..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Yalnızca sevgiyi öğret, çünkü sen osun. -Anonim
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Aşk Romanı > Mehmet KELEBEK




5 Kasım 2012
Sevimli Çakal  
göçebe hayat tarzı ve günümüzün yıkılan aşkları

Mehmet KELEBEK


okunması gereken akıcı bir uslup kullanılmıştır...


:AECH:


Sevimli Çakal
(ROMAN)


Yaşamın umrumda olduğu zamanı kollarken kimse dokundurmuyor düşlerini bana diye yakındı… bitkindi… aşkı üleşmek istiyordu fakat lanet olası herifi keçi gibi inatçıydı…hiç soluk aldırmıyor ve seversem ancak ben severim diyordu…oysa genç kızlığındaki hayallerde gel-git yaşıyordu... eşi evlilik öncesi ve sonrasıyla sonuna kadar kendine sadık ve sonuna kadar yanında olmalıydı... ölümün soğuk nefesini ensesinde hissedinceye kadar vijdanı merhameti ve sadakati bırakmamalıydı... kendine aşırı düşkün bir sorumluluk olmamalı fakat bağlılık sonuna kadar olmalıydı…son neydi? ölüm mü?.. ayrılık mı?.. sarmal düşler mi?.. sıradanlık mı?.. kaybetme korkusu mu neydi son?... ah yine şirrek çıkmazlardayım … diye düşünürken aklına evet yoksa son bu olmasın diye fırladı yerinden… evet ! evet ! bu olmalı son diye kendi kendine konuşmayı birkaç defa tekrarladı… işaret parmağını kaldırarak uzakları gösterip evet son şirrek çıkmazlardır ve bununla mücadele başlamalıdır artık dedi…ama birden omuzları çökkün , üzgün , buruşuk yüzlü sanki az önceki vakarlı ve kararlı kız gitmiş harabe biri gelmişti…derin düşüncelerin kısa kısa çağrışımlar getirip götürdüğü zaman sürecine girdi... bu kısa çağrışımlardan biri aklına takılı kaldı... mutlu olmalıyım... arkasından yine lanet olası bir soru daha ama nasıl dedi... birden bire aklına çocukluğu geldi…evet bununla mutlu olabilirim ve beni bir müddet oyalar diye düşündü…ilk aklına gelen portakal gilliğinin ağzına sıkışmasıydı ve kısa bir gülücükle geçiştirdi…
Köyün bütün çocukları birbiriyle yarış eder portakal gilliklerini ağızlarına sokmaya çalışırlardı… tabiî ki büyük ağızlılar kazanırdı... kendisi her yarışın değişmez sonuncusuydu... bir defasında sondan ikinci olmaya çalıştıysa da başarılı olamadı… gilliğin ağzına girmeyip üst ve alt çenesinde kenetlenerek kalması az kalsın derin facialara yol açacaktı…
Köy bakkalının kızı olmasının avantajları vardı…aşağı mahallede kavgadan mağlup dönünce gün boyu bakkalın önünde dayak yediği kızları beklerdi…kızlar görününce eline bir çubuk alarak ve ucuna tavuk pisliğini sürerek onları kovalardı…onlarsa kendinden elbette büyüktü… kendi mahallende gubarıyon değil mi ? elbet bizim oraya gelirsin diye gözdağı verirlerdi…ama bizimki günün hakkını vermiş ve mutlu bir şekilde koska yürüyüşüyle evine dönmüştü…
Evet mutlu olmanın yollarını buluyorum diye arada bir kendine gelip tekrar çocukluğuna daldı…tarlaya pamuk ekmişlerdi ve çapaya annesi ve halalarıyla birlikte giderlerdi…büyük halasının oğlu İbrahim deli dumrul gibi yerinde durmaz , haşarılıkta üstüne yoktu…bir de üstelik yanlarında kalırdı…at arabasını sürer pamuk çapasına kendilerini götürürdü…bir gün at arabasını hızlı sürmeye kalkınca köyün deresine döktü milleti... Allahtan çok derin izler bırakacak vukuatlar olmadı…sonra evine postaladılar ibrahimi.
Ne güzel… kaygılarım yoktu diye iç geçirdi… orta okulu okuyan ilk kızdı köylerinde…babası ben kızımı okutacağım dedi fakat dedesi kız çocuğu okur mu hiç diye karşı çıktı…
Annesi okula gönderirken saçını iki örgü yapar tiril tiril göndereceğim derken o güzelim saçlardan her gün bir buket yolmak zorunda kalırdı… ne isterdi kızının saçlarından… yoksa evin ilk kızı olması ve annenin çocuğuyla ilgili hayallerinin bir neticesi miydi?.. evet öyle olmalıydı diye düşündü…
Veli çocuk çobanların başıydı... kızlar ise köyün deresinden geçemezlerdi…veliye yalvarırlardı dereden geçirmesi için…velinin istekleriyse tükenmek bilmezdi…kızlar velinin kokar ayağını ovalamak zorunda kalırlardı…yoksa derenin karşı yakasında kalmak zorundaydılar…çaresiz velinin ayağını köyün kızları sıradan ovalardı ama burunlarını tutarak…
Babasının alacaklıları artık borçlarından dolayı rahatsız edici boyutlarda evlerini tehdit eder hale gelmişti…bu yüzden kendisini feke’ ye teyzesinin yanına okumaya göndermişlerdi…orta sonu feke’de okuduğunu ve eğitim seviyesinin düşük olmasından dolayı sınıfının en başarılı kızı olduğunu düşündü ve mutlu oldu…vay be ne çalışkan bir kızmışım dedi kendi kendine…içine kapanık halin vermiş olduğu psikolojiyle elini çok sevdiği incir pestiline uzatamazdı , elikirdi…fakat enişte gözü bol bir adamdı… bunu fark eder ve çekinmemesi için evi gibi rahat etmesini sık sık hatırlatırdı... teyzesi tırlaktı... .ne konuştuğunu bilmez zaman zaman zırvalardı... herkes onun o halini bildiğinden aldırış etmezlerdi…enişte ikinci evliliğini yapmış diye söylentiler duyulurdu zaman zaman... ama enişte neden bunu onaylamazdı bilinmez…
Bir an aklına annesinin “kızımı esema mamayla büyüttüm” demeyi sık sık tekrarladığını düşündü… yoksa annemde mi tırlak diye kahkahalara boğuldu... merhameti ve şevkati fazlacaydı bu iyi huyuna rağmen ağzında bakla ıslanmazdı... köyün berbat olası laf ebesiydi…gerçi bende de yok mu tabii ki az da olsa var dedi kendi kendine…başını geriye doğru çekerek annemde de fazlası var ya!... diye söylendi... öylesine kendi iç dünyasında bir müddet oyandı durdu...
Anneanesi dedesi ve dayıları furkan ve şevket tavşantepesinde otururlardı…portakal bahçeleri , tarla ve inekçilikle geçinirlerdi... küçük dayısı furkan entel konuşmalara meraklı olduğundan , öyle konuşmaya gayret ederdi…fakat zaman zaman becerse de çoğu zaman işin içinden çıkamazdı... anneannesini tavşantepesinde kimse sevmezdi…eşeğin kıçına kazık sokar gibi laf sokuşturduğundan dolayıdır mı ? bilinmez kimse sevmezdi... doksanlık dedesi hala dinç ve makinasının hala tıkır tıkır işlediği söylenirdi köyde... bir defasında gece yüksek sesli çatışmanın yaşandığı kıyamet kopmuştu... kamil dede anneannesinden gece yatak istemiş kadıncağız vermek istemeyince doksanlık dede köyü velveleye vermiş…herkes yatağından uyanmış ne oluyor diye… oğlu furkan bunları barıştırmaya çalışmış... ya anne ! demiş şu adamdan bir kuru …ükünü mü esirgiyon demiş…ver gitsin de kurtul demiş…neyse kadıncağız razı olmuş ki ses kesilmiş... ertesi günün sabahı köye yayılmış tabi…gerçi dedede hararetin olduğu o yaşında kanalda çimmesinden belliydi denip durmuş... dedede çok hızlıymış horoz gibi kadıncağıza tüner dururmuş... ne yapsın kadın çareyi kavga çıkarmakta bulmuş heralde... kimi dedeyi haklı bulurken kimi de nineyi…köyü ikiye bölmüşler. Tavşantepesinin laf ebesi de furkan dayısının karısı cemile gelindir.bu yüzden midir bilinmez cemile gelinle onun görümcesi olan annesi iyi anlaşır dillerinin şişkinliğini bir araya geldiklerinde alırlardı…
Büyük dayı şevket Allahın adamıydı…temiz kalpli imam izindeyken köy imamı , imam görevdeyken müezzin , ağzı olup dili olmayan bir adamcağızdı…Furkan dayı ile şevket dayı birbirine tam zıt karekterli adamlardı…biri şeytana pabucunu ters giydiren , diğeriyse Allahın adamıydı yani…
Anneannesi ben enişteleri sevmen deyip dururdu… birgün babası da bu lafa sinir olup enişteler de seni sevmez deyiverdi... ortalık bir müddet sus pus oldu…o günden sonra da babası kayınvalidesinin yanına gitmez oldu... ama çocukları bayramda seyranda salardı…
Babası kendince kazaktı... inatçı etçil ve otçuldu aynı zamanda... ete dayanamaz ve yanında da yeşillik yemesi meşhurdur…evlerinin önündeki yeşillik bahçesi sırf kendine işlerdi…dışardan gelen misafirler lopçu cemilin evinde rahat ederlerdi…çok gözü ve gönlü bol bir adamdı…ama lafını pek bilmezdi…en son söyleyeceğini ilk başta söylerdi…yani lafı tangadak tepeden inmece söylerdi... köy de bunun huyunu bildiğinden aldırış etmezdi…önemsenmediğini anladığı zaman küplere binerdi…deli dolu bir adamdı…
