; sersem! Bas git.”
Hasan, çuvalı alıp kaçtı.
Ormanda ilerlerken bir patika fark etti, burası kestirme olabilirdi, patikaya saptı, patika bitmek bilmiyordu, bu sırada sürekli içindeki ses şöyle diyordu: “Otur biraz karnını doyur, öyle devam edersin.” Bir şey olur da çuvaldaki bütün hazineyi kaybedebileceğini sezmişti; ama otomatiğe bağlanmış gibiydi ve süratliydi, duramıyordu, öte yandan Haydar aniden gelirse onun çalışmadığını görürse iyi olmazdı, süratini almıştı ve duramazdı, aniden ormanın sağından iki genç çıkıverdi. Uzun, yapılıydılar. 25 yaşında gösteriyorlardı, biri çok yapılıydı. Vücut geliştirme yapmış gibiydi. Vurduğunu devirecek birine benziyordu.
ON DAKİKA ÖNCE
Kafadar gençler ormanın derinlerinde uyuşturucu madde içmişlerdi. Güç bela ayağa kalkmışlardı, ayakta sallanıyorlardı, yürümeye başladılar ama sağa sola yalpalayıp düşüyorlardı, o sırada muhabbet etmeye çalışıyorlardı.
“Bi yürümesini becersen.”
“Sen kendine bak önce tavuk.”
Biri birine yardım etti düşmesin diye, koluna girdi ama az sonra biri düşünce birlikte yere yuvarlandılar. Gülmeye başladılar. Küfür ettiler.
“Taş varmış ayağıma takıldı.”
“Bu işi bıraksak iyi olacak. Sonu iyi değil kanka. Var mısın?”
“Varım; nasıl olacak bu iş peki?”
“Mücadele ederek kazanacağız, burayı terk edip yatılı bir iş bulalım. Tavuk çiftliğinde yumurta toplayacak eleman arıyorlar. Yaz kış iş var. Ama aile atıyorlar. Belki bizi alırlar. Gidip görüşelim.”
“Nerde iş?”
“Samsun Çarşambada.”
“İkimizin de sabıka kaydı var. Almazlar.”
“Ya tövbe ettik deriz. Bir iki suça herkes bulaşır. Adam mı kestik. Senle iki kez ev basıp o şerefsizleri benzettik. Sonra polise direnme suçu. E gözüme vurdu; burnunu kırdım. Hak etti. Bıçakla yaralama. Ayağına vurdum. Hayatın doğal akışında olur böyle şeyler. Neden ev bastık? Benim kızı taciz ettiler. Neden bıçakla yaraladım. Küfretti anneme. Hep haklıydım.”
“Şu dövmeleri ne zaman yaptırdın?”
İki kolu da dövme doluydu.
İlk kez cezaevine girdiğimde. Komşu adamı pataklamıştım. Yaşım küçüktü ve ceza almadım. Adam annemi dövüyordu. Yüzüme de dövme yaptıracaktım ama yasakmış.”
Toparlandılar.
İlçe hastanesinde yatan bir arkadaşlarını görmeye gideceklerdi.
“Görüş saati geçmeden yetişmeliyiz.”
“Ya sorun etme. Önce kendimize gelmemiz lazım.
Yürü yürüdükçe açılırız.”
“Dönüşte dünkü gibi içmeye ne dersin?”
“Hani çiftlik işine bakacaktık.”
“Bakarız; önce içelim. Yol parası bulmamız lazım.”
“Para yok içmeye.”
“Borç bulurum herhalde. Üçer bira yeter bize.
Aslında bu ikisi taşı sıksa suyunu çıkaracak ruhta ve beden yapısındaydı. Bir kere suça, kavgaya bulaşmışlardı. Bir karanlık yola girmişlerdi. Hapse girip çıkmak onlar için dert değildi. Bu onlar için sivrisinek ısırığı gibi bir şeydi. Rezil olmak diye bir hisleri yoktu. Hapse girmeyi kalpleri kırılarak karşılamıyorlardı. Kavgalarında haklıydılar ve güçlüydüler. Ve en önemlisi cesurdular. Onlarda bitmek bilmeyen bir yaşam enerjisi, kabına sığmazlık vardı. En baştan bir doğru yola girseler suça kötülüğe bulaşmamak için çırpınırlardı belli.
Ama hayatta öyle durumlar var ki. Yerinde durman hata olur, yerinde durman insanlık onuruna yakışmaz ve bulaşırsın suça. İkisinin durumu böyleydi. Bu dinamik, yürekli ve cesur gençler bu yolların sonunun iyi olmayacağının gayet farkındaydı, konumlarını koruyup ağır ceza gerektiren bir suça bulaşmaktan çekiniyor ve dikkatli davranıyorlardı. Bu işlerin yırtığı, yani orospusu değillerdi.
