Hepimiz farkındayızdır, bazı kalıpların hayatlarımızı kolaylaştırırken, bazılarının ne kadar çok zorlaştırdığının. Kendi kırdığımız bir vazo için kardeşimizi ya da komşumuzun yaramaz oğlunu suçlayarak, ceza almaktan kurtulduğumuz gün keşfetmişizdir artık kendimiz için hayatı kolaylaştırmanın o ucuz yolunu...
Yalan söylememenin büyük bir erdem olduğu öğretilmişse; en yakınınızdakiler, çocukluk arkadaşlarınız, aileniz, her ne koşulda olursa olsunlar, bu yöntemlere başvurmayacak kadar korumuşlarsa erdemlerini —ki bu çağda pek azdır sayıları onların— siz de ileride onurlu birer insan olarak devam edebileceksinizdir yaşamlarınıza. Ama belki!
Bu durumda siz, şanslı olan o azınlıktansınız demektir. Ama yaşam gittikçe zorlaşırken, daha doğrusu bildiğimiz ya da bilmediğimiz, gördüğümüz —daha doğrusu gördüğümüzün arkasında görmediğimiz— bambaşka güçler yaşamımızı gittikçe zorlaştırırken, hiçbiriniz, eğer ki o azınlıktan değilseniz, yaşamı kolaylaştıracak kalıplar varken irade savaşına girmezsiniz kendinizle...
Dışarıda gerçek bir savaş varken, bir savaş da kendinizle yaratmanın anlamı yoktur. Doğanıza sığınırsınız. Kiminiz yaradılış der buna.
İnsanız. Akıllı varlıklarız. Kendimizi kandırabiliriz. Yanlışlarımıza güzel kılıflar biçip, dikebiliriz. İstedikten sonra her birimiz, yetenekli birer terziyiz.
Kaybedenler —ya da belki kazananlar— bu onursuz yaşamın hızına ayak uyduramayanlardır belki. Onlar gerçek "barış"çılar...
Dışarıda büyük savaşlar oluyor, insanlar ölüyor. Ben bir doktor olarak insanların, okuyan, yazan, düşünen bir insan olarak insanlığın ölmemesi için savaşmak istiyorum. Hep savaştan bahsetmek ne kötü, barışı isterken?
Olmuyor. Ne yazık ki henüz barışamıyorum. Cümlelerim barışla kurulmuyor. Yine de inancımı kaybetmiyorum. Barışlı bir yazım olacak bir gün, biliyorum. Zaten bunun için savaşıyorum.
Hayatımızı kolaylaştıracak kalıplardan bahsederken, bir savaşın ortasında buldum kendimi. Nasıl oldu da buraya getirdi kalemim beni, inanın farkında bile değilim. Biraz düşünsem bulabilirim sanırım.
...
Dış dünyada, egemen güçlerin yarattığı kaos, hayatımızı allak bullak etmeye yetiyor iken; kendi içimizde bir savaşı kaldıracak güçte görmediğimiz için kendimizi, hayatımızı kolaylaştıran kalıplara başvurduğumuzdan bahsediyordum.
Sonra o kalıpların, kostümlerin, büründüğümüz rollerin; giyile giyile, oynana oynana nasıl bizim birer parçamız olduklarından bahsedecektim, takılı kalmasaydım savaşa...
Sihirli güçleri olan kostümler: her renkten, her desenden, her yere uyum sağlatacak... Kimisi gösterişli, kimisi ucuz, kimisi sıradan. Onlarca, yüzlerce kostüm... Artık hepsi gardıroplarımızın vazgeçilmez birer parçası.
Sihirli olduğunu söylemiştim kostümlerin. Mesela “dünyaya bir kere geldim ben” kostümünü giyerseniz, her şey olduğundan o kadar başka görünür ki gözünüze, siz bile inanamazsınız.
“Gurur”u bir palyaço gibi görürsünüz. Şaka yapmıyorum. Burnunda kocaman kırmızı plastik bir top, kıvırcık rengârenk bir peruk, koca bir göbekle sizi eğlendiren bir palyaçodur artık. “Gurur” yapılacak zaman değildir; dünyaya bir kere geliyorsunuz. “Yaşayın.” diye fısıldar kostüm. Gülerek geçersiniz gururu.
