Sevginin bulunmadığı yerde us da arama. -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Tıpkı bir yabancıyla yağmurlu, dar bir sokakta karşılaşır gibi gülümserdi kendine. O zaman gözleri tomurcuktaki çiçek gibi anlamsızdı. Kırık ayna ve kendine yabancı tozlar arasında bir yüz... Şimdi daha iyi hatırlıyordu, aysız bir gece, eve giren karanlık, dağınık yüzlü bir gölge... Korktukça insanın üstüne gelen bir karabasan. Eline batan, etinin derinliklerinde kırılan bir diken gibi yüreğinde sızlayan, Gewre’nin bir ney gibi göğe yükselen sesi... Gewre ölmesin... Suyun akışında birden dağlardan, bozkırlardan kopup gelen rüzgarın sadakatine güvenerek, uzaklara çok uzaklara gitmek isteyen Kerem... Ama bu tozlu, kırık aynadaki yüz o olmamalıydı. Şimdilerde ise küçük cep aynasındaki tozları silerken, kendi suretini görmekten korkan ve uzaklara, çok uzaklara gitmek isteyen o çocuk olmak için ağaçlarla konuşuyordu. Oysa bu aynalar daha önce ne korkunçtu... Zaman ağırlaşıp, hayatın zahmetleriyle omuzlarına çökünce, önce kızlar gecenin hilebazlığını öğrendi. Derken aynalar... Bir gece yorgun bir aynada gördü kendini. O aynada duran kendisiydi.. Gecelerce kendi kendini seven kadınlar gibi gözlerini kapatarak bakmıştı aynaya. Ve şimdi tüm aynalarda gecenin bir vakti, batmış bir ayla birlikte gizli yüzünde hüznü saklayan bir gölge görüyor... Küçük bir cep aynasında biriken tozları silip, masallara inansa gene aynı çocuk yüzünü görecek miydi?.. Yaşlanmayan yaşlı kadınların ruhlarında taşıdıkları genç aşkları gibi... Sabah serinliğinde, kendini bir ağaca gizleyen gölgenin yokluğunda mor renkleri seviyordu. Oysa kaplumbağalar ne güzel kabuklarında yaşarken, o yaşlandıkça yaşadıklarını hatırlıyordu. Seksen yaşını geçtikten sonra: "Ben içimdeki aşka aşık olduğum için bu kadar uzun yaşadım," dedi. Kendini kendisine anlatan suskun biriydi o... Sürekli kendiyle konuşurken, yıllar sonra sesini kontrol etmekte zorlandığında, kendiyle konuşmaya baslamıştı bile. "Aynanın içine düşen, düşleriyle perişan olan kimleri tanıdım ben. Yoksulluk adına katlandığım onca gece...” Kim dönüp ardında kalanlara bakar, hayata doymuş gibi. Çok eskiden, küçük bir cep aynasında biriken tozları silip baktığında kendini değişmiş bulacağına inanırdı. Gene dün gece, uykunun artık ona doyduğunu anlayıp, pencereden geceye bakarken: "En iyisi bir zeytin ağacı ya da incir ağacı hayal etmeli," dedi . "Bense hep oldum olası bir kavak ya da uysal salkımsöğüt gibi yaşadım...” Gözlerini kapadığında hep Gewre’nin gözlerini düşünüyordu son zamanlarda. Gewre güzeldi. “Gecenin karanlığında bile ben yabancı evlerde yaşarken güzeldi o..." Zambakların beyaz, leylakların eflatun olduğuna inanmak istediğini söylerdi hep. Ama kaç türküyü ard arda söyleyebilirdi? Güneşin peşine düşüp, yıllar sonra evine kanlı bir aslan gibi dönen ve hep uyumak istediğini söyleyen Keremdi. "Ben Kerem'im, Kerem.." Kız ölüyor sancılarından. Gençliğinin en titrek yıllarında bir kasabada yaşayan oydu. Dar sokaklarında bir aynada kendiyle karşılaşır gibi gülümserdi kendine. Şarap içip, başı dönerek yıldızları seyrederken kaldırımlarda tanıdığı rüzgarlar, sokağın tozunu savurup götürürdü. Bir gün böyle bir rüzgarın onu da alıp götüreceğini, kendini Gewre'ye anlatırken görmüştü. Önce ağabeyi Kerimi düşündü. Belki şimdi ölmüştür ve kendisinden yaşlıdır. Otuzunu geçtikten sonra birden değişen, zevke safaya dalan; iri yarı, gözü pek bir adamdı Kerim. Evlendikten bir yıl sonra başını alıp gitmiş ve bir daha hiç gelmemişti. Karısı, beş yıl boyunca onun yokluğuna hiçbir şey demeden katlanmış, sonunda kocasının hayalini yatakta çırılçıplak bırakarak gitmişti. Kerem hayatı boyunca ağabeyi Kerim’i her hatırladığında duyacağı ıssızlığın sesi gibi o terk edilmiş yatak gelecekti gözlerinin önüne. Geceleri eve dönüp, anahtarı çevirdiğinde karanlık gibi yapayalnız olduğunu biliyordu. Neslihan her defasında Kerim'i anlatığında hayattan bir zevk almadığını, annesinin bu ismi ona verdikten sonra ölüp gitiğini anlatıyordu. Kasabaya gelen küçük bir tiyatro topluluğunun oynadığı oyun kişisinden alınmıştı ismi Neslihan’ın... Her yaz tiyatro topluluğu panayır kurulduğunda gelir ve aynı oyunu oynardı. Ailesi kasabaya göç ettikten sonra Kerem otelde çalışırken hiçbir şey düşünmediği günlerde başlamıştı Kerim ile Neslihan’nın aşkı. Annesinin seyrettiği acı dolu, acemice, sonunda ölüm olan oyunun her tekrarında Neslihan yüreğinin daraldığını hissediyordu... Çingenelerin bir gece ansızın gelip, çadır kurarak, kasabaya nehir kenarından baktığı yaz gecelerinde; Kerem dört yola iner, yol kenarında yanından bir yıldız gibi akıp giden uzun yol otobüslerine bakardı. Neon ışıklı otobüslerde yolculuk edenlerin yüzlerindeki anlamsız ifadeler... Bakarken unuttuğu, binlerce yüz gördü otobüslerde... Kerem yaşadıklarını anlatırken, o zamanlar uçaklar bugünkü gibi gökyüzünden çokça geçmiyor, insanlar uzak ülkelere büyük maceraları göze alarak gitmiyordu. Belki de Kerem'in yaşadıkları böylesine di'li geçmiş zaman değildi. Daha dündü... Tiyatro topluluğunun şehre geldiği, çingenlerin nehir kenarına çadır kurup şehire uzaktan baktığı, Amerikan filmelerinin siyah beyaz televizyonlarda gösterildiği dün... Otelde çalıştığı ve odaların beyaz çarşaflarını hergün daha beyaz olması için sıkça yıkattıkları günlerde, Kerem hiç bir şey düşünmüyordu. Sonbahara doğru şehre gelen panayır cambazlarını, kafasteki aslanları, tavuskuşlarını, dönme dolapları, korku