lopçu lakabı dedesinden babasına babasından da kardeşi ahmet’e geçmiş bir lakaptı..heralde ahmedin çocuğuna da geçecekti... babadan oğla lakap silsilesi vardı köyde... küçük kardeşi israfilin ismi köyde tek olduğundan tanınmasında güçlük çekilmiyordu…bu yüzden israfile lakap takılmamıştı... Kardeşi şipşip sude de annesinin izinden gidiyor ve iki adam kardeşçe geçiniyorsa birbirine düşman etmeyi çok iyi beceriyordu…ama onun da bağrı yufkaydı... güzel de bir kızdı ama kendince olumlu taliplileri gelmemişti... belki de bu laf ebeliği yüzünden talipliler uzak olmuşlardı... şeriban kardeşi çok uysal efendi hanım hanımcık bir kızdı…oturmasını kalkmasını ve itidalini korumasını bilen bir kızdı…millet şudenin yoldan çıkmasını beklerdi…şude şeriban ve ahmet üniversite lisans mezunlarıydı.israfil çok hovarıç olduğundan okumamıştı…sima radyoloji uzman tabib bir kızdı…kardeşlerini okutmada büyük katkılar sağlamıştı…ailenin bütün fertleri sima ablalarını paylaşmakta nerdeyse kavga ederlerdi.
Sima bu defa genç kızlık anılarına daldı... kardeşi ahmet ile buluğ çağının vermiş olduğu kavgaları aklına geldi…bir defasında ahmet ile kavgası sonucunda yenik düşmüştü ve bunun hıncını nasıl alabilirim diye düşünüp dururken ahmet’in duş almak için banyoya girdiğini gördü ve tam fırsatı dedi…biraz bekledikten sonra ahmet’in su dökündüğünü ve sonradan sabunlandığını fark edince eline naylon bir terlik alarak ahmet’i sabunlu halde iyi bir benzetti…ve köyün meydanına doğru kaçtı…tabi ki banyodan o halde çıkıp onu kovalayamazdı fakat çok sinirlenmişti ahmet…sabırla bekledi…akşam üzeri komşudan geldiğini gördü ve pusuya yattı yakalayıp iyi bir kendisini benzetti…yine yenik düşmüştü sima... yoksa kaderimiydi bu yenilgileri bilinmezdi.
Akşam aile fertleri bir araya geldiklerinde göçebe anılarını anlatırlardı…babaannesi çok sabırlı ve hassas bir kadındı... kendisini çok severdi…dedesi ise çok aksi ve obsesif kompolsif bozukluğu olan yani toplumda temizlik hastalığı olarak bilinen bir hastalığa sahip adamdı... fakat o zamanlar kimse bilmezdi böyle bir hastalığın varlığını…hatta bu durumun hastalık olduğunu…zaten doğru dürüst kimse doktora gitmezdi…sadece ölüm anını yaklaşınca vicdanlar rahatlasın diye götürülürdü…dedesi babasıyla hiç geçinemezdi…akşam ders çalıştırmazdı dedesi... çocukların ışığını söndürtürdü... elektrik faturası fazla gelecek diye... en çok da babaannesine eziyet ederdi…ama babaannesi sabır yüklü kaderci bir yapısı olduğundan buna dayanırdı…
Yörük kabilesi olarak saçıkara Yörüklerinin gelebekler mahallesindendiler.gelebekliler yereleşik düzene yağmurun sepkin bir şekilde yağması gibi belirli aralıklarla yerleşmiş devletten hiçbir yardım almamışlardı yerleşik düzene geçmek için.ticari yönleri gelişmiş bir kabile olarak yerleşik düzene intibakları kolay olmuş kabilelerdendi.gayri resmi tarihçi ve toplum bilimci olarak kölemenlerden Mehmet aslan toplumların gelişimlerini şöyle sınıflandırmıştı.toplumlar mağra devrinden sonra göçebe yaşamışlar sonra tarım hayatıyla intibak olmuşlar sonra ticari hayat gelişmiş sonra da sanayi devrimi.
Gelebeklilerin toplam olarak kozan ve havalisi, Maraş ve havalisi, ve İslahiye olarak üç yere yerleşmişler…ilk yerleşenler islahiyeyi yurt edinmişler... toprak almalarına rağmen hiçbir zaman leçbercilikle uğraş vermemişler baştan beri ticaretin içinde olmuşlardı…bu yüzden tarım hayatını İslahiyedekiler direk atlamış.maraş ve havalisindekiler de aynı yolu takip etmişlerdi…fakat kozan ve havalisindekiler önce kısa bir müddet olsa da 20-25 yıl gibi tarım hayatının içinde olmuşlar fakat ticaret hayatını direk atlayarak sanayileşme yoluna atölyelerle başlayarak gitmişlerdi…bu kabilenin bir ferdi olan simanın zenginleşmedeki iddia süreci her zaman yaşanmıştı…kişilik olarak atılgan iddiacı realist ve müteşebbislik ruhu hakimdi onda... ne yazık ki memurluk hayatına girmesiyle hayalleri ve şevki biraz kırılsa da hep içinde müteşebbislik kırıntılarını yaşatmıştı…bir gün mutlaka lazım olacaktır diye düşünürdü…zaman zaman iş arkadaşlarına kurtlu peynir satmasını saymazsak tabii ki... Bir de israfil kardeşiyle kurmuş olduğu azgöçerler mandıra fabrikasının akibetinin iflas olduğunu saymazsak tabii…
Dedesinin temizlik hastalığından kendisinde de vardı... evlerinde bir dirhem toz bulsa bu ev pislikten geçilmiyor ne böyle ya diye yakınırdı... kendiside babası gibi etçildi…kavurmayı ve kebabı ayı buldurmadan mutlaka yemeliydi yoksa gözleri halka halka kendinden geçerdi…sebze yemeklerinin içindeki etleri et yedim saymazdı... güzel giyinmesini severdi... zamanından ne bir önce ve ne de bir sonra yaşardı…bu yaşam standardı için gerekli olan metaları yarın için tutmaz zamanında yaşardı…yarın yaşlandığım zaman neyleyim paranın bolluğunu para gençlikte lazım derdi…
Saf kalpliydi milletin hakkında hep hüsn-i zan taşırdı... kimsenin hakkında kötülük düşünmezdi ve herkesi de kendi gibi bildiğinden kendisine zarar gelmeyeceğini düşünürdü…bu özelliğiyle müteşebbislik ruhu birleşince zenginlik hayalleri elbette suya düşecekti…
Zaman kurtlar sofrasıydı... babası zaten tam keklik adamdı…biraz pof pofladığın zaman elinden ekmeğini al tarzında biriydi yani…iflaslarını dahi nedenleriyle araştırmayıp kendi çıkarını bırakıp karşıdaki adamın çıkarıyla hareket ederdi…bu yüzden bilirlerdi ki lopçu cemilin elinde parası olmasa da ona ticarette güvenle yaklaşılabilirdi…
Kendine gelen bir yaşantının ekstraları neler olabilirdi diye düşündü sima... mesela evlat sevgisi… mutlu bir yuva özlemi… ya da bütün sevdiklerinin yanı başında olması… ya da bütün sevdiği şeylerin varlığının kendisini mutlu etmesi gibi…sevmek umrundaydı ve sevgi her şeyi hallederdi...
Aranmayıp sorulmamak kadar daha kötü ne vardı şu özge dünyada…şarkı sözlerinde arabeks nağmelerin verdiği acılar gizliliğini kalbinin derinliklerinde hınca hınç dolduruyordu... ağlamak acıtmıyor ve acıktırmıyordu…tokum yani diyebildiği boğazına düğümlenen hüzzam şeylerin varlığıyla kendiliğinden çöküntüye uğruyordu…kırık dökük bir sarsıntının son noktasıydı bu…evlilik öncesine dönüştü belki... ya da hayatın geriye dönük tekrar yaşanmasıydı…hayat tekerrürden ibarettir diye dilinden klasik bir sözün dökülmesiyle kendine gelmeye çalıştı sima…fakat arkasından nafile duygulardır nafile bakışların bedeli diye bir anlamsız söze kafasını yordu…acaba hangi duygular nafileydi…eş sevgisi mi ? anne , baba kardeş sevgisi mi ? yoksa çocuğunun sevgisi miydi?... neydi nafile duygu?.. nafile duygunun arkasından gelen kelime dizinine bakmalıydı... nafile duygulara bedel olan neydi? Nafile bakışlardır… o zaman nafile duygular eşi için söylenmiş olmalıydı…nitekim hak ediyor diye söylendi kendi kendine…
“Gönül ne çay ister ne çayhane gönül hoş bir sohbet ister çay bahane”… sözünün aklında oluşturduğu kurguda gönlüm eşimden mi ? anne ve babamdan yana mı ? gel-gitini bir müddet içinde taşıdı… nitekim istediğim hep hoş bir sohbet olmuştu... .lanet olası herifim neden bunu bana vermedi çok şey mi istedim dedi…yok ya frekanslarımız uyuşmuyordu herhalde…nedendir hep bana sen boş şeyler konuşuyorsun derdi…acaba konuştuklarım incir çekirdeğini doldurmayan mevzular mıydı ki!…yooook ! diye mırıldandı…kıyafetlerden çok konuşmam boş şey miydi?..kişiler hakkında olumlu ya da olumsuz yargılarda bulunmam ya da konuşmam küçük şey miydi… yine yooooooooooooook ! dedi…bu defa yok kelimesinin o’sunu uzatınca kafasına bir söz takılı kaldı…yoksa ben küçük insan mıyım? diye mırıldandı…küçük insanlar kişilerle uğraşırdı…evet evet ben küçük insanım… kişilerle çok uğraşıyorum… dediğini defalarca tekrar etti durdu.