Bir de “nasılsa herkes” kostümü vardır. Onun üzerine “günümüzde artık böyle” makyajını yaparsanız, karşınızda etkilemeyeceğiniz insan kalmaz. Tek kötü yanı, o kostüm “onur”u tanımaz.
O kadar çok duygu, o kadar çok insan, o kadar çok yaşanacak şey vardır ki, elzem bir şey değildir zaten "onur". Olmasa da olur. Yani kostümünüz deforme sayılmaz.
Sadece birkaçından bahsettiğim, her kostümle bambaşka bir havaya büründüğümüz sayısız kostümlerimiz var.
Hiçbirimiz, beğendiği bir takımın aynı renginden on tane alıp, “Her gün ne giyeceğimi düşünmeyeyim.” diyen bir bilim insanı değiliz.
Yoksa teknoloji mi kirletti yaşamlarımızı? İnanılmaz bir hızla her gün bir yenilik ve çöpe attığımız eskiler.
Bilginin fazlası göz çıkarırdı belki de... Yanlış bir tespitte bulunmuş olabilirler miydi atalarımız?
Bir kitabın raf ömrünü iki yıla düşüren hızda artan bilgi... Kirliliktir belki.
Sadece düşünceden düşünceye atlıyor beynim. Bir başlangıç arıyorum ama bulabildiğim her başlangıçtan geriye doğru gidip başka bir başlangıç buluyorum.
Nereye gittiğimiz kadar, nereden geldiğimizi de merak ediyorum. İnsanlar ve insanlık hep böyleydi de bunu görmek için büyümek mi gerekiyordu acaba?
Bu konuda bilgili değilim. Okumalıyım.
Şu an TUS'a hazırlanıyor olmasam, çoktan bir kitapçının yolunu tutmuştum...Şöyle başlamış olabilir miydi ki kaos?
Mesela, bir gün egemen güçler, insanlığı nasıl en kolay yoldan ele geçirebileceklerine dair beyin fırtınası yapmak üzere gökdelenlerden birinin tepesinde toplanmaya karar vermişlerdir. Devasa bir masanın etrafında, rahat mı rahat koltuklarına, kocaman göbekleriyle yayılmışlardır.
Araya giren bulutlar, ara ara birbirlerinin yüzlerini görmelerine engel oluyordur. O derece yüksektelerdir. Aynı anda konuşup birbirlerini duymuyorlardır bazen. O kadar ki, yönetenlerdir hepsi…
Her biri kendince bir fikir ortaya atmaktaydı; kimisi iç savaşların daha etkili olacağından, kimisi zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapmaktan, kimisi genetik çalışmalarla insanları yönetmeyi kolaylaştırmaktan bahsediyordur.
Bir türlü ortak bir noktada buluşamamışlardır. Zaten pek nadir duyuyorlardır kendi seslerinden başka sesleri. Ama duydukları fikirler de onlara ya demode ya da ütopik geliyordur; Her şeye bir kulp takmayı beceriyorlardır.
Tam kırk dakikadır toplanmışlardır ve hâlâ bir fikir birliği sağlayamamışlardır. Zaman değerlidir onlar için. Zamanlarını insanlığı yok etmek için harcamak yerine, konuşarak geçirdikleri kırk dakika…
Hemen bir sonuca varacaklarsa varmalı, yoksa yine herkes kendi metodunu uygulayarak yarattıkları kaosu devam ettirmelidir.
Kendi haline bırakılmamalıdır insanlar.
Çünkü çok da âciz yaratıklar değillerdir. Dönem dönem yönetime başkaldırıp, hâkimiyeti ellerine geçirecek gibi olmuşlardır da…
Masada homurdanıp duran, ara ara konuşup çoğunlukla tıkınan adamlar arasından bir tanesinin, uygun zaman için fırsat kolladığı belliydi.
Söz aldı. Ayrı ayrı ırklarla, dillerle, dinlerle uğraşmak, her ülkenin, her kıtanın ayrı ayrı parçalanmasıyla ilgili stratejiler üretmektense, sadece bir düşünceyi insanların beynine sokarak bunu başarabileceklerini söyledi adam.
Merak yaratarak konuşmasını sürdürüyor, düşüncesini bir anda söylemiyor, dikkatleri üzerinde toplamayı başarıyordu. Söyleyeceği şeye güvendiği belliydi.
