Bir dil yarasıydı bizimkisi… Görünmeyen, dokunulmaz, ama her kelimede kanayan. Oysa öyle içtendi her şey, öyle saf, öyle tertemizdi ki; dünya bizi kanlı bıçaklı etmez sanmıştım. Birbirimize yaslandığımızda düşmeyeceğimize, bir kelimenin bizi paramparça edemeyeceğine inanmıştım.
Ama yıllar adım adım ilerledi. Önce masumca görünen kırgınlıklar büyüdü, küçücük pürüzler koca dağlara dönüştü. Biz, üstünde durulmayacak onca basit sorunu sırtımıza yük ettik. Ve ben, geç de olsa anladım; insan ağır ağır çürüyormuş, tıpkı kökleri susuz bırakılmış bir ağaç gibi.
Bil ki bugün yanıyor, soluyor ömrüm. Nefesim her an tükeniyor, ama sen farkında bile değilsin. İki kere ölünürmüş meğer; biri toprak seni çağırdığında, diğeri hâlâ yaşarken içindeki ışık söndüğünde. Ben bunu, canlı canlı ölürken öğrendim. Önce annemi kaybettim, sonra seni.
Ellerinde bir güldüm ben; senin avuçlarında açtım, yine senin ellerinde solup döküldüm. İçindeki sıcaklık soğuyana kadar bekledim, belki dönersin diye. Ama şimdi biliyorum, tüm o düşen yapraklarım bir sonbaharın habercisiydi. Bir daha bahar olmayacakmış gibi, döne döne yitip gittim.
İnancını kaybetmiş ruhumun tek ışığı sendin. O ışık söndüğünde, geriye yalnızca karanlık kaldı. Aşk olan tarafım çoktan gömüldü; artık ruhumun hiçbir kıyısında yeşermiyor o umut. Sadece rüzgâr var, kuruyan dallarımı kırıp götüren.
Bil ki kalbimde hâlâ bir izsin. Yanımda olup da uzanamadığım… Unutulmaz bir yara, kapanmayan bir kesik. Belki zaman akacak, yıllar geçecek, ama seninle içimde açılan o boşluk, hiçbir şeyle dolmayacak. Çünkü bazı yaralar kabuk bağlasa da asla iyileşmez.