Çocuğunun babası oğlunu sevimli çakal diye severdi…bu duygu eşinin neyde üflediği sultan-i yegah makamının vermiş olduğu garip dalgınlıktan daha beterdi... kahrolası hatalarım hiç beni bu kadar berbad etmemişti dedi…çok zamandır kilo vermek istiyordu fakat veremiyordu…ama içine giremediği eteklere girer olmuştu…son birkaç aydır avare hallerin kaynağında bocalayıp durmuştu... sözlerinde tutarsızlık , hareketlerinde asabiyet , sevdiklerine kırgınlığı vardı…yaşamanın umrunda olduğu zamanı kolluyordu yani... yoksa kahrolası anksiyeteleri azacaktı…evi burnunda tütüyor fakat kimseciklere bildiremiyordu…kendim ettim kendim buldum kime ne diyebilirim diyebildi ancak…kahrolası pişmanlıkları yakasından düşmüyordu…hep kendiyle beraberdi… kurtulacak olsa kovalanıyordu…kendine pişmanlıklarını hatırlatacak olanlara canhıraş çıkışlar yapıp milleti kendine güldürüyordu…hayat çekilmez olmuştu kendince…kendince zurnanın zırt dediği deliğe gelmişti…
Telefon zincirlerine takılıp kalıyordu…pişmanlıklarının bedeli sayıyor fakat gururuna yenik düşüp bir defa olsun konuşamıyordu eşiyle... eşinin kendisi ve çocuğu için göstermiş olduğu fedakarlıkları düşündükçe kahroluyordu... eşi çok duygusal kendisine aşırı düşkün sanatçı ruhu gelişmiş kırılgan bir yapıya sahip bir adamdı…öğretmenlik mesleğinde 10. yılına yaklaşıyordu.yani mahkemede şahitliğinin kabul olmamasına az kalmıştı…çünkü öğretmenler meslekte 10. yılı geçince çocuklaşırlarmış denirdi... bu söz gerçekten eşine çok yakın bir sözdü…kendisini çocuğundan bile kıskanırdı… aziz burak’a gösterdiğin ilginin onda birini bana göstersen sana dünyaları verirdim derdi... fakat aynı anneannesinin özelliğini alma yoluna girmişti kendisi… eşek kıçına kazık sokar gibi “sen kimsin lan çocuğumun yanında” diye eşini üzerdi…eşinin morallarini bir anda alt üst eder sadist bir kişiliğe bürünürdü…eşi kendisine sıfır ev ve araba almış… eline kredi kartını vermiş… kendisine araba kullanmayı öğretmiş… kendisi ise dolmuşla işe gider olmuştu... fedakarlığı hep eşi gösterirken kendisi kadınlık görevini dahi doğru dürüst yapmamıştı. buna rağmen adamcağız çocuğunun psikolojisini düşünerekten evde huzursuzluk çıkarmamaya gayret gösterirdi…belki de iş ortamından aldığı radyasyon simayı geriyordu... hele de özel kadınlık hallerinde daha da bir gergin oluyordu… adam bunun farkında olmasına rağmen sima kendinden fedakarlık göstermeyerek gittikçe düzenlerini kötüleştiriyordu…eşinin bir arkadaşına tedavi ol demesine kızarak bende bir şey yok diyordu…içli olan adamcağız artık arasatta kalmıştı…depresif haller sarmaya başlamıştı... son bardağı taşıran olayda sima eşinin suratına kavunu fırlatınca acının ve erkeklik gururunun vermiş olduğu hışımla simaya bir tek tokat vurdu ve üzerini değiştirmek için yatak odasına geçince vay sen nasıl bana vurursun deyip çocuğu kaptığı gibi eşinin halasının oğlunun evinde yatıp köye annesine gitti…adam pijamasını giydiği vakit baktı ki eşi yok... herhalde karşı komşuya gitti diyerek bir müddet bekledi…yarım saat geçtikten sonra adamcağız komşularının kapısını çaldı…sima ordaysa gelsin artık dedi.ama komşuları hamiyet abla valla kenan bey sima gelmedi dedi…nasıl olur ya size gelmedi mi dedi…komşusu yooook dedi…tamam abla deyip evine döndü ve telefona sarıldı…eşini aradı sima cevap vermedi... halasının oğlunun hanımını aradı o da yok buraya gelmedi diyerek yalan söyledi…adamın halasının oğlunun hanımı , yalanı bol ağzı gevşek dedikodu diye geberip giden bir kişilikti…tam bir klinik vakaydı…sima saf kalpli olduğundan Zeynep in dolduruşuyla hareket etmişti... kayın validesini aradı onlar da nerde olduğunu bildiği halde adama söylemeyince iş çığırından çıktı…adam merak içinde eşinin ve çocuğunun nereye gittiğinden bihaber evde avare gibi dolanıp durdu... ertesi gün öğrendi köye gittiğini ama adam hazmedemedi kendine yapılan haksızlığı ve yalanları... kimselere söylemedi yaşananları….ablası tavşan tepesinden öğrenmiş bütün olanları bitenleri fısıltı gazetesi iyi işlemişti doğrusu... adamın ablası telefon açarak abim bir şeyler duydum doğrumu dedi ve anlattı... ve sonra ekledi moralini bozma anneme haberdar edelim dedi…Kenan bey , abla yok ya sorunlarımla yaşlı anamı ve babamı üzmek istemem dediyse de ablası o zaman ben ararım dedi... yok arama dediyse de on dakika sonra annesinden telefon geldi ve oğlum trene bin ve gel dedi islahiyeye…Kenan bey , çaresiz islahiye’ ye saat altı trenine bindi….kenan trenin hareket etmesiyle birlikte geçmişine daldı…önce mutlu bir çocukluk geçirmişti onunla hasbihal oldu…
İslahiyenin tanınmış ailelerindendiler…belli bir disiplinle yetiştirilmişti…annesi çok duygusal merhametli hediyeleşmeyi ve çocukları sevindirmeyi severdi…bütün çocuklarının duruşundan gelişinden ve hareketlerinden aklından geçenleri okur ve hemen teşhisi koyardı…hepsinde de yanılma payı neredeyse sıfırdı…bu yüzden annelerinden kendisi ve kardeşleri bir şey saklayamazlardı çünkü bilirdi annesi..tam bir Osmanlı kadınıydı yani...
Amcalarının kiracısını çocukları naci ve Necati ikizlerini kendisi ve ikiz kardeşi bahriyle birlikte kendilerinden büyük olmalarına rağmen dövmüşlerdi…ikizlerin annesi nimet hanım evlerine gelerek ayşe hanım sizin çocuklar bizimkileri dövmüşler diye şikayete gelince annesi ben size kavga yok demedim mi diyerek kendilerini iyi bir benzetmişti... doğrusu mahalle çocuklarıyla kavgada dövünce niye elin çocuğunu dövüyorsunuz, dövülünce niye dayak yiyorsunuz diye annesi iyi bir benzetirdi kendilerini…sonradan bu iş böyle olmayacak bari kavga etmeyelim de kendimizi bu işten temize çıkaralım demişlerdi…nitekim doğrusu da oydu…
Annesi ayşe hanım çok uyanık bir kadındı... eltileri esma ve Fatma hanımlar çocuklarını şeker ya da prinç gibi şeyler aldırmak için bakkala yolladıklarında amcaoğulları belirlenen gramajdan daha azını alarak kalanını sinema parası yaparlarmış... bu işi büyük ağabeyleri Halil İbrahim e “bak biz böyle böyle yapıyoruz annemgil hiç anlamıyor sinema paramızı buradan çıkarıyoruz sende öyle yap” demişler... ama Halil ibrahim abisi ! mustafa abi İbrahim abi annem vallah anlar demiş… onlar da yok lan nerden anlayacak bak bizimkiler anlıyor mu demişler…neyse annesi abisini bir kilo şeker almaya yağ bayram emminin bakkalına yollamış…abisi bir kilo yerine yedi yüzelli gram almış farkını da cebine koymuş…neyse eve getirmiş… annesi şekeri eline alır almaz anlamış tabi... bu şeker bir kilo değil demiş…anne önümde tarttı ben gördüm bir kilo demiş... annesi de o zaman bu şekeri geri götür bir kilo değil de demiş eline geri verince foyası ortaya çıkmış…valla anne amcamın oğulları Mustafa ile İbrahim ağabeyler böyle böyle yapıyorlarmış sen de yap dediler annen anlamaz dedilerse de ben vallah annem anlar dedim yok yok yap dediler deyince annesi bak oğlum anneler her şeyden anlar onların annesi de anlıyordur demiş…halbuki nerden anlayacak herkes ayşe hanım gibi midir ki…
Göçebe yaşantılarında evi çekip çeviren azimle çalışan gelin annesi olduğundan kayınbabası kaynanası çok severlermiş... kayınvalidesinin de aynı zaman da yeğeniymiş annesi... göç kalkacak, göç konacak, çekibi, çarpana, golan, dokunacak,kuzular emiştirilecek, süt sağılacak, makinede süt çekilecek,peynir çalınacak, dolaz , peynir, tuluma basılacak gibi işlerin bütününün cengaveri anneleridir…babasının evham hastalığı çektiği dönemlerde daha fazla gayretli çalışmasına rağmen kayın ve eltilerinin eziyeti hep annesine binermiş…bir defasında bu eziyetlerin birinde çadır yaşantısında yayladayken topalaklı yahni yapılır bu yahniyi de büyük kaynının hanımı esma yapar fakat topalaklı yahninin topalağını tutturamaz yahnide dağılır ve pilav halini alır... kaynı hacı gelince yahninin önüne o halde konulmasından sinir olarak annesinin önüne fırlatarak fırçalamaya kalkınca annesi o sahanı alda karına çarp o yaptı demiş ve ağlayarak çıkmış dışarı…bir yanda eşinin rahatsızlığı bir yanda milletin eziyeti çok çileler çekmiş kadıncağız…