Ellerinden gelen şimdilik buydu; şu çiftlik işi. Umut olabilirdi. Bütün suçları kendi haklarını, onurlarını, (ve sevdiklerinin) zarafetlerini korumak isterken yanlışlıkla olmuştu. İşler kavgasız çözülebilirdi; ama onların kanları kaynıyordu ve cesurdular.
İki genç tam patikaya çıkarken Hasan’la yolları kesişmişti.
İnce bıyıklı, kumral olan şöyle dedi: N’aber la, versene üç dal sigara?”
“Sigaram yok maalesef.”
“Nasıl sigaram yok dersin; muazzam bir hayal kurmuştum!?”
“Anlamadım.”
“Hayalim de bir genç adam vardı, geliyordu ve sen geldin, o genç bana bir paket sigara veriyordu. Sigarasızlıktan öldüm.”
İki genç adam kuşatmıştı Hasan’ı hemen, biri sağdaydı, biri solda.
Pis pis bakıyorlardı, Hasan anladı bela çıkacaktı.
“Yalan atma. Çıkar sigarayı.”
“Gerçekten yok sigaram. Olsa vermez miyim?”
“Sigaran var!” dedi tokat çaktı. “Nasıl sigaram yok oğlum. Sigara içmeyene adam denir mi? Sigaramız bitmiş. Mahvolduk. Kaç saattir biri geçse de sigara verse diye düşüncelerle mahvolduk ve sen gelmiş sigara yok diyorsun, bak bizim rüyamızı yıkmaya hakkın var mı? Yok. Sigara var ve yok diyorsun.
“Yemin ederim ki sigaram yok.”
Ellerini cebine attı. Çıkardı.
Göbekli olan şöyle dedi: “Sigarası yok bu zavallının, bence gerçek söylüyor, zorlama; ama çuvalı var. Ne var çuvalda?”
“Yiyecek.”
“Sigaran var ya da yok fark etmez; kafamı bozdun, seni dövmeden canım rahat etmez.”
Öteki çuvalı aldı, yere koydu ve içini açtı: “Ooo, kanka burası tam bizlik! Acayip acıkmıştık. Çocuğu bırak gitsin.”
“Yok; orospu çocuğunun sigarası yok. Onu dövmeden salmam.”
Birkaç tokat. Yumruk. Tekme salladı.
Hasan, yere yıkıldı: “ne olursun vurma abi. Yiyeceklerimi aldınız ya. Onları sigara yerine say.”
“Özür dileceğine; namussuz neler diyorsun haklıymış gibi. Hayalinizin içine sıçtın; özür dileyeceğine!”
Hasan, yerdeydi.
Hasan’ın kafaya tekme attı ve bu çok can yaktı.
“Hayalinizin içine sıçayım lan! Şerefsizler!” diye bağırdı. Bir patlama, isyandı bu.
Kumral genç durdu, şaşkındı, bunu hiç beklemiyordu, dondu, onu seyrediyordu, atılacaktı: “Ananı dikeceğim lan. Seni mahvetcem!”
Yapılı olan onu tuttu: “Ya aldık alacağımızı. Yürü gidelim!”
Tabi o araya girene kadar Hasan’ın kafasına ve karnına birkaç tekme indirmişti.
Onlar uzaklaşırken Hasan perişan vaziyetteydi ve ağlıyordu. Canı çok yakıyordu, bazı yerleri uyuşmuştu, bazı yerlerinde keskin bir acı vardı, taşla vurulmuş gibi. Hayatında ilk kez böyle dayak yemişti, suçsuz yere. İki sefilin gidişine baktı, güle oynaya, şen şakrak biçimde hiçbir şey olmamış gibi gidiyorlar, yüksel sesle sohbet ediyorlardı.
Hasan ise deli bir öfke hissediyordu. İkili ilerliyordu. Hasan gözlerini ondan alamıyordu ve acısını unuttu bir andan. Yerden iki iri taş aldı ve fırladı.
Epey ilerledi ve ikili bir noktaya gelince eğilip ağacın arkasına saklandılar. Orada bir şeyi dikizliyorlardı, orada bir şey oluyor ve ikili her nedense kendilerini saklıyordu.
Hasan, onlara görünmeden aynı hizada o noktaya yaklaştı ve ileri baktı, onların baktığı her neyse.
