Hava kapanmıştı. Gökyüzü karanlığı, şehrin üzerine ağır bir örtü gibi sermişti. Mesai bitmişti ama günün yükü omuzlarından inmedi. İçinden tek bir cümle geçiyordu: Bir an önce eve gitmeliyim.
Çocuklarının sesi, eşinin yüzündeki sıcak tebessüm… O ev, günün bütün ağırlığını sessizce alıp bir köşeye bırakabilecek tek yerdi.
Yağmur hızlandı. Pardösüsüne, saçlarına, yüzüne değil sadece; içine de işliyordu. Her adımda ayakkabılarının içine dolan soğuk suyu hissediyordu. Tabanı çoktan delikti. Ayakkabı olmaktan çıkmış, yorgunluğun sessiz bir kanıtına dönüşmüştü.
Durdu. Bu halde yürüyemezdi. Bir taksi çağıracaktı.
Elektrik direğinin yanına ilerledi. Yolun kenarında biriken suyu fark etti. Aldırmadı. Zaten ıslanmıştı.
Düğmeye uzandı.
Bir anlık bir ses… Sonra bedeni irkildi.
Yağmur durmadı. O güç kaybederken de durmadı. Yere yığıldığında bile yağmur yağmaya devam etti.
Direğin dibindeki su birikintisi, hareketsiz bedenini yarım yamalak örten karanlık bir ayna gibiydi. Delik ayakkabının içine dolan yağmur suyu sessizce orada kaldı.
Bir ömrün taşıyamadığı yük gibi.