Göçebe hayat tarzında kadının bir değeri yoktur…zaman gösterecektir o fedakarlıkların değerini…babası inatçı bir adamdır…gece kuzu kesilince annesine bu kuzuyu yüz demiş… annesi de şu işlerimi bitireyim de öyle yüzeyim demiş…ama babası yok hemen yüzeceksin deyince annesi lan niye aksilik ediyon işim var işte şu işimi bitireyim de yüzeceğim demiş... babası yarım saat annesini dövmüş koyunu yüzmesi için…annesi de pintişmiş yüzmemiş... babası vursa da hiç acıtmazmış... .çünkü pintişince kesse dahi acıtmazmış... böyle aksi bir adammış babası…
Babasının çok cesaretli olması kendisine iş açmış…birgün büyük amcası çoban, babası da yamağıymış... yeni yetme olduğundan kendini ispatlama kaygısı taşırmış... millet kendisine vay be ne cesur desinler diye... hacı amcası yaylada kaya karaltısında bir sesle kaçıp gelmiş babasının yanına…noldu lan demiş hacı emmisine... hacı emmisi şurada bişi var demiş…ama adımlarını kısarak yürümüş arkasından... önce parpıyı yemiş ya…neyse bizimki kepeneğiyle ve elinde sopasıyla cenge gider gibi yürümüş…eski zamanın adamlarıysa bilmedikleri şeylere şeytan diye korkarlarmış…neyse cesaretiyle beraber yürüyerek giderken kayanın karanlık yerine gelince çıyak bir ses çığlık çığlığa havlamış…koyunlar ürkmüş kaçmış hacı emmisi evvelden kaçmış… bizimki kaçacak ama dizinin bağı çözülmüş korkudan…koyunun birini tutsa başına geçirecekmiş ama nafile tutamamış…sonra ilerleyen zamanlarda anlamışlar ki köpek gibi havlayan fakat çığlık çığlığa değişik bir ses çıkaran bir kuşmuş... ondan sonra o kuşa babası hevhev kuşu ismini takmış…
Neyse bir gün babası yeni yamaklıktan çobanlığa terfi ettiği dönemlerde kışlada koyunu otlatırken uyku kendisine musallat olmuş…koyunlar da çok uyanıkmış… çobanın uyuduğunu anladıklarında hemen ekinlere dalarlarmış... dedesi de ziyan ödemek zorunda kalırmış... koyunları ekine salmamak için uykuya bir çare bulması gerekiyormuş…o anda aklına incir ağacının kalın bir dalına asılmak gelmiş aklına... . Neyse ayaklarını ve ellerini sarmalamış ağacın dalına…uyumamak için bir çare demiş... çünkü uyursam düşerim bu aklımda kalır ve uyumam diye düşünmüş…birde türkü çağırmaya başlamış... türkü çağırırken yine uyku musallat olmuş oracıkta uyuyakalınca koyunlarda akıllı ya çobanın sesinin kesildiğini anlamışlar ve ekine dalarken meleşmişler…bizimki yerde olduğunu sanarak birden irkiliyor ve yere kötü bir düşüş yapıyor…o günden sonra uykuyu kendine haram ediyor…bir daha uyur muyum hiç o bana ders oldu diyor...
Babası çok duygusal adammış... yaşıtlarına aşık olurmuş ama tavşan dağa küsmüş dağın haberi yok misali aşkları varmış…neyse bir gün hastalıktan yeni kurtulduğu zamanlarmış... yaylaya yeni konmuşlar... amcasının baldızı ümmüye aşıkmış babası... ama kızın haberi yokmuş…gençler kendi aralarında göreş meydanına çıkarmış ve kiminle kimin güreşeceğine büyükler karar verirmiş... neyse büyükler çingilli hasanın çobanıyla velicelerin ali güreşsin demişler... ama oradan hasan amcası ali hasta demiş olmaz dediyse de gencin hastası mı olurmuş diye karşı itiraz gelince meydana çıkmışlar... babası bu işe hiç sevinmemiş…çünkü daha önceleri kendi aralarında güreşirken rakibi kendisini yıkıyormuş…bir yandan karşıda güreşi izleyen aşık olduğu kızda dolaz basıyormuş tuluma... neyse meydana çıkasıya kadar bildiği tüm duaları sureleri okumuş ve allahım beni mahcup etme demiş... güreşe tutuşmuşlar… Çingillinin karısı yani babasının sevdiği kızın anası demiş ki eğer bizim çoban yıkamazsa verdiğim ekmeğe yazıklar olsun ... yıkamazsa her bildiğim yalan demiş…büyük konuşmuş eniştesine... eniştesi de babasının abisi ya…
Neyse güreşe tutuşunca çingillinin çobanı her zaman yıkıyor ya önemsemeden üzerine gelince babası tuttuğu gibi çelmeyi takınca yere vurmuş ve yıkmış onu... millet kızıştıracak ya olmadı olmadı eşek güreşi oldu demişler… tekrar meydana davet etmişler….babasına biraz cesaret gelmiş ya... iyi bir konsantreyle tekrar tutuğu gibi yere vurmuş ve yıkmış adamı…ama sonrasında dünyalar sanki kendisinin olmuş sanki sevdiği kızı almış gibi sevinmiş babası…
Ara ara trenin tünellere girince gürültünün artmasıyla kendine geldiği oluyordu Kenan beyin... fakat fazla uzun sürmeden tekrar geçmişe yol alıyordu…babasınında kendini sevimli çakal benim oğlum diye sevmesini, kendisinin de oğlunu öğle sevmesiyle bağdaştırdı... Demek ki hayat tekerrürden ibaret yalnızca değişenin insan kisvesindeki beşeri görüntüsündeki değişimiydi diye düşündü…babasının hayatındaki değişimin ileriki hayatında kendisinde de olacağını ve burada yalnızca madde kavramından yani araçlardaki değişimden farklı bir şey olmayacağı düşüncesinin hakimiyetinde bocaladı durdu... mesala ulaşımın eskiden atla ve deveyle olması şimdilerde ise otomobillerle olması gibi…yoksa insan yalnızca ten dünyasından ibaret değildi… elbet ruh dünyasının hakimiyeti insanı insan yapan unsurdu…ruh dünyası ne kadar zenginse insanın sosyal bir varlık olarak o kadar zengindir diye düşündü…yoksa zenginlik sosyallik miydi... herkes zenginliği madde zenginliği olarak algılarken kendisinin yaptığı işe bak…insanın sosyalliği zenginliğiydi diyordu... doktor arkadaşlarından birinin söylediği gibi toplumumuzun yüzde altmışı anti-sosyaldir dediği aklına geldi… o zaman kendi kanaatince insanlarımızın yüzde altmışı fakirdi…sonra sosyallik kavramını üniversite hocası , arkadaşı , kemal beyle tartıştığı mevzuyu düşündü... şu noktalarda birleşmişlerdi…sosyallik açısından insanları üç gruba ayırmışlardı... birincisi sosyal insanlar..:bu gruptaki insanlar meziyetleri vardır ve bu meziyetlerini toplumla paylaşırlar üretkendirler... ikincisi sosyal değil dedikleri grup : bu gruptaki insanların yetenekleri vardır… üretirler… fakat ürettiklerini toplumun fertleriyle paylaşmazlar…üçüncü sınıfa anti-sosyaller grubu giriyordu... anti-sosyaller ne yetenekleri vardır ne de bu yeteneklerini toplumun fertleriyle paylaşırlardı…sıradan bir yaşam idame ederlerdi... kendini bu grupların içinden ikinci gruba uyuyorum herhalde derdi...
Babam da mı sosyal değildi... hayır babam hayatına dair bütün meziyetlerini diğer insanlarla paylaşabiliyordu diye mırıldandı…anlatıyordu…güldürüyordu… düşündürüyordu… sevdiği şeyleri paylaşıyordu… kısacası hayatı ve insanları seviyordu…bundan daha güzel sosyallik olur muydu diye düşündü…
Tren tıkırtılarını kafasında melodileştirirken yeniden çocukluk anılarına daldı… aksi taktirde yolun bitmesi mümkün değildi… bağbozumu zamanlarından bir gündü… yani mevsimlerden güzdü… üzümden pekmez yapılacaktı… hazırlıklar erken saatlerde başlamıştı… bir gün evvelinden antep karası, kabarcık, hatun parmağı vs türlerden bağdan toplanan üzümler yıkanmıştı… ateş üzerine kara kazanlar kurulmuştu… üzümler çiğnenmeye başlanmış suyu posasından ayıklanmıştı… annesi hortumun çeşmeye takılması için Kenan beyin kendisine “oğlum hortumu çeşmeye tak da gel” demesi üzerine Kenan bey “bana ne… bana ne…" deyip şımarık tavırlar sergilemesi annesini kızdırır... ve annesi oradan bir çakıl taşını kavradığı gibi korkutmak amaçlı oğluna savurur... hal bu ya! taş döner dolaşır Kenan beyin topuğunu kanatır… sanki kurşun yemiş gibi kan fışkırır damarlarından… belli ki ters yerine gelmiştir… bir yandan annesi tentirtiyotla kanı temizlerken bir yandan da "oğlum sakın babana bunu anlatma" der… babası ikiz oğullarını çok sever… ikiz teki olan Kenan bey babasının sevimli çakalıdır… babasından annesi bu sebepten çok çekinir…