İnsanlarda güven uyandırdığını sezdiği an:
“Değiştirebileceklerine dair inançlarını yok edelim.” “İnsanlara âciz birer varlık olduklarını hissettirelim.” “İnsanlar doğuyor ve ölüyorlar. Yeni bir nesil, sadece bizim öğretilerimizle yetişebilir. Bu bir anda olmayacak elbette...” Derken şimşekler çaktı. Gök gürledi. On dakika sonra yağmurun yağacağını anlamak güç değildi.
Ayrıntıları hızla anlattı. Kabul görmüştü düşüncesi. İnançlarını ellerinden almak, insanlığın sonunu getirmek demek olabilirdi.
Belki gerçekten böyle başlamıştı kaos. Ya da her çağda, yanlışlar silsilesiydi insan. Hep böyleydi de biz sadece büyüyünce fark ediyorduk.
Bilmiyordum. Okumalıydım. Tıbba gömülmüştüm.
Biri üzerimdeki şu toprağı kaldırıverse, gerçekten de bir kitapçıya koşar mıydım ki?
Emin değilim. Toprak altında çalışmaktan sıkılmıştım zaten. Masamı aydınlığa kurup bir de çay demleyip, “Biraz da burada ders çalışayım. Zaten sadece seksen gün kaldı TUS’a.” diyebilirdim. Sanırım böyle derdim.
Bilgi kirlilik derecesinde artmış, uzmanlık dalları yine yeniden başka dallara ayrılmıştı. Çalışmak, durmadan çalışmak gerekiyordu. Gömülmek toprağa, hapsolmak karanlığa…
Yeryüzünü ayaklarımızın altından çektikleri hızda koşmazsak, kaybolurduk boşlukta. Savaşmalıydık!
İşte bu yüzden savaşanlar yaşıyordu dünyada. İşte bu yüzden yaşıyordum ben de. Ve bu yüzden savaşı yazıyordum.
Diğerleri birer birer kayboldular boşlukta; ya kendileri son verdiler ya da bir suikastle son verildi onların yaşamlarına.
Güzel insanlardı onlar. Aslında savaştılar. Bu yüzden yok oldular. Ama yöntemleri fazla erdemliydi. Biz gibi değillerdi. Yaşayanlardan başkaydılar onlar.
Bilmiyorum.
Zaman kaybediyordum. Yazdıkça yazıyordum. Halbuki ders çalışmalıydım.
Ne dünyada olanlar, ne de ülkemde, şehrimde, sokağımda olanlar ilgimi çekmiyordu.
Gerçi “ilgi”nin çekilmesi için de uyaran gerekiyordu. Gece gündüz bir masa lambası, birkaç fosforlu kalem, bir kitap ve bazen bir fincan çay, bazense kahve olan masamda tek uyaranım, odamdaki su ısıtıcısıydı. Su yeterli sıcaklığa ulaşınca duruyor, soğuyunca yeniden çalışıyordu.
Buydu tek uyaranım.
Ben de mi sindirilmiştim?
Gerçi öyle görmüyorum ben kendimi. Henüz sindirilip dışkılanmadığıma eminim.
Kolayca hazmetmelerine izin vermeyeceğim. Çiğnendiğim doğrudur, ama bilin ki beklemekteyim. Çalışıp gömüldüğüm karanlık, benim bekleyişim…
Evet, biliyordum artık: Değiştireceğimize olan inancımızı aldılar. Böyle başladı kaos.
İnancımızı kaybedince vazgeçtik çabalamaktan.
Tam “Peki neden yaşıyoruz?” diye sorgulamaya başladığımız zaman, yazdıkları kişisel gelişim kitaplarını sürdüler piyasaya.
Derinleşmemize izin vermeden, daha fazla sormamızı engellediler. Cevabını verdiler tüm sorularımızın:
“Carpe diem!” dediler. Ne olduğunu bile anlamadık birçoğumuz. Tercüme ettiler: “An’ı yaşa.” dediler. Yaşadık. Yanıldık. Ama yanıldığımızı bile anlamadık. Birbirimizi koklamaktan, kitap kokusunu unuttuk. Elbette kitap kokusu konusunda gelişen teknolojinin hakkını yememek gerek; e-book’lar çıktı piyasaya.