tünellerini güçlükle anımsıyordu şimdi. "Ben Kerem'im Kerem..." Bu türküde kendini tanıdıkça panayır cambazları uzun sırıklara binip kasabanın yollarını dolaştıklarında, hilikat garibeleri gibi görünmek, kılıktan kılığa girip kasabanın sokaklarından geçmeyi marifet sanıyorlardı. Peşinde, ileride onları unutup gidecek çocukları sürükleyip gezdikleri sokaklar, şimdi onlardan geriye hiç bir şey kalmamıştı. Oysa şehir stadyumunun yanındaki hayvan pazarında kurulan büyük çadırlarda halka atılıyordu sigaralara... El falına bakan kadınların ve onların insanın gözüne baktığı zaman içini titreten bakışlarını çok iyi hatırlıyordu. İlk defa bir kadın elinin eline değdi o çadırlarda. Çürük dişli, sakallı, kasketli, şaşkın köy erkeklerinin dokunduğu çadır falcıları. Geceleri panayırda atılan söndürülmemiş sigara izmaritlerinin yarım kalan dumanlarını içlerine çeken çocuklar... Çadırlarda falcılık yapan kadınların perdenin arkasında yaşlanmış ve sarhoş cilveleriyle fal bakmaya gelenlerin ellerini tutup, gözlerine bakarken söyleyecekleri şeyler hep aynıydı. O zamanlar Kerem için kadın vücudu tanımsız, sonsuz ve fırtınalıydı. Fal baktırmak için perdenin arkasına geçenlerin elleri, fırtınalı bir havada boşlukta çırpınan bir kagıt parçası gibi gezinirdi çadır falcısı kadınlarının vücudunda. Kerem çınarın altında oturup kahveden çıkan delikanlılara baktığında: "Şimdi biraz düşününce, el falının ne anlama geldiğini daha iyi anlıyorum," dedi. Oysa Kerem o zamanlar el falına bakan kadınların perdenin arkasında şeytanla konuştuğunu ve kadınların insanın içine şeytanın ruhunu üflediğini sanıyordu. Tabii o zamanlar bu düşünceleri bu kadar belirgin düşünmüyor, sadece çocukca korkularla resimleştiriyordu. Bügün benim yazı dünyamda bu sözcüklerle biçimlenirken, şeytanın nasıl bir şey olduğunu hiçbir zaman düşünmek istemedi Kerem... Şeytanın yalnızca kötülük olduğuna inanmak ona yetiyordu. Neslihan’nın hikayesini yirmidört yıl boyunca oynayan kadının yaşlanıp artık gelmeyeceğini ve çadırdaki kötü kadınların artık insanların içine şeytanın ruhunu üflemeyeceğine; o kadınlarla kafesteki kadınların bir olmadığına yirmiki mayıs günü akşamüstü anladı. O güne kadar hep aşkı düşündüğü zaman Gewre'yi hatırlayan Kerem, uzun dalgalı saçları, beyaz teni ve dudaklarına kırmızı ruj süren Pembe'yi görmesiyle her şey değişti... Neslihan'nın kötü biten ve bu kasada yirmidört yıl kadar süren hikayesini artık oynamaya gelmedikleri yirmiki mayıs gecesi anladı. Pembe'nin dudaklarındaki kırmızı ruj, saçlarındaki durgun rüzgar onu Gewre'den ayırmıştı. Gewre'yse çoktan kıdemli bir polisle evlenip Eskişehir’e gitmişti. Pembe'nin adını ertesi gün şehir sinemasının tiyatroya dönüştürüldüğü giriş kapısındaki afişte okumuştu... Ve ondan sonra da kendi içinde hep insanların ismiyle ruhlarının birbirine benzediğini hissetmiş ve bunu asla ifade edememişti... Neslihan’nın kötü biten hikayesini yıllarca seyreden kasabalılar yeni oyundaki mini etekli, kırmızı rujlu ve siyah penyesinin altında sütyenlerinin izi olan bu kadın kahramana pek ısınamamıştı. Tıpkı Gewre’nin Eskişehirli bir Polisle evlenip bu kasabayı terk ederken, gelinlikle son defa şehri turladığında otelin önünde ağlaması gibi... Oyun boyunca hep Pembe'nin sahneye gelmesini beklemiş, geldiğindeyse kendinden geçerek seydetmişti. Siyah penyesinin altında sütyenin izleri belli olan Pembe kendine benzettigi rol kadınını oynarken, Kerem onun sadece sahne ışığı altındaki kokusunu duyuyordu. Oyun boyunca durmadan kendi kendine Pembe'nin ismini tekrarlamıştı. Böylece bir kadına aşık olmak için sürekli onun adını tekrarlaması gerektiğini gördü. Pembe'den sonra da kime aşık olmaya kalkışsa günlerce aylarca onun adını tekrarlıyordu içinden. Bir sakızı ağzındaki tükürüğü bitirinceye kadar çiğner gibi. "Kim bilir," dedi. "Kim bilir hayatımı değiştiren, sahne ışığı altındaki o güzel kız nerdedir şimdi... Bana bütün bir dünyayı değiştirecek kadar düş kurduran ışıkların altındaki kız, şimdi kimbilir hangi şehirdedir. Hangi sokakta... Belki o da Gewre gibi Eskişehir’e yerleşmiştir. En çokta onun ölmüş olmasından korkarım. O ölmesin" Yaşadığı seksen yıl boyunca sevdiği hiç bir kadının ölüm haberini duymamıştı. Buna da özen göstermişti. Ama Gewre’nin ölüm haberi o kadar yakınındaydı ki, her an, her saniye gelebilirdi. Bir sonbahar rüzgarıyla, ya da kışın kuru ayazıyla... Gewre ölmüş diyecekler, Gewre öldü... Gewre’nin mezarı da her kadın gibi gittiği şehrin mezarlığında olacak. Kerem'in babası eski radyoları tamir ederken, hiç bir zaman yaşadığı çağı kabullenemedi. Kerim'i de bu yüzden afetmedi. Zaten bu da pek Kerim'in umrunda değildi. İşte o zamanlar çok iyi biliyordu Kerim ağabeyinin Neslihan’ı deli gibi sevdiğini. Neslihan da onu sever ona mektuplar yazardı. Bazı günler eve gelip Kerem'le uzun uzun Kerim üzerine konuşurdu. Sonrada Kerem'e Kerim için yazdığı mektubu bırakıp giderdi. Yuvasında sıcak yumurtasını bırakıp uçan bir kuş gibi... Pembe'yle Neslihan’ı birbirine karıştırdı bir süre sonra. Yalnız Neslihan’nın burnu çok güzeldi. Bir kadın ne kadar güzel olursa olsun, burnu güzel değilse çiçeksiz bir ağaca benzer. Bir de kadınların doğurgan olmasını seviyordu... Hamile kadınların güzelliği hep etkilemişti Kerem'i. Neslihan’nın hamileliğini görmeden çekip giden Kerim'i ve onun yatağını beş yıl sonra terkeden Neslihan... Her şey birbirine karışıyor giderek. Kerem'in sevdiği Neslihan mıydı, Pembe mi? Buna hiç bir zaman karar