Yine bir tünel ve yeniden zaman ileri döner... ama mazi hep tatlı gelir Kenan beye… çocukluk ne güzel…kaygısız olmak ne güzel… dertsiz tasasız olmak ne güzel diye iç çeker… hiç istemez şimdiki zamanın zerzavatlı, kasevetli anlarını… ama mücbir sebepler peşindedir Kenan beyin… yine kaçmak isterken çocukluk zamanlarının ortasında bulur kendini…

Üç ağaç mevki, gözbaşı, yukarı mahalle-aşağı mahalle maçları… dedi kendi kendine… önce üç ağaç mevkine daldı… mahallesindeki amcasının oğulları ve komşularının çocuklarıyla birlikte bir grup oluşturup kuş avlamaya çıkarlardı o mevkiye… ama attığını vuran hacı emmisinin oğlu memişin yakın pozisyonunda olsa bile kuş avlamayı bir türlü öğrenememişti Kenan bey… ama kuş lastikleriyle rastgele de olsa üç kuş avlamıştı o zamanlar… kırlangıç da avlarlardı fakat eti yenmezdi… ama avladıkları kuş sayısında , sayı teşkil ederdi… avlanma yolunda yılanlar çıyanlarla da baş ederlerdi… bir keresinde kenan mezarlıktan geçerken surdan atlamasıyla birlikte az kalsın çıngıraklı yılanın üzerine basacaktı... sonrası silkinerek kendine geldi… doğrusu tesadüfler ile bu zamanlara gelinmişti… belki de melekler korunaklarıydı bunu düşündü…