Eski model bir araç vardı. Bu araçlar yollarda teneke gibi ezilir ve ikiye bölünür. Çok az parası olanlar ikinci el aldığı bir araçtır. Aracın ön kaputuna uzun saçlı bir genç adam oturuyordu. 25 yaşında olmalıydı. Favorisi vardı. Keçi sakallıydı ve sakarı on santim kadar örmüştü, bir kulağında Afrikalıların taktığı gibi büyük kırmızı bir küpe vardı. Genç kız karşısındaydı. Sigara paketinden sigara çıkarıyordu. Gözlerinde siyah camlı güneş gözlüğü vardı. Siyah saçları küt biçiminde kesilmişti ama bir kuyruk bırakılmıştı enseden. O kuyruk pençe, sarı ve kırmızı renkteydi, yele gibi tatlı bir kuyruktu bu, uzundu, genç kızın havasına kozmik bir şey katıyordu sanki. Dudakları kırmızı boyalıydı. Gözlerine sarı far sürmüştü. Pembe mini etek giymişti. Üstünde sarı tişört vardı. Bebek gibiydi ve çocuksuydu sen tonu konuşma biçimi.
“İçme şu pisliği aşkım” dedi genç adam.
“Sen içiyorsun ya?”
“Güzel ağzına yakışmıyor. Kötü kokacak ağzın. Seni bütün kötü şeylerden uzak tutmak, korumak istiyorum.”
“Peki ya şeytanın tekiysem.” Güldü. “Bir dal içeceğim sadece.”
Çift birkaç aydır sevgiliydi, evlenmek istiyorlardı; ama paraları yoktu, ayrıca bu işe, bu büyük ve ölmez aşka her ikisinin ailesi de karşıydı. “Çok iyi bir kız buldum, evleneceğiz baba” demişti genç adam babasına. İyi, evlen demişti babası, umursamazca,
Onu seninle tanıştırmak için sabırsızlanıyorum.
Baba kendini tutamadı daha: lan geri zekalı, paran pulun var mı ki? Kaç işe koydum seni; çıktın, senden bir şey olmaz diyeceğim ama demeyeyim. Bu işi becerecek yürütecek düzeyde değilsin. Elin kızının günahına da girme. Cicim ayları bitince boşanırsınız.
Bu arada birbirinizi yersiniz kendi köpek gibi. Yok çocuğu göstermedi filan diye gelir yanımda ağlarsın. Git konuş diye destek istersin. Kız sana delice nefret doluyken yaşamaya çalışır ve her şeyden, her acısından seni sorumlu tutar, sana beddua edip durur ve bir çocukla hayatta kalma savaşı verirken sana lanetler okuyup durur. Haklıdır da. Kendi ailesiyle de arası kötü olur. Şeytana uyarsan bir gün çocuğumu göstermiyor diye elinde silahla kızın evini basar beş altı kişiyi öldürürsün belki. Gazete haberinde gördüğümüz gibi.”
Babasına kalbi kırık biçimde baktı ve başını önüne eğdi. “Peki baba” dedi. Babasının dediklerini uzun uzun düşündü yolda yürürken gece yarısı. Babası boş konuşmazdı, onunla arası hep iyi olmuştu, babası ona hep yol gösterir, rehber olurdu; ama bu kez ilk kez çok sert konuşmuştu, destek görememesi onu kahretmişti. Aslında can sıkıcı sebepler olmasa işten çıkmazdı.
Gece üç bira içip geç saatte eve gelmişti, yaz ayıydı, babası balkonda annesiyle oturuyordu,
Genç adam anahtarıyla kapıyı açıp eve girdi. Mutfaktan babasının annesine şöyle dediğini işitti:
Bir işe girsin. Yıllarca çalışsın, para biriktirsin. Evlenme dene işi böyle gerçekleşirse iyi sonuç alınır. Ben aileme zor bakıyorum, kız ne iş yapıyor bilmiyorum, bu zamanda karı koca delice çalışmazsa evi geçindirmek çocuk bakmak büyütmek imkansız. Oğlana sen söyle. En son konuştum yüzü düştü, üzüldü. Ben de üzüldüm tabi. Sen anlat. Sen ne dersen de kırılmaz. Nasıl bir kız bilmiyorum, esrarkeş mi, alkolik mi, götün teki mi? Kime sardı bizim oğlan kafayı. Delinin tekiyse bizim oğlanı kaybolup gider. Sen sor soruştur konuş oğlanla. Biz değerli bir çocuk yetirtirdik bin bir emekle. Ataması çıksa ne iyi olurdu, şans işte. Onca sene okuttuk, bir türü şansı dönmedi. Ne güzel resim öğretmeni olacaktı.”
Adam devlet hastanesinde şofördü, üç çocuğu daha vardı.
Genç adam odasına girdi ve yatağa uzanıp ağlamaya başladı karanlıkta. Az sonra annesi girdi odaya ve sözlerine başladı.