veremedi. Neslihan’ı hatırladığında Pembe'yi; Pembe'yi hatırladığında Neslihan’ı anlatıyodu. "Pembe gülümsediği zaman Neslihan’a benziyordu. Neslihan da Pembe'ye..." Pembe’deki Neslihan, Neslihan’daki Pembe... Hep bir çember dönüp duruyordu yüreğinde. Ben de içimde çok defa çevirmişimdir böyle bir çemberi. İçimdeki o ve sen... Senle o... Dönüp durur çember, saatlerce, günlerce seksen yıl... Hiç bir insan bu kadar uzaktan, hiç tanımadığı bir insana aşık olamaz diye düşündüm. Sonra Kerem'in sevdiği kadının Pembe olduğunu, düşlerine Neslihan’ı yerleştiremediği için onun yerine uzak bir gölge olan Pembe'yi seçtiğini ve seksen yıl boyunca Gewre’nin ölüm haberini beklediğini, düşündüm. Evlerinin duvarına "Kahrolsun Faşizm" diye yazıldığı gece, bahçedeki kiraz ağacının altında yıldızları seyrediyordu. Babası sabahleyin duvara yazılan devrimci sloganını gördüğünde, hiç bir şey demediğini sadece tuhaf bir gülümsemeyle "Olacağı buydu zaten" dediğini hatırladı. Öbür gece de evlerinin öbür duvarına "MHP" yazılıp bozkurt resmi çizildiğinde Kerem sadece gazetelerin spor sayfalarını okuyor, güzel kadınların resimlerine bakıp hayal kuruyor, futbolcuların resimlerini kesip defterine yapıştırıyordu. O zamanlar gün doğmadan uyanıp pencereden dışarı bakar, sokağın, gökyüzünün nasıl aydınlanacağını görmek isterdi. Bunun için bütün dikkatini verdiği halde bir türlü yakalayamazdı gün ışığını. Gün o kadar yavaş ve kendini göstermeden yayılıyordu ki, bunun farkına varmak mümkün değildi. Gün ışığının sokağı doldurduğu anları yakalamak için sabah ezanından iki saat önce uyanıyor, babasının abdest alıp namaza durmasına kadar yatağında pencereden görünen çınar ağacına ve yaz gecesi ay ışığına bakardı. Sadece Gewre’yi sevdiğini düşünürdü. İşte o zamanlarda ilk defa bir bıçağın ay ışığında parıldadığını görmüştü... Kamyoncu Rıza’nın bahçesinde, geceyarısı şahlanmış bir at gibi kalkan gölgenin elindeki bıçağın parıldayıp, başka bir gölgeyi parça parça ettiğini anımsadı tekrar... Bu görüntüyü her hatırladığında geride bıraktığı seksen yılı da hatırlaması gerekiyordu. Bir birini takip eden lunapark atlı karıncaları gibi... Gewre’nin Eskişehirli bir polisle evlenip gelin gitmesi, Neslihan’nın hamileliği, Kerim’in bir gece ansızın ortadan kaybolması... Tiyatro topluluğu kasabayı terk ederken, trenle Ankara’ya gidip akşama kadar belki bir şeyleri unuturum diye dolaşmış, ağlamak için kalabalık sokakları gezmişti. Gönlünü avutabilecek hiçbir şey bulamayınca da bir birahaneye gidip iyice sarhoş oluncaya kadar içmişti. Sonra onbuçuk trenine yetişmek için paldır küldür tren garına koşmuştu. Trene kendini güçlükle atmıştı. Sonra da yol boyunca sarhoş ve genç olduğunu düşünerek, Pembe’nin gidişini Gewre’nin gidişiyle birleştirmiş gene de ağlamamıştı. Trenin demirlere çarpan uğultusunda hep ağlamayı düşünmüştü. Pembe dair yangınları içinde büyütürken bir türlü ağlayamıyordu.... Bir kadın için ağlamasını hiç bir zaman becerememişti zaten... Kamyoncu Rıza’nın gül yüzlü karısı, mor eşarbıyla saçlarının yarısını kapatırken, toplu beyaz yüzü, parlak ve yusyuvarlak mahzun gözleriyle sokaktan geçtiğinde her şeyin bir düş olduğuna inanırdı insan. Kamyoncu Rıza’nın gül yüzülü karısı, elbise diktirmek için Yakup’un evine gittiğinde öğle saatleriydi. Elbise için kumaşı seçmiş, modelini kafasında hazırlamıştı bile... Bir terziden daha becerikli elleri vardı. Kumaşı çıkarıp Yakup’a gösterdi. Terzi Yakup şimdiye kadar böylesine kesilmiş kumaş görmediğini söylerken, onun simsiyah gözlerine bakmıştı... Kadının ölçüsünü alırken ve elbiseyi dikerken heyecandan elini terzi iğnesiyle delik deşik etmişti. Her dikişte bu elbisenin o ipek gibi tene değeceğini hayal ederek çalışmıştı. Yakup, kamyoncu Rıza’nın karısını o kadar beğenmiş o kadar beğenmişti ki, elbiseyi diktiği günlerde karısını hemen her gün dövdü. En son yağmurlu bir günde kemiklerini kırarcasına dövmüş, sonra araya giren Kerim’e “Bizimki de kadın mı ki,” demişti kamyoncu Rıza’nın evine bakarak. Mor eşarbı, simsiyah kaşları, ve dolgun vücuduyla gündüzleri evin önününü süpürürken, gelip geçen satıcalarla pazarlık yapıp bir şeyler alırdı kadın. Rıza ise uzun yola çıktığında gül yüzlü karısını yalnız başına evde bırakarak giderdi. Sınırlar ötesine yük taşırken, her eve döndüğünde karısına daha çok bağlanıyordu. O sıcak yaz gecelerinde Kerem pencereden, gün ışığını beklerken çınarların yapraklarından, sokaktan geçen kedilere, uzaklardan gelen bekçi düdüklerine, yaz esintisinde geceyi serinleten hışırtılara kadar her şeyi gözlüyordu. Kerim ise yanı başında homurdanarak uyuduğunu ve bütün gece dişlerini gıcırdattığını o zamanlar öğrenmişti. Kerem uyuduktan çok sonra, gecenin bir yarısı ağabeyi Kerim eve bir hırsız gibi gelir, hemen soyunup yatağa atardı kendini... Sigara pakteti hep baş ucuna koyar, sonra uyurdu. Ve geceleri duvarlara slogan yazmak için sokakta bir gölge gibi gidip gelen devrimciler ve onları kovalayan köylü, esmer bekçiler... Kerim geceleri geç gelmesine rağmen hiç bir zaman bu duvar yazarlarının arasına girmediğini öğrenmişti. Bir gece babasının deprem olduğunu sanarak telaşla uykudan uyandığını gördüğünde, onun içindeki depremin korkunçluğunu anlamıştı. Duvar saati üç buçuğu vurduğu, gecenin kendi halinde olduğu sıralar yatağından telaşla fırlamış, yarı uykulu gözle karanlıkta bir süre etrafına bakınarak durmuş, eşyaların yerinde durduğunu fark ettiğinde rüyasında depremi gördüğünü anlamıştı. Kerem’in kendisini