Mahalle arkadaşlarıyla birlikte haftanın bir günü göze çimmeye gitme günleridir… artezyen suyunun önünün böğülmesiyle su yolu derinleştirilirdi… tüm ilçe çocukları o suda kendilerini serinletirlerdi… keşke serinletmek olsa dondururlardı diyelim… sudan tiril tiril kaçan kızgın kayalarda sırtlarını çıslatırlar… cıs cıs cıslatır… oradan yine suya kendilerini atardı çocuklar… günün ikindi vakti dönüş başlardı… dönüş yolunda kölemen dedesinin incirleri talan edilirdi… sonra yukarı mahallenin çocuklarıyla mahalle savaşına girilir kimi zaman galip kimi zaman mağlup dönülürdü… ama annelerin haberi olmazdı… annelerin haberi olsa mağlup da olsalar galip de gelseler annelerden artı bir de dayak vardı kesin…

Yukarı ve aşağı mahalle maçları ise kendi evinde ya da deplasmanda olmasına bağlı olarak bol gollü geçerdi…bazen ise uzak mahalleden maç alındığında yukarı ve aşağı mahalle karması uzak mahalleye göre ayarlanırdı… boş sahalar hemen futbol sahalarına dönüştürülür yeni tesisler olarak çocuk dünyasına hizmet ederdi… okul yolları ekin tarlasının içinden yol bularak tesis edilirdi… keza o yollar kestirme yollar olurdu… aşağı yamaçlı okullarından ilk çıkma ve eve ilk ulaşma yarışları düzenlenirdi… bazen de okul çıkışı uzak mahallelerden arkadaşlarıyla sınıf maçları yapılırdı… maça kendilerini kaptırırlardı… o kadar abartılırdı ki topu göremeyecek kadar havanın kararmasına kadar oynanırdı…

