Bir İşin Efendisi Olmak İçin...
Bir işin efendisi olmak istiyorsanız, önce kölesi olmalısınız!
Köleliği övebilirim ama bahsedeceğim kölelik, Hindistan’daki kast sisteminde toplumu beş farklı sınıfa ayıran, son iki tabakasını oluşturan “Sudra ve Paryalar” tipi bir kölelik değil. İşçi ve kölelerden oluşan Sudraların, Paryalardan tek farkı düzenli bir ekonomik gelire sahip olmalarıydı. Ancak onlar da Paryalar gibi sınıf atlayamaz ve ölene kadar köle kalırlardı.
Kim ölene kadar köle kalmak ister ki?
Ben ölene kadar köle kalmaktan bahsetmiyorum. Diyorum ki, bir işte iyi olmak istiyorsanız bir süre o işin mutfağında fazlasıyla pişmelisiniz.
Bu tip bir kölelikle gurur duyarım. Eğer bir işin kölesiysem, “en iyi köle olmalıyım” da demiyorum. Çünkü “en iyi” olmak, başkasıyla yarışta olmayı gerektirir. Bense yarışma fikrinden hoşlanmıyorum.
Kendimle uğraşmanın her zaman keyif verici olduğunu söyleyemem tabii. Hatta çoğu zaman çok zorlayıcı olduğunu düşünsem de, kendimle uğraşmayı severim. Dünden bir adım ötede hissediyorsam kendimi, daha iyi bir köleysem düne göre, mutluluk budur benim için. Bir gün efendisi olacağım o yolda bir adım öteye gidebilmektir haz.
Peki o zaman, yürüdüğümüz bu yolda zaman zaman hissettiğimiz o tükenmişlik hissi de neydi?
Çok güzel yazmıştı @huzursuzbeyin: “Enerji harcıyorum ama gelişmiyorum, enerji harcıyorum ama değer katmıyorum, enerji harcıyorum ama görülmüyorum.”
Tükenmişlik, yorulmak demek değildi. Çünkü biliyoruz ki kölelik, zaten yorulmaktı ve bu yorgunluk sizi bir adım öteye götürdükçe umut vardı. Efendiliğe gidecek o uzun yol, zaten emek sarf etmenin bir sonucu olacaktı.
Bazen durduğunuzu düşünürsünüz. Aslında çabalıyorsunuzdur ancak yerinizde sayıyorsunuzdur. Ya da öyle olduğunuzu düşünüyorsunuzdur. Bilemem. Ya da düşündürülüyorsunuzdur.
İşte o noktada satrançtaki piyon sanarsınız kendinizi. Taşlar değişmez, bilirsiniz. Piyon, oyunun sonuna kadar piyon olarak kalacaktır. Öyle yontulmuştur. Ya da benzer şekilde, kast sisteminde bir Sudra’dır o: Ölene kadar para kazanan bir köle. Tıpkı sizin gibi.
Kendinizi, efendi olmak için çalışan bir köle gibi görmeyip bir Sudra gibi görmeye başladıysanız, tükenmişlik hissi kaçınılmazdır sizin için.
O anlarda bir dibe batmışlık hissi, bir çaresizlik ve karanlık hâkimdir hayatınıza. Sama Bada’nın şöyle bir karikatürüne rastladım bu günlerde:
“Sessizliğin ve karanlığın elinden tuttuğumda, inandığım şeylerin, inandırıldığım şeyler olduğunu anladım.” Benim için çok etkileyiciydi.
Boşluğu siz doldurun: ……….. hissiyle dolduğum o anlarda sadece kendimi dinlemek isterim ben. Kapanırım. Kaybolurum. Kulaklarımı tıkarım size. Çünkü inandırılmak istemem söylediklerinize.
Çünkü konuşan hiç kimse, senin var olma yolunda senin yanında ve destekçin olmak için konuşmuyordur, bilirim. En yakınındakiler bile “Sen durmaksızın koşan bir atsın.” derler, “Hayal kurma.”
Ben hayal kurmayı severim.
Benim için hedefe varmak değildir yaşamın gayesi. Yürüyecek bir yolumun olması yeterlidir keyif almam için. Yani kısaca ben, düşünceni sormadıkça sana duymak istemem. Ama çok meraklıyızdır hepimiz o üstün düşüncelerimizle, ruhu yorgun kişiye el uzatıyor görünmeye.
Gerçekten elinden tuttuğunuzu sanıyorsunuzdur, bilemem. Çünkü ihtiyaç duyarız… Ne kadar hırslı, bencil ve egoist olsak da, kötü bir insan olma düşüncesi egomuza zarar verir. Arada iyi olmalı, iyilikler yapmalıyız. En çok iyiliği de size en az yaklaşabilecek olanlara yaparsınız.
Neden mi? Çünkü sizler sadece insansınız. Ve hepiniz biliyorsunuz ki en büyük siz olmalısınız. En önemli sizsiniz, siz şahsınız, teksiniz, benzersizsiniz.
Mümkün mü peki etrafımızda binlerce şah olması?
Belki...
Ancak kendini şah sanan piyon, at ve vezirlerle sarılı bir çevremiz olduğu gerçeği bence daha gerçekti. Ve biz, sadece birer piyonduk onlar için. Böyle sanmalarının tek sebebi, aslında sadece bizden önce doğmuş olmalarıydı. Ama farkında değillerdi.
Egolarımız, oyunun piyonu olduğumuz gerçeğiyle bizi yaşatmazdı. Hepimiz kendi oyunumuzun ya şahları ya da vezirleriydik. Bugünün vezirleri ve şahları da, dünün piyonlarıydı.
Pardon, yanlış oldu: Efendiliğe giden yolun köleleriydi. Çünkü satrançtaki taşlar değişmezdi.
Kısaca: Satranç, bu yolda doğru bir benzetme tahtası değilse, bilin ki hiçbiriniz ya da hiçbirimiz şah filan değiliz.
Kimimiz köle, kimimiz efendiyiz. Ve biliriz ki köleliğin hakkını yeterince verdiğimizde, sonumuz efendilik... Tıpkı sizin gibi.