şaşakınlıkla izlediğini görünce: “Korkma,” demişti... “Bir an deprem oldu sandım...” Sokak lambasının bile aydınlatamadığı salonun derin karanlığında babasının korkusunu anlamıştı. O güne kadar babaların korkusunun ne kadar vahşi, yalnız ve kimsesiz olduğunu kavrayamamıştı. Babaların ölümü ve korkusu birbirine çok benziyordu. Bu yüzden her gece uyanıp, oğullarının uykuda üstlerini açacağını düşünerek gelip üstlerini örterdi. Elinde bıçakla sokak sokak adam kovalayan Kerim’in gece üstünü açarken babasının gelip yorganı üstüne çekmesi ve ona gündüz söylediklerini o uyurkende tekrarlaması Kerem’i gülümsetiyordu. Babasının o deprem rüyüsını gördüğü gece, Rıza’nın evinin karşısındaki kavak ağacının altından bir parıltının geldiğini ilk defa o gece fark etmişti. Kerem yatağından usulca doğrulup, nefesini tutarak ağacın altındaki parıltıya baktı. Sonra bunun gizli içilen bir sigara olduğunu sanmasına rağmen, daha dikkatli bakınca ağacın bir gölgeyi gizlediğini anladı. Rıza’nın evinin penceresine karanlıkta bakan bir gölge... Ve gül yüzlü karısının Rızasız uykusu geldi aklına... Kendini kendisinden gizleyerek, ağacın arkasında duran gölgeye baktı. Gölge ay ışığında duruyor, gölgesi ağacın gölgesinde kayboluyordu. Kıpırdamadan, dili tutulmuş gibi Rıza’nın evine bakıyordu. Bu bakışma, babası namaz kılmak için kalktığında kesilmişti. Gölge, birden bire olduğu yerden kaybolmuştu. Babasının rüyasında depremi gördüğü günden sonra, hep o gölgeyi izledi. O gün otelde otururken hep Rıza’nın evenin penceresıni düşündü. Kımıltısız, bir resim gibi, gecenin içinde Rıza’nın gül yüzlü karısının uykusunu seyrediyordu gölge. Uyuyan gül güzlü kadını düşününce, Gewre gözlerinin önüne. Gewre’nin de onu düşündüğünü umut ederek... Daha sonraki geceler tıpkı Neslihan’nın kötü biten hikayesini seyreder gibi merakla, içi titreyerek gölgenin ağaca yaslanıp Rıza’nın evini seyredişini seyretmek için eve gidiyordu. Yemeğini yedikten sonra radyoda saz heyeti şarkılar söylediğinde, uykuya dalıyor sonra gölgenin gelişinden bir süre sonra uyanıp bu hareketsiz, sessiz tiyatroyu seyrediyordu. O gölgeye bakıyor, gölge Rıza’nın gül yüzlü karısının uykusunu uyuduğu, yumuşak yastıklara başını koyarken, yorgana sarılıp rüyalar gördüğü evin penceresine... Bu yirmi gün sürmüştü... Yirmi birinci gün, tıpkı bir civcivin yumurtadan çıkışı gibi gölge yavaş yavaş haraketlenip Rıza’nın evinin penceresine doğru yöneldi... İlk defa gölgenin hareketini gördü... Pencereye doğru yaklaşıyordu. Ve pencere sessizdi... Çığlık atmıyordu... Kerem birazdan babasının rüyüsındaki depremden uyanır gibi uyanan, çığlık atan bir ses bekliyordu. Gölge pencereye yaklaştı. Pencere kıpırtısızdı... Rüzgar susmuştu, ağaçlar nefesini keserek izliyordu her şeyi. Kerem’in gün ışığını beklerken etrafını saran sessizliğin uğultusu gibi... Gölge yirmi binci gün gidip pencereye yaklaşmış ve orada bir süre beklemişti... İhtimal Rıza’nın gül yüzülü karısı şimdi uyukusunda gölgenin çok uzağında, Rıza’nın sınır dışında uyuyan uykusundayadı. Gölge pencereye Rıza’nın gül yüzlü karısının yüzüne dokunur gibi dokundu. Saçlarını okşar gibi camı okşadı. Ağabeyi Kerim, hemen yanıbaşında uyumasa, o gölgenin Kerim olduğuna yemin edebilirdi. Ve uzaktan duyulan bir bekçi düdüğünün sesiyle irkilerek kaçtı. Ondan sonraki günlerde Kamyoncu Rıza’nın karısı her sabah uyandığında bahçedeki ayva ağaçına kırmızı bir mendilin asılı olduğunu gördü. Rıza’nın karısı mendili her defasında alıyor, sanki hiç merak etmiyormuş gibi sabah erkenden çıkıp evin önünü süpürüyor, çöpçülerin çöp arabalarıyla sokağa yaklaştığında hemen çöpleri hazırlıyor, sabah güneşi yükselmeden evin önünü güzelçe süpürdükten sonra su serpiyordu... Sonra babası sabah namazı için uyandığında gölge yok olup gitmişti... Günün ilk arabası sokağı yırtarcasına gürültüyle geçip giderken artık gece oynanan sokağın gizli tiyatrosu bitmiş geride unutuluş susukunluklar kalıyordu. Kerem evden çıkıp gittikten çok sonraları; Kerim uyanıyor, babasıyla beraber sabah kahvaltısı ederken hiç konuşmuyorlarıdı. Aralarında derin bir bağ olduğunu ikiside biliyordu. Bunu en çok da Kerem biliyordu. Her ne kadar kavga da etseler, babasının Kerim için “Bu çocuk beni öldürcek, millete rezil rüsva edecek,” dese bile onu seviyordu. Bunu Babasının dükkanın ruhsatını almak için belediyeye gittiği gün daha iyi anlamıştı. Kerim babasının tamirci dükkanına uğradığında babasının ona Belediyedeki memurun hakaret ettiğini söyleyince, Kerim öfkelenmiş ve babasını tıpkı bir çocuk gibi önüne katıp Belediyeye gitmişti. Öfkeden deliye dönmüş Kerim hiçbir şeyi görmüyordu. Babasının onu sık sık azarlamasına rağmen: “Hangisi sana kızdı?” diye sormuştu. Babasının ona adamı göstermesinden sonra adamın yakasından tutup masadan çıkarıp almış. Ve adama bu gece uyuyamayacağını söylemişti. Sonra araya girenler, amirler, memurlar... Babasıyla memur barıştırılmıştı. Ama Kerim bütün bu olayları gözleri çakmak çakmak seyredip adamın yüzünü ezberler gibi bakmıştı. Babası çok iyi biliyordu ki, bu çocuğun öfkesi bugün degilse en geç yarın bu adamın başına patlayacak. Çünkü Kerim belediye memurunun yüzünü ezberlemişti bile... Belediyeden ayrıldığında babası ona: “Hayatta böyle şeyler olabilir” demişti. Ve Belediye memuruna bir şey yapmaması için tembih etmiş, ama Kerim babasını dükkana bıraktıktan sonra hemen kaybolmuştu. O gece Kerim eve gene geç gelmiş, zerdali yeşili gömleğinin üstünde iki üç damla kan