Sonra doğayı yok ettiler, birbirimizi izledik.
Gün geçtikçe yaşamak için fazla çalışmak gerekti.
Bilgiye boğdular, sonra sınayıp onurlandırdılar uzmanlıklarla bizi. Her aşamada çalıştık. Bazen yorulduk. Ve başarısızlığı tattık. İnancımızı kaybettik. Egomuz sarsıldı.
Bilgiyle sınanıp dururken, düşünmeyi unuttuk. Değiştik. Değiştirildik. Zorlandık. Tek başımıza zayıftık. Tutunduk birbirimize. Güç aldığımız erdemlerimiz, onurumuz ve gururumuz çoktan terk etmişti bizi.
Kostümlerimiz bizi biz olmaktan uzaklaştırdığında, “gurur”a palyaço muamelesi yapıp, “onur”u görmezden gelmiştik. Bu yüzden işte, her defasında başka birine tutunduk. Çoktan kaybetmiştik çünkü, bizi yalnız da güçlü kılacak değerlerimizi…
Geçen gün, bu sene yapılmış bir araştırma çarptı gözüme. Araştırmanın sonucuna göre günümüz insanlarının onda dördü boşanıyormuş. Sağlık sektöründeyse bu oran daha fazlaymış.
Neden, dedim kendi kendime. Ne olmuştu? Ne değişmişti?
Nereden gelmiştik, nereye gidiyorduk, derken… İşte bu sorular, bu yazıyı doğurdu.
Neden?
Bilgiye boğulan insanın düşünmeyi unutması olabilir mi bir nedeni? Düşünmeyen insanın merak etmemesi, Merak etmeyen insanın, her gününün bir diğeriyle aynı geçtiği yaşamına farklık katmak istemesi…
Gittikçe ağırlaşan çalışma şartları, Bilimden uzaklaşıp maddiyata yönlendirilişimiz, Yavaş yavaş çökertilen ahlaki değerlerimiz, Doyumsuzlaştırılan günümüz insanı…
Bunların hepsi, bu değişimlerin hepsi, bir sonuca götürüyor bizi. Hepsi aynı amaca hizmet ediyor aslında.
İnce ince işlediler üzerimize gerçeklerini. Parça parça değiştik. Yavaş yavaş, yadırgatmadan, kabullendire kabullendire değiştirdiler. Yakıştırdık üzerimize işlediklerini. Zaten hep üzerimizdeymiş, hep bizim birer parçamızlarmış gibi hissettik. Değiştiğimizi bile anlamadık. Ve değiştik.
Karmaşık mı geldi? Her konudan bir parça var gibi mi?
Yazı da bir bütün değil de sanki kaotik gibi?
Bağlantıları kuramayacak kadar yorulmuş muydu beyniniz?
Belki gereksiz ve saçma buldunuz.
Belki dışarı çıkmak varken bu yazıyı okumak zaman kaybı geldi. Suçlamalarımı okuyacak kadar zaman ayırmadınız bile.
Suçlamıyorum sizi. Günümüz insanısınız. Yorgunsunuz. Savaşmadan güzel yaşamak istiyorsunuz.
Bir şey söyleyeyim mi? Ben de öyle istiyorum. Çünkü bu insanca. Çok insanca…
Ama birileri istemiyor. Hem de güçlü birileri…
Hiç mi anlamadınız?
Belki ben suçluyum gerçekten. Yani ben hiç anlatamadım. Bağlantıları mı güçlü kuramadım?
Emin değilim. Yorgun çünkü beynim. Dün on saat ders çalıştım. Şimdi biraz dinlenip bugün de çalışmamı on saate tamamlamalıyım.
Evet, ben de sizin gibi bu çağın insanıyım.
Sadece...
Bekleyişlerimiz kısa sürer umarım.
Bir gün denk düşer değişim için ayaklanmalarımız. Belki o zaman, kocaman bir güç olur. İşte o zaman, meydan okuyup dünyaya...
Yine birbirimize tutunarak, Ama bu kez düşünceden kaçmak için değil. Güdülerimizle değil. Bu kez güvenle, destekle tutunup birbirimize, direnerek yaşarız bizi eksiltenlere.
Daha az kostümle, Daha fazla kendimiz gibi...
Onurlu ve erdemli.