Yaşarken ölmek neymiş, öğrendim:
Can bırakmadan tükenen yılların ağırlığı omuzlarımda.
Eski hatıralarla gömülmek varmış ışığı sönen odaların, tozlu raflarda yarım kalan kahkahaların arasında.
Mutluluk diye anlattığımız hikâyelerin aslında yalnızca kurgu olduğunu, içindeki sıcaklığın birer gölgeye dönüştüğünü gördüm.
Sevgiyle oynayan ellerin ardından medet ummanın ne kadar anlamsız olduğunu öğrendim; parmak aralarından kayıp giden güvenin acısıyla baş başa kaldım.
Bazı insanların merhametten yoksun ellerinde kuruyup gitmek varmış; adım adım solan bir çiçeğin çaresizliğiyle.
Satırlara dökülen sözler birbirinden habersiz ağrılardı; geceyi bölen bir hıçkırık gibi, usul usul ilerleyen.
Gün ağarırken bile kararsızdı dünya güneş saklandı, rüzgârlar sızlandılar.
Susuzluğa terk edilmiş çiçekler gibi, yalnızlığın gölgesinde baş başa kalmak vardı; her yaprak bir vedaydı.
Perdesi aralanmamış sabahların güneşi beni tanımazken, uğur böceklerinin gözlerinden ayrı düşmek yaşamak değildir artık;
yaşamak, küçük umutların bile yankısını duyamamaktır.
Ve ben, sessiz bir sahnede, bitmemiş bir şiirin sonunda yalnızlığın adını yazıyorum.