görmüştü. Babası da bunu fark edip hiçbir şey dememmişti. Babası ertesi gün Belediye memurunun işe gelip gelmediğini anlamak için belediyeye gittiğinde, onun yerine bakan memurun kendisini Belediyi başkanı gibi karşıladığında geceleyin Kerim’in zerdali yeşili gömleğindeki kanın kime ait olduğunu anlamıştı. Babası Kerim’den önce evden ayrıldığında annesi ona babasının verdiği harçlığı usulca uzatırken, Kerim bir gün çok zengin olacağını söylüyordu. O yaz iki aya içinde Kerim Neslihan’la evlenip başka bir eve taşınıdığında babası ona küçük bir çay ocağı açmıştı. O günden sonra Kerem odada tek başına yatarken ağabeyinin gece boyunca süren diş gıçırtısının nedenini düşünmüştü. Kerem’le Neslihan iki ay içinde nişanlanıp evlendiklerinde, kamyoncu Rıza evine çok az uğrayabiliyordu. Bir sabah koca kamyon evin önünde durmuş, Rıza yorgun, bitkin kamyondan inip eve girmişti. Ayaklarını toprağa basar basmaz etrafına bir yabancı gibi bakmıştı. Rıza yokken kaç yaprak düştü ağaçtan, kaç gün geceye usulca dokundu? Rıza eve girerken, kapının gıcırtısı bir çığlık gibiydi. Karısıysa her zamanki gibi erkenden uyanıp bahçeyi süpürmüş, toprağı daha ısınmadan sulamıştı. Rıza geldiğinde evin önündeki ayva ağaçına asılı mendili görmemişti. Çünkü karısı sabahları uyanır uyanmaz ayva ağaçından ayva koparır gibi mendili alıp koynuna yerleştiriyordu. Bilinmeze karşı bu kadar tanıdık davranan başka bir kadın yoktur belki yeryüzünde... Sanki o mendiller ağaçtan bitiyormuş gibi çok doğal davranarak alıyor, geceleri evin penceresine hiç bir gölge gelmiyormuş gibi davranıyordu. Rıza’nın evde olduğu iki gün gölge gene geldi. Ağacın altında durdu. Sigara içti. Sonra gene yavaş yavaş cama doğru gitti, eliyle camı okşadı. Sıcak sıcak nefes alıp verdi... Rıza karısını koynunda sarıp sarmalarken o kendi sessizliğinde Rıza’nın gideceği uzun yolları hesaplıyordu. Uzun bir zaman karısının gül yüzünü görmeyen Rıza, susuzluktan damağı kurumuş birinin suya hasretini gidermek için saatlerçe su başında beklemesi gibi karısını yanıdan hiç ayrılmadı iki gün boyunca. Rıza’nın gül yüzlü karısı da Rıza’yı uzun yollardan döner dönmez bu hasretini gidermesi için yanından ayırmadı. Rıza tekrar sınır ötesi yolculuklar için evden çıktığında karısı onun ardından su dökerken ilk defa kaçamak bakışlarla gölgeyi aradı güpegündüz. Artık Rıza yoktu... Gölgenin gelip gideceğini biliyordu. O gece gölge gelmedi. Rıza uzun yollara düştüğünde sanki gölgeyi de kendiyle götürmüş gibi, sokağa ıssızlık çökmüştü. İşte ilk defa Rızanın gül yüzlü karısı o gece pencereden sokağa baktı. Kerem de ona... Kerem’in her şeyi bir film gibi seyrettiğini bilseydi, uykusunu bir taşa bağlayıp derinlere atardı kuşkusuz. Gölge gelmedi, Rıza’nın karısı pencereden uzun uzun çınar ağaçına baktı. Gün ışır ışımaz dışarı fırladı. Ayva ağaçında mendiller kurumuştu sanki... Bir sonra ki gecenin sessizliğini bütün arabaların gürültüsüyle yaşadı Rıza’nın karısı. Kerem gençlik yıllarının uzak kadın resimlerini çeker gibi hep susarak yaşamıştı her şeyi. Gewre’nin otelin önünden geçerken kendisine baktığını, ardından gelmesini ister gibi korktuğunu biliyordu. Kerem otelden çıkıtıp akşamüstü şehri dolaşıyordu arkadaşlarıyla. Otel sahibi Kerem’e gitmesini söylediğinde Kerem hemen koşar adımlarla pazar yerindeki bisikletçiye gidip, bir bisiklet kiralayıp Gewre'’in oturduğu Kurtuluş mahallesine doğru pedal basıyordu. Her akşamüstü bisikletle Gewre’nin oturduğu mahallenin sokaklarını geziyor, Gewre’nin oturduğu evin önüne gelince yüreği yerinden fırlayacak gibi oluyordu. Seksen yaşına gelip artık ölmeyceğini anladığında sokaktan geçen bisikletlerin hiç bir zaman onu Gewre’ye götüren kiralık bisikletlere benzemediğini düşündü. Gewre evlenip Eskişehir’e gitmeseydi, Neslihan’nın acıklı sonla biten oyununu oynayan oyuncu yaşlanıp ve onun yerine penyesinin altında sütyenlerinin izi belli olan, kırmızı rujlu, beyaz tenli Pembe gelmeseydi; belki o da ölmeyi becerebilecekti. Artık ölmeyeceğini düşünmesi Kerem’in geçen yıllarının çocukluk yılları olarak düşünülecekti. Yaşadıklarının hiç biri aynı zamanlara dek gelmiyordu. Gewre’nin evlenmesi, Neslihan’nın Kerim’in hayalini yatakta çırıl çıplak bırakarak gitmesinden iki yıl önce oldu. Pemben’nin gelişi Neslihan’ın gidişine dek gelmişti. Kamyoncu Rıza’nın gül yüzlü karısının gölgeye dokunuşu Kerim’le Neslihan’ın evlilğinin üçüncü günü olmuştu. Kerem’in uzak akrabaları düğün için gelip evde kaldıkları gece odasını babasıyla yaşıt bir akarabasına bırakmıştı. O gece ne olup bittiğini öğrenememiş, gölgenin neler yaptığını düşünmüştü. Kamyoncu Rıza gittikten sonraki ikinci gün gölge gene geldi, ağacın altında durdu. Kerem onun gelişini tıpkı Rıza’nın karısı gibi heyecanla karşılamıştı. Gölge o gece eskisinden çok daha hızlı davrandı. Sigarasını içmedi. Pencereye doğru yürüdü. Mahallenin başı boş sokak köpeklerinin uluması geceyi karanlıklara boğarken, uzak mahallelerden bekçilerin düdük sesleri de duyuldu. Gölge pencereye yöneldiğinde perdenin kımıltısı suya düşen kuru bir yaprak gibi göründü. Rıza’nın karısı perdeyi aralayıp, bir gül gibi yüzünü gösterdi. Sonra gölgenin duvarı bir vahşi hayvan gibi atlayıp bahçeye dalışı... Karanlıkta gölgeye açılan bir kapı... Ve Kerem sessizce gecenin içinde beklerken, Rıza’nın gülyüzlü karısının gölgeyle birleştiğni düşündü. Öylesine heyecanlanmıştı ki, eğer Kerim evlenmeseydi ondan cesaret alıp o da camın önüne giderek camı okşayıp severdi. Rıza’nın