Hayvan sevgisi, insan sevgisi, doğa sevgisi o çocuk dünyasının vazgeçilmezleriydi… güvercin besleme sevdasına düştüğü günlerden biriydi… emmisinin oğlu memişin bu hususta mahallenin çocuk önderi olması Kenan beyin kendisini bu sevdaya da sürüklemişti… taklacı, istabullu, paçalı vs güvercin cinsleri ya da markaları vardı… emmisinin oğlu “bak Kenan havada kandırdıkların senin oluyor” demesi kendine cazip gelmişti… haftasonu çıktığı tatlı satmadan elde ettiği karları biriktirip parayı güvercin almaya aktarmıştı… uzak mahalleden bir adamdan bir çift paçalı güvercin almasıyla sevda başlamış oldu…güvercin bir kaç ay beslendikten sonra yavaş yavaş yuvasına alıştırılıp uçmaya yönlendirilmeliydi… ama bizimki bir hafta besledikten sonra uçurunca güvercin eski arkadaşlarına kanıp gitmişti… güvercin sahibi “bu son ha! bi daha kandırırsam vermem” diyerek kendilerine kuşu tekrar verdi… sonrası yine kanınca bu sevda da bitmiş oldu… kendisinde bir çocukluk deneyimi olarak bu sevda ileriki hayatında bir detay olarak kalmıştı… karabaş köpeğinin akibeti de annesinin köpeği avludan uzaklaştırmasıyla son bulmuştu…