gül yüzlü karısının gölgeyi içine çekerken, gözlerini kapatıp bir kağıt gibi yırtıldığını görürdü. İlk defa o gece sigara içti... Kerim’in evden ayrılıp kendi evine giderken dolapta unuttuğu sigarasından bir tek alıp yaktı. Duman, onu alıp götürdü. Yukarılarda, Rıza’nın gül yüzlü karısını görüyordu. Çırılçıplaktı ve omuzlarını öptürüyordu. Sonra saçlarını yüzüne döküp, üzerinde bir atın dört nalla koşması gibi hırıldayarak öpüyordu onu... Rıza’nın gül yüzlü karısının hayali hem Rıza’yı hem de gölgeyi aldatıyordu... Kadının ellerini, gözlerini, göğüslerin, kalçalarını öpüyordu duman onu yukarılara çektikçe... Kerim’in evine ilk gittiğinde Neslihan ona Kerim için yazdığı mektupları verdiği zamanların hatırası gibi baktığını fark etti. Ağabeyinin değiştiğini, sinek kaydı traşı, temiz ve düzgün elbiselerini fark ettiğinde, evlenen tüm erkeklerin ilk günlerde böyle olduğunu bilmiyordu. Mutlu olmanın temiz olmak ve düzgün giyinmek olduğunu sanan mahallelilere bir şeyler kanıtlar gibi yaşadı bir süre Kerim’le Neslihan... Kerimsiz evin bir heyecanı kalmamıştı. Geceleri eve kimse gelmiyor. Sabaha kadar odada kimse homurdanarak, diş gıçırtatarak uyumuyordu. Neslihan’a Kerim ağabeyinin uykuda dişlerini sürekli gıcırdattığını söylediğinde Neslihan bunu fark etmediğini, ama ağabeyinin çok horladığını, sabaha kadar su motoru gibi nefes alıp verdiğni söyledi. Bir insana iki farklı yönden tanıyan iki insanın konuşmasının kesildiği sessizlikle sustular. Sonra Neslihan ona bir çay koyup, yemek hazırlamıştı. Pembe’nin şehire gelmediği, Gewre’yi Neslihan’nın yerine koyduğu o günlerde kamyoncu iki defa daha eve geldi gitti. Kerem olup biteni pencereden seyrederken her şeyin derin bir uyum içinde olduğunu, kimsenin bilmediği şeyleri öğrendiği zaman çok mutsuz olacağını gördü. Rıza geldiği zaman, gölge eveden uzaklaşıyor, hiç uğramıyordu. Rıza gittiğinde gölge eve geliyordu. Rıza’nın gül yüzül karısı sabahları uyanıp evin önününü süpürüyordu. Sonra çöp kamyonları, ekmek arabaları ve sanayide çalışan çırakların yağlı elbiseleri giyip uykulu gözlerle gidişleri... İlkokul sıralarında tanıdığı ve Eskişehir’li bir polisle evelenip gidene kadar sevdiği Gewre’yi, kiralık bisikletle yanıdan geçerken, birden bire durmuş ve ona yarın akşam İkbal pastanesine gelmesini söylemişti. Gewre de gülümsemiş, tamam demişti. Bu kadar kolaydı işte... Bu kadar kolay... Tıpkı gölgenin eve girişi gibi oldu.. Rıza’nın gül yüzlü karısının gölgeyi görünce, perdeyi aralayıp bakması sonra gölgenin duvarı vahşi bir hayvan gibi atlaıyıp içeri girmesine o kadar çok benzemişti ki, o bile şaşırmıştı.. Akşamüstü İkbal pastanesinde arka masalardan birine oturarak Gewre’nin gelmesini bekledi. Pastanenin eski görüntüsünde, yaklaşan sonbahar günlerinde ortalığı iyice dondurma kokuları sarmıştı. Garsonun beyaz gömleğinde lekeler, ne kadar yıkarsa yıkasın çıkmaıştı. Yıllar sonra o günü hatırladığında Gewre’nin suskunlğu gibi o lekeyi de hatırlıyordu. Ön bölmede oturan adamlar sokaktan geçen at arabalarını, traktör ve taksilerden arta kalan tozları seyrediyorlardı... İlkbal pastanesinin duarlarında hergün kolonya ile silinen aynalarından bir türlü kendine bakmaya cesaret edemiyor, Gewre’nin gelmesini beklerken nefesinin tıkandığını, yüreğinin yerinden fırlayacakmış gibi attığını hissediyordu. Kulakları kapıda, ayak seslerini dinliyordu. Her ayak sesinin Gewre’nin ayak sesleri olabileceğini düşünerek, terlenen avuçlarını silerek kapıya doğru bakıyordu. Pastanenin özeliği dışarıdaki tabeladan belli oluyordur. “Aile yerimiz vardır” Bu aile yerinin gençlerin birbirleriyle rahat rahat görüşüp konuşmaları için uydurulmuş bir söz olduğunu herkes bilirdi. Yalnızlıktan, can sıkıntısından ne yapacağını bilmeden gözleri kapıda Gewre’yi bekledi. Bir süre sonra Gewre üstünde gök mavisi bir gömlek ve uzun, onu boylu gösteren açık renk bir etekle içeri girdi. Kerem onu gördüğünde içini yakan türküyü bir kez daha hatırlamıştı.. “Ben Kerem’im Kerem..” Gewre ona doğru yakalaştı, gözleri yere eğdi. Beyaz teninde kızarmış kırmızı dudakları, kapkara iri gözleri ve mahçup elleri... Kerem’in karşısında yüreği çırpına çırpına durmuş tek kelime etmemişti. Bugünlerde Gewre’nin ölüm haberini duyacağını hatırladığında o an ki sessizliği ve aşkın içini yakan duygusunu düşündü... Bir ney gibi, uzun uzun nefes vererek çıkan ve uzayıp giden, ruhunu bir kuyudan su çeker gibi taşıyon nefesini düşündü... Gewre’nin nefesi... Yüzünde, boynunda, ellerinde her şeyiyle Gewre’nin sessliği vardı. “İyi ki geldin,” demişti Gewre’ye ellereni dizlerinin üstüne koyup yere bakarken. “İyi ki geldin...” Ve İkbal pastanesindeki kendi sesini duyduğu anı hatırladı... İnce, hüzünlü bir ney nefesi ruhunu çekip yukarılara götürüyor. İplik gibi, duman gibi bir ney sesi uzuyor... Gewre sustukça ses duman gibi göğe yükseliyor İkbal pastanesinde... Gewre’nin sessiz sesi içindi birikmiş bir nefesin neye üflendiği gibi çıkıyor içinden.. “Hadi bir şey söyle Gewre,” dedi. Gewre mahçup, yere bakıyor. “Gewre..” Gewre bir ney gibi buğulu, hüzünle: “Ne diyeyim,” dedi. Her aşkın bir sesi vardır mutlaka. Kendi sesini bir bir notalaştıran sesler. Gewre’nin ney sesine benzeyen nefesinde, aşkın bir gün bu şehirden Eskişehir’e kıdemli bir polisin karısı olarak gideceğine kim inanırdı. Gewre’nin de İkbal pastanesini hep hatırladığını rüyalarından biliyordu. Rüyasında evlerinin önündeki çıkmaz sokağa kar yağıyordu. Lapa lapa.. Herkes dışarı çıkmış, karın altında çocuklar eğlenceli oyunlar oynarken; babası, annesi, komşuları hep bir aradaydı. Yalnız kamyoncu Rıza’nın gül yüzlü karısı pencereden dışarı bakıyordu. Bir ara ağabeyi Kerim oradakilere hayretle “Bakın bakın yolun bu tarafına kar yağıyor ama öbür tarafına yağmıyor” demişti... Seksen yıldan geride kalan bir çocukluk rüyası... Çocuklar büyük bir merakla karın yağmadığı öbür tarafa geçerken, babası ve komşuları lapa lapa yağan karın altında sürekli gördükleri ve önemsemedikleri bu topluluğu hiç sayarak aralarında konuşuyorlardı. Kerem gidip yolun tam ortasında durmuş ve öylece bakmıştı. Rüyasında bir tarafına kar yağıyor bir tarafında ise sessizlik vardı. Ne zaman Gewre’yi düşünse bu yağan masal kışını düşünüyordu. Pastanede oturdukları sürece bir ateşe üfler gibi derin derin nefes alıp verdiklerini, Gewre’nin kalp atışlırını oturduğu yerden duyduğunu hissetmişti. İkbal pastanesinden hüzünlü ney sesleri ağlardı şimdi eğer Bolu’lu mütehait Tahsin orayı satın alıp iş yeri yapmasaydı... Hiç bir kadını böyle yüreği burkularak hatırlamamıştı. Bir kadın için ağlayabilseydi bu hiç kuşkusuz Gewre olacaktı. Gewre’nin sessizliğine, yok olup gidişine... Bir kere bile Kerem’e “Seni seviyorum,” diyemeden başkasının karısı olup gitmişti. Belki Gewre bu cümleyi hayatı boyunca hiç kullanmamıştı. Gewre’nin ölüm haberi geldiğinde ağlayacaktı. Belki ilk defa bunu becerebilecekti... Yüreğinin kalkıp indiğini, bir bayrak gibi çırpındığını hissetti. Titreyen elleriyle, yüzünü utanmış gibi kapattı. Bir şarkının son notası gibi dudağı titredi... Bugün yarın Gewre’nin ölüm haberi gelir. Sıcak yaz günleri yavaş yavaş yerini serin rüzgarlarla sonbahara bıraktığında Kerim artık geceleri kendi evine geç gidiyor, babası sabah kahvaltısını annesiyle yapıyor ve kimseyle kavga etmiyordu. Neslihan öğleye doğru evlerine gelip annesine yardım ediyordu. Böylesine sessiz ve kendini belli etmeden iş yapan bir tek o vardı. Kendi halinde, içinde ağabeyinin aşkını taşıyan bir gelindi Neslihan... Sonu kötü biten bir çadır tiyatrosunun mutsuz kahramanı... Kerim’in kendi evine de geç geldiği sonbahar günlerinde gölgenin Rıza’nın gül yüzlü karısıyla her gece birlikte olduğunu yalnızca o biliyordu. Kamyoncu Rıza’nın eve çok az uğradığı sıcak yaz geceleri bitmiş, artık sonbahar iyice kendini hissettirmişti. O yıl güz yağmurlarının yağmadığnı gök gürültüsünden anlamıştı. Her yıl güz zamanı amansız yağmurlar yağar, evlerinin olduğu çıkmaz sokaktan bulanık, kirli sarı seller geçerdi. Ama o yıl güz yağmurları epey geçikmişti. Gölgenin eve sık sık gelip gittiği soğuk, yağmursuz geceler... Rıza sanki biliyormuş gibi, ayarlanmış gibi hep gündüzleri eve geliyordu. Öğleye doğru... Gene bir öğlen sonu Rıza eve geldiğinde karısı bahçede oturup el işi danteller örüyordu. Üstüne siyah bir hırka atmış, ağaçlarda ayvalar sararıp, rüzgarlar yanından geçerken o bembeyaz dantel ipliklerini düğümlüyordu. Rıza’yı görünce yerinden fırlayıp sevinçle yanına koşuyor, onu büyük bir aşkla karşılayıp içeri giriyorlardı. Rıza eve girdiğinde ne kadar yorgun olursa olsun, tekrar çıktığında yepyeni biri olarak gidiyordu. İşte ilk defa o zaman tam olarak bir şeylerin farkına varmıştı. Annesi babasına Neslihan’nın hamile olduğunu söylediğinde, Rıza’nın gül yüzlü karısınından çocuğu olmadığını fark etti... Belkide o evdeki düzen, çiçeklere ve bahçeye düşkünlük bundan geliyordu. Kaç yıllık evli olduklarını bilmiyordu... Kerim’in bir gece evlerine Neslihan’la birlikte geldiğinde babasının Kerim’le bambaşka bir adam gibi konuştuğunu fark etti. İki yetişkin adam gibi... Babası analtıyor, Kerim dinliyordu. Kerim babasını dinlerken gözlerini kaçırıyor, etrafına bakınıyordu. Kerim’in bu uysallığını yadırgamıştı ilk zamanlar. Ama sonradan bu suskunluğun gidecek bir adamın suskunlğu olduğunu biliyordu. Ağabeyinin eve gelmediğini onikinci gün Neslihan gelip annesine söylediğinde anlamıştı her şeyi. Ve bir erkeğin bir kadını neden terk edeceğini... Neslihan’nın evde yalnız kaldığı sonbahar günlerinde evlerinin önündeki çınar ağaçlarının sararmış yaprakları boydan boya sokağı kapladığını, kimsenin bu sararmış çınar yapraklarını süpürmediğini hatırlıyordu. O soğuk, rüzgarın kendini daha şiddetli esmeye hazırladığı geceyi hatırladı. Sokak hala baştan başa sararmış çınar yapraklarıyla kaplıydı. O gece hiç uyumamıştı. Yatağa uzanıp uyukuya dalmak istedikçe gözlerini birden bire açıyor, sanki bir şeyler görüyordu. Babasının da tıpkı kendisi gibi uyuyamadığını bir kaç kez tuvalete kalkmasından anlamıştı. Sokak lambasının aydınlatadığı salon ve Kerimin uyuduğu oda... Pencerenin önüne geçip baştan başa çınar yapraklarının kapladığı sokağı seyretti. Gökte yusyuvarlak bir ay vardı. Sararmış çınar yaprakları hafif rüzgarda biraz kımıldanıyor, hareketlenip tekrar dururken etrafı bekçi düdüklerinden arta kalan sesler kaplıyordu. Bu tıpkı uçmaya çalışan yavru kuşların kanat çırpışlarına benziyordu. Yuvadan düşen küçük serçe kuşlarının çırpınışları. Çaresizliği... Gewre geliyor işte aklına... Nereye baksa, ne zaman suskun bir çaresizlik görse, Gewre’nin gözlerini yere eğip susukunlğu geliyor aklına. Bir ara, biraz güçlenen rüzgar, kurumuş çınar yapraklarını kaldırıp tekrar yere bıraktığında, gölgenin artık yabancı olmayan hareketlerle Rıza’nın bahçe kapısına geldiğini gördü. Bahçe kapısı açıktı, hafiçe itikleyip içeri girdi. Kerem bu manzarayı bütün yaz seyretmişti. O kadar tanıdık geliyordu ki bu görüntü ona, Rıza’nın