Hayvan sevgisi para etmeliydi annesi ve babası tarafından bu böyle bilinirdi… bu yüzden kurban bayramına bir iki ay kala babasının almış oldukları sürüye bakmak zorundaydılar… koyunları otlatmada üçgül otunun bol olduğu yerler tercih sebebiydi… toprak sevgisi de vardı hakeza… bahçelerinde patlıcan, darı, bamya, domates, ve envai türden sebzeler ve yaz meyvesi veren ağaçları vardı… su değirmenlerinin altında olan tarla ve bahçelerini ikiz kardeşi bahri ile birlikte dönüşümlü olarak haftada bir sularlardı… ne güzel günlerdi derken hayallerinin sığlaşmış olduğunu ve yolu yarılamış olduğunu farketti… trenin çıkardığı gürültüler olsun tıkırtılar olsun tekrarından şimdiki zamana kendini getirmişti… ”zavallı oğlum sevimli çakalım benim! yaşadığım bu güzellikleri ne yazık ki o tadamayacak” diye düşündü… “ben babamın sevimli çakalıydım yoksa benim oğlum benim sevimli çakalım olamayacak mıydı” diye iç geçirdi… omuzları birden çöktü Kenan beyin gözleri doluktu… ama erkekler ağlamazdı… ağlayamazdı… lakin ağlasa bir nebze olsun rahatlayacaktı…



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın aşk romanı kümesinde bulunan diğer yazıları...
Sevimli Çakal

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Aşk Eksersizleri 5... [Şiir]
Demek Sendin Üftadem… [Şiir]
Aşk Eksersizleri 4... [Şiir]
Aşkına İktifa… Ruhuna İktisa… [Şiir]
Aşkın İle Tebah Vü Perişanım [Şiir]
Aşk Eksersizleri 3... [Şiir]
Aşk Eksersizleri 1 [Şiir]
Aşk Eksersizleri 2... [Şiir]
Aşk - I Pinhan [Şiir]
Yar Diye Diye Ey Sevgili… [Öykü]


Mehmet KELEBEK kimdir?

Mehmet KELEBEK 1973 yazında Gaziantep’in İslahiye ilçesinde beklenmedik bir anda mutfakta dünyaya geldi… Çünkü o ana kadar ikiz çocuk dünyaya getireceğini hiç tahmin edememişti annesi… Dünyanın beklenmeyen misafiri, yazmaya lise yıllarında; susmaya ise evlendikten sonra başladı… 6 yıl boyunca sustu… Dili açılalı gönül sarhoşu oldu şimdilerde… 1999 yılında “Onüç Bahar” adlı şiir kitabından 4 şiiri bestelendi… Türkiye’nin en saygın edebiyat dergilerinde ve sitelerinde yazdı, yazıyor… Şiir, deneme, hikaye ve roman türlerinde yazmaya devam ederken neyzenliğine bir de bestekarlık bulaşmıştır… Hacettepe Üniversitesi Sağlık İdaresi mezunu olup 2000 yılından bu yana Adana’da yönetici/öğretmen olarak yaşamaktadır… Şimdilerde ise sufi anlayışını sevmekte ve onunla dirilmektedir…

Etkilendiği Yazarlar:
yazar ve yaşar...


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Mehmet KELEBEK, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.