eve gelişi ona daha yabancıydı. Kerem Rıza’nın kendi evine yabancı olduğunu Gölgenin bahçe kapısını aralayıp içeri girmesinden anladı. Zavallı Rıza karısına haber verir gibi koca kamyonla gelip evin önünde dururdu. Ben geldim der gibi... Karısının da sevinçle, gül yüzünde güller açarak, gözleri hasretini yakar gibi koşardı ona. Rızanın uzamış sakalları, yol yorgunu bedeni ve insansız geçen suskun sınır ötesi yolculuğu... Her defasında elinde bir poşetle gelirdi. Kimbilir karısına neler getiriyordur. Rıza’nın Bağdat’tan, Diyarbakır’dan, Şamdan, Halepçe’den karısı için bir kırlangıcın çerden çöpten yuva yapması gibi alıp getirdiği hediyeler... Gölge sokaktan bahçeye girdiğinde ay bulutaydı. Gölge bahçede kendi gölgesine basarak dolaşıyordu. Sonra kapıya doğru gitmişti... Ay buluttan çıktığında Kerem’i dehşete düşüren bir şey oldu. Soğuk rüzgarın bir türlü kaldıramadığı kuru yaprak hışırtılı gecede, bahçe kapısının önünde boğuşmaya benzer bir şeyler oldu. Ay buluttayken bahçeye giren gölge, tam da buluttan çıkmak üzeryken nefes almak istercesine, bahçede boğulurcasına, can havliyle kendini sokağa atmak için çırpınarak, bahçe kapısına ulaşmaya çalışıyordu. Gecenin soğuk ay ışığında, güz rüzgarların etrafta gezindiği sırada bir bıçağın bahçe kapısında şimşek gibi parıldadığını gördü... Arka arkaya bıçak havada parıldıyordu. Bir daha, bir daha... Sonra bir daha... Arka arkaya bıçağın parıldadığnı ve hızını almadan gidip geldiğini gördü. Gözeleri büyümüş, soğumus ay ışığında zorlanan sararmış yaprakların hışırtısında, bahçe kapısının hafifçe açıldığını gördü. Bir gölge bir gölgeyi bıçakla parçalıyordu. Hiç ses yoktu. Bıçağın bir eti yırtışını oturduğu yerden hissediyordu. Kanı donmuş, çığlık atmak isterken dili tutulmuştu sanki... Ne yapacağını bilmeden etrafına bakındı. Bütün sokak derin uykuda. Bir gölge bir gölgeyi paramparça ediyordu işte... Ay buluttan çıktığında, bahçe kapısından bir gölgenin başka bir gölgenin parçalanmış kanlı vucüdunu bir çuvala koyup, sürüklediğini gördü... Sararmış çınar yapraklarının hışırtısına katarak götürüyordu.. Korkudan bütün bedeni tir tir titredi. Rızanın evinin sokağa bakan penceresine baktı. Hiç kımıltı yoktu... Rıza’nın gül yüzlü karısı şimdi kaskatı kesilmiş bir buz parçası gibiydi. Cama yapışmış bir buz parçası... Güneşten korkan bir ince buz parçası. Korkudan ne yapacağını anlamadan bekledi... Sonra üşüdüğüğünü fark etti ve insanların neden kaskatı kesildiğini anladı. Belki bir daha hiç bu kadar üşümeyecekti... Sokağın ortasında bir gölgenin başka bir gölgenin cesedini bir çuval gibi ardından sürekleyip götürürken, çok uzaklarda bekçi düdüklerinin geldiğini duydu. Bu kadar korkulu bir yalnızlık hiç yaşamamıştı. Gözelrinin önünde parçalanan bir gölge... Kerim ağabeyinin şimdi bu odada olmasını ne kadar isterdi. Bir ara babası aklına geldi. Mazlum babası, kimsenin ekmeğı ile oynamayın diyen babası. İçinden hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyordu. Babasına sarılıp delirinceye kadar ağlamak istiyordu. Bütün bedenine dikenler saplanmış gibi, babasının hayalini getirdi gözlerinin önüne.. Babasına sarılıp ölünceye kadar ağlamak. Babasından sonra öleceğini düşünüp onun ölümünüde yaşayacağı yalnızlığını düşündü. Ne kadar soğuk varsa hepsi şimdi bedenindeydi... Bu gece mutlaka bu korku onu öldürmeliydi. Yoksa bir daha asla ölmeyecekti... Soğumuş güz gecelerinde parçalanan bir gölgenin korkusu ve Gewre’nin geçiken ölüm haberi... Sabahleyin belediyenin çöpçüleri sokağı baştan başa süpürüp kurumuş çınar yapraklarını çöp arabasına doldurup gittiler. Çöp kamyonu gittikten hemen sonra kamyoncu Rıza evin önüne kamyonu park etti. Sokağın baştan başa süpürüldüğüne bakmadan bahçe kapısını bir yabancı gibi aralayıp içeri girdi. Karısı onu gülerek ve sevdayla karşıladı. Aralarında biraz konuşuktan sonra Rıza önde karısı arkada içeri girdiler. Rızanın gül yüzlü karısı kapıyı kapatırken artık gıçırtı sesi duyulmuyordu. Oniki yıl sonra trenle İstanbul'a gittiğinde denizin gün ışığında aydınlandığını trenin penceresinden görmüş, serin sahil sabahında titrerken, bir gölgenin gene bir gölgeyi öldürdüğünü hatırlamıştı. "İşte şimdi denizi de gördüm, geriye ne kaldı?" diye sormuştu kendine. O zamana kadar bozkırda yıllarca yaşadığını, o kentin bir küçük kasaba olduğunu ancak anlamış ve hiç geri dönmek istememişti. Ta ki, dokuz yıl sonra bir Avrupa kentine uçaktan, bulutların üstünden bakıp, sabahı gözlediği, ışığın dağılışını göremediği günleri anımsayıp ağlamak istediğinde babasının "Olacağı buydu işte," dediği sabahı yaşamıştı. Bunun için ağlamak, durmadan ağlayarak babasına sarılıp ölmek istediğini söylemek gelmişti içinden. Ama babası ölmüştü. Kendi sabahlarında artık yalnız ve korkaktı. İçini acıtan, hüzünlü ney sesine benzeyen iç çekişinde Gewre’nin öldüğünü anladı. Tıpkı bir gölgenin bir gölgeyi parçaladığı an ki gibi bütün soğuklar, rüzgarlar toplanıp esmişti... Eğer o küçük kasabadan dışarı hiç çıkmasaydı; dağları, denizleri ve okyanusu görmeseydi, bir sabah vakti ucağın camından bir avrupa kentine bakıp ağlamak istemeseydi, akşamüstülerinin insanın içini titreten o serin aşkın ve hayatın tadına varmasaydı, şimdi Gül Palas otelinde çalışıyor olacaktı. Güz yağmuru sokağa döküldüğünde Gewre’nin Eskişehir mezarlığında toprağa verildiğini biliyordu artık... SON
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şaban demir, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |